30 Nisan 2024 Salı
İstanbul 13°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Postmodernizmin düşünsel kökleri: Nietzsche ve Nietzscheseverlik

Mehmet Ulusoy

Mehmet Ulusoy

Eski Yazar

A+ A-

Devlet, uygarlık, bilim, çağdaş insan demek, akıl demektir. İyiliğin-kötülüğün, doğruluğun-yanlışlığın, haklılığın-haksızlığın, adil olan ve olmayanın ölçütü, denek taşı akıldır. Devrim yapmanın, halkın, hak ve adaletin iktidarını kurmanın biricik klavuzu akıldır. Aklı dışlayan hiç bir düşünce ve yolun, ne insan, ne toplum, ne sanat için bir çıkışı vardır.

Çoğunlukla okunan ve izlenen bilgi kaynaklarına baktığımızda -tv’ler, internet ve cep telefonları başta- daha çok akılcılığı, bilimselliği, gerçek tutkusunu, hak ve adalet duygusunu içeren değerler değil, tam karşıt değerler yüceltilmektedir. Akıldışılığın, günü kurtarmanın, bencilliğin, kolay ve kısa yoldan para kazanıp güç elde etmenin, içi boş söz ve imge oyunlarının, hurafenin, günübirlik “keyif” almanın moda olduğunu görüyoruz. Daha vahimi, hak ve adalet duygusu yerine, güçlü olan haklıdır duygusu, güce tapmanın, yaşamak için güce boyun eğmenin ahlaklı, onurlu bir davranış olduğu düşüncesi yaratılmaya çalışıılmakta ve bu eğilim toplumda yaygınlaştırılmaktadır. Diğer yandan bununla bağlantılı, cehaletin, ucuz, sığ, sıradan “bilginin”, hurafenin ve şarlatanlığın itibar gördüğü, dolayısıyla aklın da günlük, sıradan yaşamı sürdürmeye hizmet etme düzeyinde bir işleve indirgendiği genel bir tablo söz konusu. Özellikle vurgulamak gerekir ki, Batı merkezli düşünce ve kültür-sanat-edebiyat hayatında aklın değil, akıldışılığın yol gösterici olduğu, bilinçdışının yüceltildiği ortaçağ kültür ve değerlerini hortlatan bir moda bir eğilimle karşıkarşıyayız.

Bu düşünsel çöküntü ve sefalet ikliminin, ortaçağ özlem ve heveslerinin felsefi ve kültürel kaynağının postmodernizm olduğuna daha önce çeşitli yazılarda değinildi. Peki bu felsefenin tarihsel ve düşünsel kökleri, ana kaynağı nerededir, kimdir/kimlerdir? Bütün toplumbilimci ve felsefecilerin üzerinde birleştiği, postmodernist teorisyenlerin hemen hepsinin en büyük beslenme kaynağı olarak gördüğü sözkonusu kök isim Nietzsche’dir. Postmodern düşünce ve sanat anlayışıyla bağı olsun ya da olmasın, ister sol, ister sağ, ister sosyalist olsun Türk aydınının Batıcı-Tanzimatçı önemli bir kesimi, özellikle sosyalizmden umudunu kesip Marks, Engels, Lenin okumaktan vazgeçerken, bir kısmı eşitlik, paylaşma, kamuculuk ideallerinden uzaklaşırken, bunların boşluğunu dolduracak Batılı bir düşünür arayışına girdiler. Bu arayışa liberal ve postmodernist teorisyenlerin, dönemin küreselci-“yenilikçi”, Batı uzmanı (!) kültür-sanat uzmanlarının verdiği yanıtın merkezinde hep Nietzsche vardı.

Nietsche’nin sahte radikalliği

Nietzsche’nin, aforizmalar biçimindeki, diyalektik gerilim yüklü son derece etkili “estetik” söylemleriyle, “Hıristiyan ahlakı”na, devlete, uygarlığa, sistemin kurumlarına, kişiliksiz statükocu, uyuşuk burjuva aydına ve orta sınıfa yönelttiği şiddetli eleştiriler, devrimci ideallerini yitirmiş, diğer yandan düzene öfkeli ama iktidarsız, umutsuz aydın için sanki bir yeniden doğuş iksiriydi. Malum, postmodern ve “Yeni Sol” düşüncede içerik değil, retorik (hitabet, söz usatalığı, söylem) önemlidir. Nietzsche’nin, “Bütün değerleri değiştiriyorum. Hiçbir şey doğru değil, her şeye izin var!”(1) biçiminde ifade ettiği değer ve “tabu yıkıcılığı”, bilgi ve araştırma özürlü, derinlikten yoksun, şabloncu “radikal sol”cu için mestediciydi.

Bugün kitap-yayın ve kültür piyasasına baktığımızda, büyük medyanın ve Batıcı-küreselci kuruluşların denetimindeki, kültürü, sanatı ve felsefi düşünceyi ilgilendiren kitap ve dergilerin hemen hepsinde Nietzsche, tartışmasız temel başvuru kaynaklarından biridir. Nietzsche’nin bu Nietzscheseverler tarafından ne ölçüde anlaşıldığı, kavrandığı ise büyük bir soru işaretidir. Ama yine de küreselci ve postmodernistlar (ve anarşistler) açısından 21. yüzyılın Marksı Nietzsche’dir diyebiliriz. Marks ve Engelsin, bilimselliği tartışılmaz eserleri ise ne yazık ki aynı mekanlarda artık pek görülmez oldu ya da kenarlara, dip köşelere sürülmüştür. Nedenleri açıktır; eğitilmiş cahilliğin iktidar olduğu, içi boş laf ustalığının büyük itibara sahip olduğu bir çağdayız...

Ne yazık ki Nietzsche ile ilgili yanlış bilgi ve kanıların oluşmasında, hakkında yorum ve değerlendirme yapan çoğu felsefeci ve sanat tarihçisinin, estetik ve etik kuramcısının önemli bir rolü vardır. Genellikle onun olumsuzluklarını gizleyen, görmezden gelen ya da uzlaştıran; çağdaş, sol, ilerici değerlere sahip okura batan, hatta isyan ettiren sivrilikleri, kaba saldırıları titizlikle törpüleyen yaklaşımlarıyla bunu yaptılar. Ve hâlâ çoğunluk Türk aydını, onun Aydınlanma, akıl, bilim, emek, eşitlik ve kadın karşıtı, güce tapan ve aristokratı, kapitalisti, emperyalizmi, saldırganlığı destekleyen düşünce ve tavırlarını yeterince bilmemekte ya da yumuşatılmış, çarpıtılmış yorumlarıyla bilmektedir.

Akıldışılık ve içgüdüler temel güç

Bu saptamalarımız bağlamında, Friedrich Nietzsche’yi, postmodernistlerin yüz yıl sonra yorumlayışları ve ideolojik yol gösterici olarak görmeleri ve bütün bunların bizim fikir ve sanat hayatımıza yansımaları açısından ele almaya çalışacağız. Tarihçi Toplumbilimci Taner Timur, Felsefe, Toplum Bilimleri ve Tarihçi adlı kitabında Nietzsche’yi incelediği bölümün girişinde şöyle diyor: “Çağdaş felsefeye damgasını vuran flozoflardan F. Nietzsche, daha ilk eserini yazarken bir dostuna yolladığı mektupta ‘Yepyeni bir uygarlık bekliyorum’ demiştir. Paris Komünü kana bulanırken kaleme aldığı bu eserde, yeryüzünde ilk yetkin temsilcisini Sokrat’ta bulan Yunan Tanrısı Apollon’un karşısına şarap tanrısı Diyonisos’u koyuyor ve dünyaya şunu ilan ediyordu: Yeni uygarlık Aydınlanma düşünürlerinin ön plana çıkardıkları ‘akıl’ ve ‘akılcılığa’ değil, insanın en doğal ve en yaratıcı dürtülerine dayanacaktır.”(2)

Schopenhaure’un öğrencisi olan Nietzsche, onun gerçekliği ve tarihi tamamen reddeden pasif nihilizmine karşı çıkar ve kendi ifadesiyle aynı düşünceyi “aktif Nihilizm” olarak savunur (Onun bu konumunu bazı felsefeciler anarşizm olarak da değerlendirir, ki bu da gerçeğe pek aykırı sayılmaz). Ancak, 1848’lerden sonra burjuva liberalizmi ve modernizminin krize girmesiyle başlayan akılcılığa karşı gerici romantizm tepkisinin Schopenhaure ve Wagner gibi temsilcilerini, pratikte eleştirse bile, daha yetkin bir düzeyde felsefi olarak izledi. 1870 ve 1880’lerin Avrupa’daki toplumsal ve düşünsel krize gericileşen burjuvazinin tekelcileşip emperyalist-saldırgan bir niteliğe bürünerek verdiği yanıt, bağnaz bir sosyalizm ve emekçi düşmanı olan, eşitlikten nefret eden Nietzsche’nin felsefesinin ideolojik omurgasını oluşturdu. Genç yaşta profesör olan Nietzsche (d: 1844), 1870-71 Fransız-Alman savaşına gönüllü katılmış ve Paris komünü’nün temsi ettiği sosyalizm düşüncesine karşı güçlü bir Almanya ve emperyalist bir Alman imparatorluğu yaratma idealine yoğunlaşmıştır. Bu yıllardaki notlarında, “en güçlü ve en yüksek yaşama istencinin (arzusunun) açınası bir yaşama mücadelesinde değil, savaşma istencinde, güç ve süper güç istencinde ifade bulduğunu hissettiğini yazar.(3)

Aydınlanma akılcılığına ve bilimsel anlayışa karşı çıkan Nietzsche’de, doğruluğun, hakikatin ölçütü, aklın ve bilimin esas aldığı nesnellikle değil, öznel bireyin aklın sınırlarından kurtulmuş doğal içgüdülerinin yön verdiği “Güç İstenci” tarafından belirlenmektedir. Ona göre, görülen, algılanan, düşünülen her şey arzularımızın ve içgüdülerimizin izledikleri amaçlara bağlıdır. Hayvan için geçerli olan insan için de geçerlidir. İnsan nesnel bir dünya içinde değil, tutkular ve içgüdüler çevresi içinde yaşar.

Nesnel maddi gerçeklik diye bir şey yok, tek gerçek tekil bireyin bedeni

Akıldışı, bilinçdışı/bilinçaltı dünya deyince insanın ilkel (hayvani) içgüdüleri akla gelir. Bu içgüdülerin gerçeklikteki karşılığı ya da maddi temeli ise, Nietzsche’ye göre toplumsal hayat ve toplumsal bir varlık olarak insan değildir; çünkü o, insanlığın toplumsallaşma ve uygarlaşma sürecinin, dolayısıyla bu sürecin son aşaması akılcı çağdaş uygarlığın bir ürünüdür. Oysa Nietzsche böyle bir insana karşıdır. Çünkü, onun akıldışı, içgüdüsel davrenışlarının gerçeklikteki karşılığı, insan bedenidir. Yani, Terry Eagleton’un deyişiyle, Nietzsche’nin tüm düşünsel, kültürel teorilerinin kökeninde insan bedeni vardır. Bilindiği gibi, postmodern kültür ve sanatın maddi temelini, yani pratik, deneyimsel alanını beden oluşturmaktadır. Evrensel gerçekliği reddeden postmodernizm, tek gerçek olrak tekil bireyin içgüdüsel dünyasının maddesi olan bedeni esas almaktadır. İnsan bedeni temel alınınca kaba-biyolojik materyalizmin, tarihin (ve toplumun) dışında mitleştirilen, ahlaktan, “iyi ve kötü”den, toplumsal ve insani sorumluluktan azade, yaşamak için her şeyi -her türlü vahşiliği, acımasızlığı, suçu- mubah gören “insan” tipi ortaya çıkıyor. Bu anlayışına göre, doğal hayatta geçerli olan “güçlü olan haklıdır” ilkesiyle açıklanan “doğal ayıklanma” teorisi uyarınca bütün organik yaşamın temel özünü bir tek içgüdü oluşturmaktadır: Güçlü, egemen/üstün olmak ve yönetmek. Tek gerçek budur; özgürlük, ahlak, bilim, sanat, uygarlık, vicdan, mutluluk vb diğer her şey boş ve anlamsızdır.

Nietzsche, bedeni esas alan bu merkezi temel düşüncesi uyarınca tarihi, sanatı ve aklı bedenin ihtiyaçlarının ve dürtülerinin değişken ürünleri olarak kavramak suretiyle, her şeyi baştan sona tekrar beden açısından düşünmeye girişecektir. Ona göre estetik olan “uygulamalı fizyoloji”dir. Nietzsche için, erişebileceğimiz her hakikati beden üretir. Dünyanın varolduğu tarzda var olması, yalnızca duyularımızın özel yapısından ötürüdür ve farklı bir biyoloji de bize farklı bir evren verir. Hakikat, türün maddi evriminin bir işlevidir: O, çevremizle duyyusal etkileşimimizin gelip geçici sonucudur, hayatta kalmak ve gelişmek için ihtiyaç duyduğumuz şeylerin neticesidir. Nietzsche’yi büyüleyen şey, “aklı sürükleyen kin, hınç veya esrimedir”, içgüdünün bastırılmasına karşı içgüdünün isyanıdır; “tüm açgözlülüğü veya suçluluğu içerisinde bedenin konuşmasının alçak perdeden homurtusudur.”(4)

Tarihsel ilerlemenin gerçekliği değil, tarihin tekerrürü ve mutlak, değişmez değerler

Nietzsche’nin tarihe bakışı çelişkili gibi görünse de Aydınlanma ve bilim karşıtlığıyla uyumlu bir bütünlük gösterir. Nietzsche tarihi yer yer ret yer yer kabul eder görünmekle birlikte, gerçekte mantıki sonuçlarına götürdüğümüzde aslında tarihi reddetmektedir. Onun “sürekli dönüş” (bengi dönüş) olarak ifade ettiği evren görüşü, tarihin, doğanın ve toplumların ileri doğru değişim ve dönüşümleri ya da maddenin diyalektik hareketi olarak değil, bir yaşananın tekrar yaşandığı sonsuz bir tekerrür olarak tanımlanmasıdır.

“Yaşama istenci” ya da bunun daha bütünsel yetkin ifadesi olan “Güç istenci”, onun “mutluluk ilkesi”ne dayanan yaşam felsefesidir. Nietzsche’ye göre bu da ancak geçmişi (tarihi) ve geleceği yok sayarak ve içgüdülerin istekleri doğrultısında yaşanmakta olan ana yoğunlaşarak mümkündür. Bu da, postmodern kültürün, sıradan, ilkel hazlara teslim olmuş, toplumsal ve gelecek sorumluluğu duymayan (hedonist) tüketici bireyinin tipik yaşam felsefesini vermektedir: Her türlü ahlaki sınırlamadan kurtul, gününü yaşamanın, pornolaşmış cinsellik dahil, sınırsız hazzını yaşa!.. Şöyle der flozofumuz: “... mutluluğu mutluluk yapan tek bir şey vardır; unutabilme ya da, daha bilgince söylenirse, mutluluğun sürüp gittiği sürece tarih-dışı olarak duyumlama yetisi: Tüm geçmişi unutarak kendini anın eşiğine bırakmasını bilmeyen bir kimse (...) hiçbir zaman mutluluğun ne olduğunu bilmeyecektir.”(5)

Büyük fizikçi Stephan Havking’in deyişiyle doğanın, evrenin hareketi ileri doğrudur. Maddenin bir boyutu olarak “zamanın oku” ileri doğrudur, geriye işlemez. Işıktan daha hızlı hareket eden bir maddecik yoktur, dolayısıyla geçmişe doğru hareket mümkün değildir. Doğa ve toplumdaki bütün olaylar, gelişmeler; bilim, etik, estetik, doğru-yanlış, iyi-kötü, maddenin ileri doğru hareket yasasının türevi olan türeyen yasalarca belirlenir. Yani, doğada/evrende ve toplumda maddenin bütün biçimlerinin hareketleri ileri doğrudur. Dolayısıyla tarihin gelişimi de ileri doğrudur; her şey tarihin içindedir, tarihin dışındac hiçbir şey yoktur.

Oysa Nietzsche, tarihin dışına çıkarak, yani doğa dışı/üstü evrenden yaratıcılığın esin ve güç kaynaklarını aramaktadır. Başlangıçta Feuerbach’ı, Darvin’in Evrim Teorisi’ni benimser görünen Nietzsche, derin ve amansız emekçi, kadın ve sosyalizm düşmanlığı nedeniyle aynı dönemde en etkin düşünsel-siyasi akım olan Bilimsel Sosyalizmin Tarihsel Materyalizmi karşısında yetesizdi, çaresizdi. O nedenle tarih dışına, fizik ötesine kaçmak zorundaydı. “(...) tarih dışı ve giderek tarihe karşı durum, yalnızca haksız bir eylemin değil, ama daha çok her doğru eylemi doğduğu yerdir; bu türden bir tarih-dışı duruma geçip önceden istemeden ve buna erişmeye çabalamadan, hiç bir sanatçı tablosunu yapamayacak, hiçbir komutan zaferini kazanamayacak, hiçbir halk özgürlüğüne kavuşamayacaktır.(6)

Geçmiş ve gelecek yok, tarih denen şey sürekli bir döngü; o halde değişmeyen, mutlak, sabit şeyler var; bu şeylerin çeşitliliği ve rekabetidir bütün hareketi, hayatın canlılığını yaratan... Filozofumuz, “(...) geçmiş ve bugün bir ve aynıdır, daha doğrusu her türlü çeşitlilik içinde tipik bir biçimde kımıldamadan aynı kalan ve gelip geçici olmayan örneklerin hep var oluşu olarak, değişmez bir değeri olan ve hep aynı anlamı taşıyan durmuş kalmış bir yapı” derken (Nietzsche, age, s. 71) ne kadar değer ve tabu yıkıcı görünürse görünsün, gerçekte, geçmişte de, gelecekte de değişmez, sabit, ebedi değerlere olan inancını itiraf etmektedir. Yani aslında son derece ideolojik bakmaktadır Nietzsche; kendi tabu ve değerlerini, ideolojik temsilciliğini yaptığı sınıfın çıkarlarını, ideallerini insanlığa dayatmaktadır. Peki, nedir bu “değişmeyen, mutlak, sabit şeyler” ya da değerler ve onların “çeşitliliği ve rekabeti”?...

İkinci bölünde devam edeceğiz. Nietzsche’nin sosyalizm düşmanlığı ve nedenleri... “Üst İnsan” görüşü ve çağımızda bunun sınıfsal karşılığı... Nietzsche’nin faşizmle ilişkisi... Sanata bakışı...

Dipnotlar

1 Aktaran Georg Lukacs, Aklın Yıkımı, Payel Yayınları, İstanbul, 2006, s. 342.
2 Taner Timur, “Postmodernizm, Felsefe ve Tarih Yazıcılığı”, Felsefe Toplum Bilimleri ve Tarihçi, Yordam Yayınları, İstanbul, 2011, s.288.
3 Elisabeth Förster-Nietzsche, Yalnız Nietzsche, Leipzig, 1914, s. 433’ten aktaran Georg Lukacs, age, s. 319.
4 Terry Eagleton, Estetiğin İdeolojisi, Özne Yayınları, İstanbul, 1998, s. 242, 243, 244.
5 Frietrich Nietzsche, Tarih Üzerine, Say Yayınları, İstanbul, 1986, s.63.
6 Nietzsche, age, s. 68.