20 Mayıs 2024 Pazartesi
İstanbul 15°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Yine yanıltma, dolanma, popülizm...

Ersin Dedekoca

Ersin Dedekoca

Eski Yazar

A+ A-

Bu haftaki yazımızı, son günlerin güncel konuları olan “McKinsey ile yapılan danışmanlık sözleşmesinin iptali”; “dövizli sözleşmelerle ilgili olarak, 32 sayılı Karara ilişkin yayınlanan yeni Tebliğ”; “İşsizlik Sigorta Fonu’nun bazı kamu bankalarının ihraç ettiği tahvillerin alımında kullanılması” konularına ana hatlarıyla değinmeye, sonraki yazılarımızda bunları teker teker ele alma vaadiyle hasrettik.

MCKİNSEY ANLAŞMASINDA 'İYİ POLİS' ROLÜ

Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın 27 Eylûl’de “birlikte çalışma kararı aldık” dediği ABD’li danışman şirketi McKinsey ile ilgili olarak Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, “Bütün bakan arkadaşlarıma, ‘bunlardan fikri danışmanlık hizmeti de almayacaksınız’ dedim. Hiç gerek yok, biz bize yeteriz” sözleri üzerine 7 Ekim’de, anılan Şirket ile yapılmış sözleşmenin iptal edildiği duyuruldu.

İptal öncesi, Düyunu Umumiye yakıştırmalarından mandacılığa varan, her türlü negatif suçlama çeşitli çevrelerce sıralanmıştı. Çünkü, daha önceleri çeşitli vesilelerle hizmet alınmış olan bu kuruluş ile bu kez yapılan anlaşmanın kapsamının çok geniş olduğu, hemen herkesin gözüne çarpmıştı. Bir diğer ifade ile, bu derece geniş bir “gözetim” işinin ABD merkezli bir firmaya verilmesi, hem riskli, hem de, AKP’nin bugüne kadar ki politika ve iddiaları ile çeliştiği açık seçik tüm çevrelerce kabul edilmekteydi.

Zira, 6 Nisan referandumu sürecinde cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin “daha yerli ve milli politikaları” uygulamayı mümkün kılacağı vaadiyle yürütülen bir kampanya vardı. Söz konusu bu kampanyanın hikâyesi, “dış müdahalelere karşı korunaklı, bağımsız ve yerli bir devlet yapılanması” kurmak için sistemin değişmesi gerektiğini vurguluyordu. McKinsey’in koşulları ile yeni sistemin hikâyesinin uyuşması, örtüşmesi olası değildi.

Bakan Albayrak’ın McKinsey’e durup dururken gitmediği, IMF’siz çözüm arayan (en azından imzası olmayacak) Cumhurbaşkanı’na sunulmuş seçeneklerden birinin McKinsey olduğu kesin gibi durmaktadır. Bilindiği gibi, dünyada bu büyüklükte operasyonel yeteneği olan kuruluş sayısı da çok fazla değil. Böylesi büyük çaplı bir “denetim ve gözetim” anlaşmasının, yeni yönetim yapılanmasında “tek yetkili” konumunda olan Cumhurbaşkanı’ndan habersiz olması pek imkân dâhilinde durmamaktadır.

Bu durumda, kamuoyundan gelen tepkiler ile, anılan kuruluştan gelen “yol haritası” niteliğindeki ilk raporlardaki orta ve uzun vadeli önlemlerle ilgili ödevlerin, “kriz yok” söyleminin önünü kestiği, bunun da yaklaşan yerel seçimler için “tehlike” olduğunu ve tribünlerce onaylanmayacağını gören tek yetkili tarafından “iyi polis” rolünün tercih edilmesi sonucu “iptal ettirildiği” anlaşılmaktadır.

Bu durumda, başat öngörüleri çökmüş olan YEP’nın nasıl işleyeceği, mevcut kısa vadeli dış borç ödemelerinin ve cari açık finansmanının nasıl yapılacağı; durgunluk, işsizlik, enflâsyon sorunlarının nasıl üstesinden gelineceği; diplerde gezinen CDS’lerin nasıl normale döneceği; kısaca ülke ekonomisinin nasıl döneceği hâlâ belirsizliğini korumaktadır. Diğer yandan kamuoyu, iptal edilen sözleşme nedeniyle doğan “parasal yaptırımın” tutarını ve ne şekilde ödeneceğini merak etmektedir.

DÖVİZLİ SÖZLEŞME YASAĞINDA 'BÜYÜKLERE' GETİRİLEN İSTİSNALAR

6 Ekim tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan “TPKK Hakkındaki 32 Sayılı Karara İlişkin 2018-32/51 Sayılı Tebliğ” ile, kişilerin ve şirketlerin birbiriyle yapacakları” küçük işlere” döviz yasağı getirilirken, ülkeyi zarara uğratan köprü, otoyol, tünel, hastane ve havaalanı gibi mega projelerdeki döviz sözleşmelerine dokunulmadı.

Anılan düzenlemeye göre, Türkiye'de yerleşik kişiler, kendi aralarında bağıtlayacakları menkul ve gayrimenkul satış, kiralama sözleşmeleri ile iş ve hizmet sözleşmelerinde, sözleşme bedelini ve bu sözleşmelerden kaynaklanan diğer ödeme yükümlülüklerini döviz cinsinden veya dövize endeksli olarak belirleyemeyeceklerdir. TL ile yapılması gerektiği halde, geçmişte dövizle yapılmış ev ve işleri kiralamaları gibi küçük çaplı sözleşmeler TL'na çevrilecektir. Bu çevrim, taraflar arasında mutabakat sağlanamaması halinde, 2 Ocak 2018 tarihli 3.77 Dolar/TL kurunun üzerine aylık TÜFE eklenerek hesaplanacaktır.

Döviz kuru artışlarını frenlemek ve dövizdeki ani yükselişlerin ülke ekonomisinde yapacağı ağır tahribatı en aza indirmek amacıyla yapılan düzenleme, devlete iş yapan “mega müteahhitler” için “yok hükmünde”. Ülke içinde Türk parasının kullanılması gerektiği, bu nedenle dövizle alışveriş ya da sözleşme yapılmasına izin verilmeyeceği sık sık söylenmesine karşın, geçmişte döviz üzerinden yaptırılan ve döviz garantileri yıllarca devam edecek olan köprü, otoyol, tünel, havaalanı, elektrik santralleri ve hastane gibi mega projeler döviz yasağı kapsamına alınmadı. Yeni düzenlemeye göre, mega projeleri yapan büyük müteahhitler, iş yaptırdıkları “küçük taşeron şirketlerle” de dövizli iş yaptırabileceklerdir. Aynı şekilde bankaların da, bu müteahhitlerle yaptıkları kredi sözleşmelerini döviz cinsinden düzenleyebilmeleri de istisna kapsamına alınmıştır.

Yine söz konusu düzenlemeye göre, Türk vatandaşı olmayan ancak Türkiye'de uzun süre kaldığı için “yerleşik” sayılan “sporcu” ya da “diğer yabancılarla” döviz ve dövize endeksli sözleşme yapılmasına devam edilebilecektir.

Sonuçta “dağ fare doğurdu”. Döviz cinsinden sözleşmeleri yasaklayan Tebliğ ile, ülkenin merkezî bütçesine sürekli zarar getiren “döviz garantili mega projeler korunurken, bireylerin ve küçük işletmelerin yaptığı ufak çaplı işlemlere yasak gelmiş” oldu.

İŞSİZLİK SİGORTASI FONU’NUN AMACI DIŞINDA KULLANIMI

İşsizlik sigortası uygulaması çalışma hayatımıza 2000 yılının ortasında (şimdilerde beğenilmeyen 3 partili Ecevit koalisyonu döneminde), 4447 sayılı İşsizlik Sigortası Kanunu ile girmişti. İşsizlik Sigortası Fonu (Fon)’nun kaynakları, çalışanlardan kesilen yüzde 1, işverenin yatırdığı yüzde 2 oranındaki işsizlik sigortası priminden oluşmaktadır. Devlet de kendi payına düşen yüzde 1’i ödediğinde, her ay yaklaşık 700 milyon TL, işsizlere çare olsun diye söz konusu Fon’a aktarılmaktadır.

Geçen 18 yılda Fon’da biriken tutar yaklaşık 124 milyar TL oldu. Fon’un yıllık geliri 2017’de 26 milyar Lirayı aşmışken, işsizler tarafından kullanılan kısım sadece 5 milyar TL’dır. İşsizlik Fonu’nun son Ağustos bültenine göre, Fon’a 18 yıl içinde başvuran 10 milyon 104 bin kişiden sadece 6 milyon 306 bininin, bir diğer anlatımla başvuranların beşte ikisi ödenek almaktadır. Fon’dan bugün ödeme alan insan sayısı 400 binin biraz üzerindedir. Bu bağlamda gözlenen bir diğer konu da, işsizlere yapılan ödemelerin, Fon’un tüm harcamalarının (istihdam teşvikleri, eğitim programları gibi) kabaca üçte birine denk düşmesi; işsizlik ödemelerinin göreceli payının giderek azalmasıdır.

İşsizlik Sigortası Fonu, sermaye piyasasında faaliyet gösteren bir “yatırım fonu” değildir. Yatırım yapabileceği menkul kıymetler, kuruluş yasasında ve ilgili yönetmeliklerde “devlet tahvili” olarak sınırlandırılmıştır. Keza yapabileceği finansal işlemler de, “repo ve mevduat” araçları olarak belirtilmiştir. Kısacası Fon, para ve sermaye piyasalarındaki her işleme girememektedir. Mevzuatın bu şekliyle oluşturulmasının iki amacını:

Fon’da biriken paranın riskli finansal araçlara, kârlılık adına aktarılmasını engellemek ve Türkiye’deki finansal piyasalarda kayırmacılıkla sonuçlanabilecek finansal operasyonlara zemin hazırlamamak” şeklinde sayabiliriz.

Kamu Aydınlatma Plâtformu verilerine göre, Türkiye Halk Bankası A.Ş., Türkiye Vakıflar Bankası T.A.O. ve Türkiye İhracat Kredi Bankası A.Ş. (Eximbank), 26 ve 27 Eylül tarihlerinde 10,8 milyar TL tutarında tahvil ihracı gerçekleştirmiştir. Bu ihracın sonucunda, Eylül ayı sonundaki “sermaye niteliği taşıdığı” SPK onayıyla netlik kazanan tahvil ihraçları vasıtasıyla, anılan bankaların “sermaye yeterlilik oranları” yükseltilmiş oldu.

Uğur Gürses’in bu konudaki çalışmasında da belirtildiği gibi, bu boyut ve böylesi kısa bir sürede gerçekleşen satış ancak İşsizlik Sigortası Fonu ya da Merkez Bankası’nın devreye girmesiyle gerçekleşebilirdi. Bu tutara eşdeğer ölçüde Borçlanma Araçları Piyasası’nda satılan tahvillerin “devlet iç borçlanma senetleri” olduğu, 2013-17 yıllarında ihraç edilmiş bulundukları ve rekabetçi olmayan tekliflerle kamu kuruluşları tarafından (Fon tarafından) satın alınmış olduğu görülebilir. Nitekim bu işlem, Borsa İstanbul Borçlanma Araçları Piyasa verileri ile de doğrulanmaktadır. Sonuçta bu bankaların tahvillerinin, Fon tarafından, portföylerindeki “devlet tahvilleri karşılığında” satın alındığı anlaşıldı. Bir diğer ifade ile, Fon’un aktifinde bulunan ve değeri 110 milyar TL’nı aşan devlet tahvillerinin 10,8 milyar TL’lık kısmı, yasaların etrafından dolanarak “üç devlet bankasına öz kaynak/sermaye yapılmıştır”.

İşsizlik Sigortası Fonu Kaynaklarının Değerlendirilmesine İlişkin Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelikte Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmeliğin 3ncü maddesinde yatırım araçları “Devlet borçlanma senetleri, ters repo işlemleri ve mevduat” olarak açıkça sayılmaktadır. Görüldüğü gibi bunlar arasında “banka tahvili“ yoktur.

Fon kaynaklarının, varlıkların görünür değeri değişmemiş dursa bile, “riskli yatırım araçlarına” aktarılmış olduğu, yapılan açıklamalar ve verilerle sabittir. Kısacası ortada bir suç bulunmaktadır. SPK ve BDDK’nin onay verdiği yolundaki açıklamalar, bu onayın belgelerini kapsamadığı gibi; böylesi bir açıklama, işlemin kanuna/mevzuata uygunluğunu değil, onay verenlerin suç işlediğine işaret etmektedir.

Sonuçta, söz konusu kamu bankalarının sermaye yeterlilik oranlarının niçin düştüğünü araştırmak yerine, dolaylı yoldan ve mevzuata aykırı bir biçimde öz kaynak artışına gitmek ve bunu da, ülkenin “işsizlik sigortası fonunu” kullanarak yapmak, hukuksuzluğun boyutunu katlamıştır.