Hayatın Kırık Yerinden Akanlar: Sessizliğin İçinde Yankılanan İnsan
Kitap boyunca tekrar eden bir duygu var: dinginlik. Bu dinginlik pasif bir kabulleniş değil; anlamın telaşsız aranışı. Yazar, dünyayı düzeltmek istemez; onu anlamaya çalışır. Bu yönüyle onun yazısı modern zamanın panzehiridir. Gürültüyle değil, sessizlikle konuşur
Bazı kitaplar dünyayı anlatmaz; dünyayı onarır. Hande Kavgacı’nın Hayatın Kırık Yerinden Akanlar’ı, böyle bir onarım kitabı. Bir dert kitabı da denebilir ona, ama o derdi saklamaz; gösterir, parlatır, insana ait kılar. Deneme türünün sınırlarını aşan, yer yer bir dua gibi, yer yer bir iç monolog gibi okunan bu metin, kırılgan bir bilincin şiirsel coğrafyasını çizer.
Kavgacı’nın yazısı, bir anlatı değil, bir içsel devinimdir. Her denemede bir adım atar ama o adım bir yere varmak için değildir; anlamaya, kabullenmeye, affetmeye doğrudur. “Kırık” kelimesi, onun sözlüğünde bir eksiklik değil, bir geçit. İnsan kırıldıkça derinleşir, çünkü bütünlük ancak eksiklikten doğar. Kitabın adında gizlenen bu felsefe, tüm metin boyunca kendini yeniden üretir: hayat, tam olduğu yerden değil, kırıldığı yerden akar.
Kitap, İstanbul’un dar sokaklarından başlar. “Sen İstanbul’sun” derken, aslında şehre değil, insana seslenir. O şehrin duvarlarında biriken gölgeler, bir çocukluğun, bir ülkenin, bir kuşağın gölgeleridir. Kavgacı’nın İstanbul’u ne turistiktir ne de yüceltilmiş bir nostaljidir; yaşanmış, solunmuş, çizikleriyle sevilen bir mekândır. Şehrin bozulması, insanın içinin bozulmasıyla eş zamanlı ilerler. “Hangi yanına tutunsam elimde kalıyordu.” derken, aslında çağımızın en insani cümlesini kurar. Tutunacak hiçbir yer kalmadığında insanın elinde kalan tek şey, kendi iç sesidir.
Bu iç sese yöneliş, kitabın her denemesinde biraz daha derinleşir. Kesişim Kümesi bölümünde insanın cesareti sorgulanır. Ancak Kavgacı’nın cesareti savaş meydanlarında değil, gündelik sessizliklerde aranır. Cesaret, burada bağırmak değil, suskun kalabilmek; korkusunu gizlemek değil, onunla yürümektir. “Korkuya rağmen devam etmek” derken, yazar bir felsefi düşünceyi değil, bir yaşama biçimini tarif eder.
Bir Düğümün Çözülüşü bölümünde evrenin yasalarıyla insanın varoluşu birbirine dokunur. Rastlantı, tevafuk, kader... Bunlar Kavgacı’da soyut düşünceler değil, kalbin ritmini anlatan kavramlardır. Evrenin entropisiyle insanın iç karanlığı arasında kurduğu paralellik, kitabın en çarpıcı anlarından biridir. Yazar, termodinamiği bir yaşam dersi gibi okur: “Zaman yalnızca ileriye akar.” Bu cümle, bilimin değil, farkındalığın cümlesidir. Çünkü insanın en büyük yanılgısı, geçmişi dönüştürmeye çalışmak; oysa Kavgacı’ya göre kurtuluş, geçmişi onarmakta değil, onu kabul etmektedir.
Kitabın dokusu, felsefi göndermelerle dolu olmasına rağmen asla ağırlaşmaz. Aksine, her düşünce bir damla gibi akar. Proust, Tanpınar, Farabi, Tolstoy, Dickinson, Nietzsche, Carl Sagan… Hepsi bu kitabın içinden sessizce geçer, ama hiçbiri yazarı gölgelemez. Kavgacı, alıntı yapmaz; onlarla konuşur. Bir denemesinde Proust’un hatıra tanımını hatırlatırken, başka bir sayfada Tanpınar’ın zamanın akışına dair huzursuzluğunu hatırlatır. Fakat bu göndermeler, bir bilgi gösterisi değil, düşüncenin nabzını tutma biçimidir.
Yazarın dili, su gibidir: berrak ama derindir. Her kelime yerli yerindedir, her cümle bir nefes gibi düzenlenmiştir. Okur, onun cümlelerinde ritim duyar. O ritim, hem sakinlik hem de sarsıntı taşır. Bir cümlenin içinde insanı düşündürürken, bir diğerinde içini burkar. “Yitirilmiş Eşyalar Atlası” bunun en güzel örneğidir. Bir çift çorabın çekmecede bekleyişinden bir hayatın tüm sessiz acılarını çıkarır. Eşya, burada hatıranın kabuğuna dönüşür. Unutulamayan şeyler, aslında tamamlanamayan hikâyelerdir.
Kavgacı’nın denemelerinde kadın duyarlılığı görünmez bir omurga gibidir. Kadın olmak, bu metinlerde bir tema değil, bir algıdır. Dünyayı içten, dikkatle, sabırla dinleyen bir algı. Yazının içinde erkek yazarların akılcı mesafesi yoktur; burada kalp konuşur, ama o kalp duygusal değil, bilge bir kalptir. Kavgacı, duygusallığı bir zayıflık değil, bir sezgi biçimi olarak yeniden tanımlar.
Kitap boyunca tekrar eden bir duygu var: dinginlik. Bu dinginlik pasif bir kabulleniş değil; anlamın telaşsız aranışı. Yazar, dünyayı düzeltmek istemez; onu anlamaya çalışır. Bu yönüyle onun yazısı modern zamanın panzehiridir. Gürültüyle değil, sessizlikle konuşur.
Hayatın Kırık Yerinden Akanlar, yalnızca bir deneme kitabı değil, bir yaşam biçimi önerisidir. İnsan, evrenin artan entropisine karşı ancak üç şeyle direnebilir: empati, etik ve sadelik. Kavgacı, bu üçlüyü bir reçete gibi değil, bir hatırlatma olarak sunar. “Birine teşekkür etmek bile direnmektir.” demese de, yazdıkları bu cümleyi duyurur.
Kırılmak, bu kitapta yenilmek değildir. Kırılmak, yeniden doğmak için bir ön koşuldur. Her deneme, bir yenilenme ânıdır. Her cümle, hayatın ağırlığını bir nebze hafifletir. Kavgacı’nın metinleri, okuru tam da bu yüzden sarsar: Çünkü insan kendi kırığıyla yüzleştiğinde iyileşir.
Son sayfa kapandığında, kitap bitmez. Sessiz bir yankı kalır. Belki bir ses, belki bir koku, belki bir çocukluk eşyasının solgun anısı. Çünkü Kavgacı’nın dediği gibi: “Hayat, kırık yerlerinden akıp gidenlerle anlam bulur.” Bu cümle, bir kapanış değil, bir yeniden doğuştur.
Hayatın Kırık Yerinden Akanlar, yavaş okunan, hızlı iyileştiren bir kitap. Her cümlesi, insanın kendi içine tuttuğu küçük bir lambadır. Ve o ışık, kırık yerlerden sızdığı için daha gerçektir.