Güreş’in Paganini’si HÜSEYİN AKBAŞ

Hüseyin Akbaş’ı da Maltepe’deki salonumuzda tanıdım. Aynı mindere ter döktük, aynı soyunma odalarında soyunduk, aynı duşta yıkandık. O büyük bir şampiyondu, biz ise onun gibi şampiyon olma düşleri kuran ecemilerdik.

Sağ ayağı diye yazar kimi yazarlar, sol ayağı sakattı aslında. Yürürken sol bacağını biraz yana açarak fırlatırcasına öne doğru atardı. Bu yüzden sanırım askerlik de yapmamıştı. Hep daha uzun attığı sol ayağı, minderde de önde dururdu. Sanki güreş rakiple bu ayak arasında geçecektir. Karşısındaki kim bilir kaç kez sıkılanmıştır bu ayağı tutmaması için. Bütün başarısını, güreşinin özelliğini, o eşsiz tekniğini, stilini bu sakat bacağa borçluydu. Nasıl kırıldığının öyküsünü de dinledim yakın arkadaşlarından. Akbaş’ı şampiyonluklara götüren o bacak, bir değil, iki kez kırılmış hem de… Kısaca birini anlatayım size. Dağdan kesip aşağı doğru yuvarladıkları bir tomruğu ayağıyla durdurmak isterken kırmış.

 O da bir köy çocuğu. Tokat’ın Almus kasabasının Muhat köyünde 1933 yılında Çerkez bir ailede dünyaya geldi. Çayırlarda başladı güreşe. Spor salonlarından, güreş kulüplerinden uzak, bütün birikimi çayırlara dayanan bu genç, kim bilir kimden aldığı akılla Tokat’taki bir bölge seçmesine girmeye karar vermiş. Yol parası yok, kırk kilometrelik yolu yayan gidecek ama han parası da yok. Sürüsünü bir çoban arkadaşına emanet etmiş, yanına bir sepet de yumurta almış han parasını ödemek için. Tokat’taki seçmelere katılmış. İyi güreşmiş ama haksızlığa uğramış. Bir emniyet yetkilisi sahip çıkmış hakkı yenen bu sakat çocuğa, Türkiye şampiyonasına gitmek üzere zar zor takıma sokmuş.

1953 yılında ilk kez katıldığı Türkiye şampiyonasında Hasan Gemici, Ahmet Bilek gibi büyük şampiyonları yenerek birinci oldu. Tam o günlerde (1952) dünyanın gelmiş geçmiş belki de en iyi hafif sıkleti olan hemşerisi Ali Yücel, İsveç’teki bir saat hırsızlığı yüzünden boykot cezası almıştı. Karşısına o da çıksaydı, eşsiz bir maç olacağı kesindi, ancak sonuç ne olurdu bunu kestirmek zor. Ali Yücel minderden çekilince rakiplerinin sevinci uzun sürmedi, daha güçlü bir başka Tokatlı çıktı karşılarına. Yabancı hafif sıkletlerin bile “Bıktık bu Tokatlılardan” dedikleri söylenir.

1954 yılında Tokyo’da yapılan dünya şampiyonasında 52 kiloda ay yıldızlı mayo Akbaş’ın sırtındaydı. İlk güreşinde Filipinli rakibi Papila’yı 49 saniyede tuşlayarak başladı maçlara. Sonra İranlı, Amerikalı, Japon… Karşısına kim çıktıysa yendi. En güçlü rakiplerinden Sovyet güreşçi de ona tuş olmaktan kurtulamadı. Dünya şampiyonalarında başarıları böyle devam etti, topal bacağıyla büyük zaferlere yürüdü. Ne yapıyordu o bacağını? Rakibe uzatıyor… Kaptırdığı sakat ayağını rakibin bacakları arasına sokuyor, uzun kollarıyla arkadan kavrıyor, ‘çiviye oturma’ dedikleri bir oyuna geçiyor. Tepesinin üstüne dikiveriyor hasmını. Topal bacağını sırasında bir el gibi kullanabiliyor. İç, dış çangalları eşsiz. Ünlü keman virtüözü Paganini’nin sakat koluyla çaldığı kemanı kimse çalamazmış, kolunda şeytan olduğu konuşulurmuş. Akbaş da öyleydi, sakat bacağında şeytan vardı sanki. Dört dünya şampiyonluğunun yanı sıra iki kez de Dünya Kupası birincisi oldu. Aslında altı kez dünya şampiyonu olduğu da söylenebilir.

Hırslıydı, azimliydi, yenildiği adamı kolay unutmazdı. Her nasılsa bir Bulgar güreşçisi onu yenmişti, Necdet adında Türk asıllı bir güreşçi… Balkan şampiyonalarına genellikle genç güreşçiler götürülür, bir şampiyonaya hocaları Akbaş’ın yerine daha genç birini götürmek istemişler. Yenildiği adamı, Necdet’i unutamamış Akbaş, içine dert olmuş. Hocalarına ağlayarak girmiş takıma. Minderde Necdet’i bir kez daha yakalıyor, kaldırıp kaldırıp vuruyor; yenmiyor, perişan ediyor. Adam durumu anlayınca kendiliğinden sırt üstü yatıp canını kurtarıyor.

Akbaş çok kilo düşüyordu, on-on iki kilo düştüğü söylenir. Sıcak Fin hamamlarından evine arkadaşlarının sırtında yarı baygın gelirdi. Olimpiyat rüyası belki de bu yüzden gerçekleşmedi, katıldığı üç olimpiyatta da bir türlü birincilik kürsüsüne çıkamadı, ya ikinci oldu ya üçüncü. Altı kez dünya şampiyonu olmuş birinin, olimpiyatlarda bir kez olsun altına uzanamaması çok az sporcunun başına gelirdi. Biz buna “şans” desek de, elbette hepsinin bir nedeni vardı. Kilo sorunu bunlardan en önemlisiydi. Başka nedenler de konuşulur. Söz dinlemez bir yanı vardı, yaramaz çocuklar gibi eli dursa dili durmazdı.  Azimliydi, hırslıydı, korkusuzdu, ama çok disiplinli olduğu söylenemezdi. Memleketine düşkündü. Sık sık Ankara’yı, kulübünü bırakıp köyüne gidiyor, antrenmansız kalıyordu. Bazı yanlışlar yapılmasaydı, yedi altın madalya kazandığımız 1960 Roma Olimpiyatlarında sekizinci altın madalyayı onun boynunda görebilirdik. Roma Olimpiyatları’ndan kısa bir süre önce, omzundaki bir sakatlık düzelmeye başlarken, İstanbul’da Pakistanlılarla yapılan bir özel karşılaşmada bir üst sıklette güçlü bir rakiple güreştiğini, sakatlığının yeniden nüksettiğini, bunda bir hocanın hatası olduğunu Vehbi Emre yazmıştı. Anılarında ad vermese de o hocanın kim olduğunu tahmin edebiliyoruz. 1960 Roma Olimpiyatları’nda antrenör Celal Atik de ondan çok umutlu değildi, yaşamının en kötü maçlarını yaptı, üçüncü turda elendi. Çok istediği olimpiyat şampiyonluğu ikinci kez elinden kaçtı.

1960’lı yılların başında Maltepe’deki salonumuzda gene göremez olduk onu. Köyüne gittiğini duyuyorduk. Güreşi bıraktığı konuşuluyordu. 1964 Tokyo Olimpiyatları yaklaşırken gene çıkıp geldi, antrenmanlara başladı. Ben o yaşta bile iki hafta antrenmanlara gelmemenin bize ne kaybettirdiğini iyi bilirdim, ama büyük şampiyon düşünmezdi böyle şeyleri. Antrenmanlara başladı ya, nefes kalmamış. Ayrıca epey de kilo düşmesi gerekiyor. Minderden inerken yeni güreşe başlamış biri gibi zor soluk alıp veriyordu. Bu haline bakıp, “Bu adam bu vaziyette nasıl olimpiyat şampiyonu olacak?” demiştim. Ama o kararlı, azimli, hırslı… Antrenmanlarımız bittikten sonra hem kilo düşmek, hem nefesini açmak için salonda fazladan koşular yapıyordu. Eski formunu yakalamak için epey çalıştı.

1964 Olimpiyatları’ndan önce serbestteki seçmeler bizim Maltepe’deki salonda yapıldı. Seyirci yoktu salonda, basın mensupları ve güreşçiler vardı. Benim unutamadığım iki üç maçtan biri Hüseyin Akbaş ile hemşerisi Bekir Aydın arasında geçti. Akbaş’ın yokluğunda kısa bir süre sahip olduğu ulusal mayoyu vermek istemese de Bekir’in işi zordu. Bekir Aydın vücudu düzgün, güçlü, iyi bir güreşçiydi aslında, ama ustasından korktuğu belliydi. Niye yalan söyleyeyim, benim gönlüm Bekir Aydın’dan yanaydı. Yeni ele geçirdiği ay yıldızlı mayoya daha doymamıştı. Bir ya da iki kez dalıp bastırdı Akbaş, sanırım iki puanla maçı aldı. Maç sonunda Bekir Aydın elini öptü, kısa bir süre taşıdığı mayoyu yeniden ustasına verdi.

Bir türlü ulaşamadığı altın madalya için 1964 Tokyo Olimpiyatları’nda üçüncü kez şansını denedi Akbaş. Bütün rakiplerini yenerek finale kaldı. Japon ile şampiyonluk güreşine çıktı. Japon seyircilerin önünde müthiş bir maç, kafa kafaya giden bir kapışma. Akbaş’ın yakın arkadaşı Mustafa Dağıstanlı’nın seyretmeye yüreği dayanmıyor, bu maçın yıllarca aynı evde kaldığı arkadaşı için ne denli önemli olduğunu biliyor. Bunca güreş seyretmiş Dağıstanlı heyecandan mindere bakamıyor, dışarı atıyor kendini, tuvaletlere yakın bir yerden, seyircilerin seslerine kulak vererek izliyor maçı. Salondan gelen seslerden, gürültüden maçın nasıl gittiğini anlayabiliyor. Sonlara doğru salonda kıyamet kopuyor sanki, seslerden arkadaşının yenildiğini anlıyor Dağıstanlı. Akbaş’ın üçüncü ve son olimpiyat hayali de gene düş kırıklığıyla bitiyor.

Benim “güreşin Paganini”si dediğim bu efsane şampiyon, bir ara Almus’ta belediye başkanı da seçildi,  15 Şubat 1989 tarihinde aramızdan ayrıldı. Onu da saygıyla, özlemle anıyorum.