HDP sorunu

Çok partili hayata geçtiğimiz 1946’dan bu yana 28 siyasî parti kapatıldı. Anayasa Mahkemesi’nin henüz kurulmadığı dönemde Millet Partisi’nin (Ocak 1954), ardından Demokrat Parti’nin (Eylül 1960) kapatılmasıyla başlayan süreç, Demokratik Toplum Partisi’nin kapatılmasıyla (Aralık 2009) sona erdi.

Anayasa Mahkemesi’nin parti kapatma gerekçeleri Devlet’in üç temel korkusuyla ilgiliydi: Komünizm, Şeriatçılık ve Bölücülük. Birincisiyle, ülkenin entelektüel birikimini iki kez kökünden sökerek çok başarılı biçimde mücadele ettiler; sonunda müstevliler ikincisini iktidara getirip, üçüncüsünü ikincisinin himayesine verdiler.

Ceza Kanunu’nun (TCK) 141-142. Maddeleri “sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde tahakkümünü tesis etmek vs...” diyerek her türlü sosyalist örgütlenmeyi; 163. Maddesi, “Devletin sosyal veya ekonomik veya siyasi hukuki temel düzenini, kısmen de olsa dini esas ve inançlara uydurmak amacıyla vs...” diyerek her türlü şeriatçı örgütlenmeyi; Siyasi Partiler Kanunu’nun 81. Maddesi, siyasî partiler “azınlıklar bulunduğunu ileri süremezler, azınlık yaratarak millet bütünlüğünün bozulması amacını güdemezler vs...” diyerek her türlü bölücülüğü denetliyordu.

Nakşibendi Dergâhı müridi Turgut Özal, 24 Ocak Kararları’nın üst yapısını oluşturmak için 1991 yılında bütün bu mekanizmaları kaldırarak Devlet’e karşı işlenen suçları “Terörle Mücadele Yasası” içinde topladı.
2002’de iktidara getirilen AKP’nin bağa bostana girer gibi bütün devlet kurumlarına dalması, en pervasız biçimde “laiklik karşıtı hareketlerin odağı” hâline gelerek ümmet ideolojisiyle hegemonya kurmaya çalışması, PKK’yle “açılım” adı altında deneysel uygulamalara girişmesi, kuruculuk vasfı taşımayan bir meclis çoğunluğuyla Anayasa’ya müdahale ederek rejimi değiştirmesi, hep bu yasal boşluk sayesinde mümkün oldu.
Ülkemizde sosyalist partiler bile bölücülük nedeniyle kapatıldılar. Mesela Türkiye İşçi Partisi, Temmuz 1971’de Anayasa’nın 57. Maddesi’nde yer alan “Devlet’in ülkesi ve milletiyle bölünmezliği temel ilkesi”ni ve SPK’nın, yukarda belirttiğimiz 81. Maddesini ihlal gerekçesiyle; kurucularından ve yöneticilerinden biri olduğum Sosyalist Parti de Temmuz 1992’de aynı gerekçelerle kapatıldı.

Ancak bu partilerin hiçbiri, dağdaki bölücü terör örgütüne asker alma dairesi olarak hizmet etmedi; sahip olduğu belediye imkânlarıyla dağdaki eşkıyaya sıcak yemek göndermedi; “Apo’nun heykelini dikeceğiz, heykelini!” diye efelenmedi; TBMM koridorlarında “Biji Serok Apo!” diye (2 Mayıs 2016) slogan atmadı; seçimlerden önce halkın önüne çıkıp şenlikli sonsuz demokrasi, 36 etnik gruba kucaklayıcı “demokratik” özgürlük vaat edip, seçimlerden sonra “Biz sırtımızı YPG’ye, YPJ’ye dayıyoruz” diyerek tam bir “demokratik!” sahtekârlık örneği sergilemedi.

HDP’nin hendek savaşında dibe vurup taban kitlesini kaybettikten sonra düzen partileri (CHP, İP vs) tarafından ve AKP’nin himayesi altında adım adım meşruiyet platformuna nasıl taşındığını gördük.
HDP’nin kesinlikle kapatılması gerekirdi. Bugüne kadar kapatılan 28 siyasî partinin hiçbiri kapatılmayı HDP kadar hak etmemiştir. Fakat AKP, Amerika ve Avrupa’yı gücendirmemek ve yeni bir taktik “açılım” imkânını zulada tutmak için HDP’ye dokunmadı. Afrin kuşatması sırasında YPG güçlerinin otobüslerle şehri terk etmelerine izin verilmesi de aynı mantığın ürünüdür.
Şimdi üç belediyeye kayyum atandı diye bazıları seviniyor, bazıları da “demokrasi” diye feryat ediyor. Adamların seçilmek için gerekli şartlara sahip oldukları saptanmış, Devlet tarafından ceplerine para konulmuş, “demokratik” biçimde seçilmişler, mazbatalarını almışlar. Elbette belediyeyi PKK’nin hizmetine verecekler. Bu durumu önceden önlemek varken, belediyeleri önce HDP’ye teslim etmenin; daha sonra Reis’in resimlerini duvara asan valileri televizyonda eski sıkıyönetim komutanları gibi konuşturarak, insanları sokakta gazlayıp döverek kayyum atamanın sebebi ne olabilir?

İki sebebi olabilir: devletin bir kesimi tehlikeyi görerek Saray Hükümeti’ne baskı yapmış olabilir; ya da Saray Hükümeti, HDP’nin bölge insanını kışkırtmasına imkân hazırlayarak bir tür “Takrir-i Sükûn” ilanına zemin hazırlıyor olabilir. İnsanın aklına üçüncü bir ihtimal gelmiyor. Ya önlem ya da bilinçli provokasyon. Göreceğiz.

Arkasında sağlam bir muhafız olan yeni bir anayasanın içine değil de kapağına, granit harflerle, “Türkiye Cumhuriyeti’nde etnik ve dinî amaçlı siyasî faaliyete kesinlikle izin verilemez” gibi bir ilke yazılmadıkça, ümmete dönüşmenin ve kanlı iç boğuşmalarla bölünmenin eşiğinde yaşayacağımızı unutmayalım. Devlette ve siyasette etnik ve dinî örgütlenme önlenmedikçe kimse “çağdaşlık”tan, demokrasiden, sosyalizmden, sınıf bilincinden söz etmesin; faydası olmaz.