Koray Gürbüz

krgurbuz@gmail.com

Son Yazıları

Veda...

Değerli okuyucularım, Her hafta Pazartesi günleri gerçekleşen kavuşmalarımızın son gününde sizlere çok teşekkür ederek başlamak istiyorum. 2015’ten beri her Pazartesi, yazılarımı okudunuz, sosyal medyada paylaştınız, yorumlar yazdınız ve en önemlisi beni hayatınızın bir parçası yaptınız. Tüm bunlar için hepinize çok teşekkür ederim. Sizler sayesinde ben de dilim döndüğünce Türk milletinin duygularına tercüman olmaya, bildiğim konularda da fikir vermeye gayret ettim. Geçen bunca zaman içinde sizlerden de çok şey öğrendim. Türk milletine olan inancım binlerce kat arttı. 7.000 yıllık Türk toprağı olan Anadolu’nun sonsuza kadar Türk kalacağına dair değişmez kanaatim perçinlendi. Ne mutlu bana ki Türk milletinin bir evladı olarak doğmuşum, ne mutlu bana ki Türk milletinin sevgisine ve ilgisine biraz da olsa mazhar olmuşum.Ancak her güzelliğin olduğu gibi “köşe yazarlığının” da bir sonu var. Yaklaşık dört yıl süren birlikteliğimizde sizlere daha fazla layık olabilmek için hiç durmadan okudum, alanının en iyisi olan uzmanlarla konuştum ve her hafta önemli bir konuyu sizlere aktarmak için didindim. Şükürler olsun ki tek bir Pazartesi bile yazmaya ara vermedim. Bu konuda çok da teşvik gördüğümü söylemek isterim. En başta Gazi arkadaşlarım ve Şehit Ailesi dostlarım gönüllü motivasyon hocalarım gibi oldular. Bazen çok yorulup “tek satır bile yazamam herhalde” dediğim anda bile yeniden başlamama ve sizlere ulaşmama aracı oldular. Bu sayede kendimi bir an bile yalnız hissetmedim. Bu süre zarfına Aydınlık Gazetesinin çalışanlarından da büyük destek gördüm. Her zaman anlayışlı, her zaman dikkatli ve samimi davrandılar. Üzerimde hakları çoktur; hepsine kucak dolusu sevgiler gönderiyorum.Ve son olarak yazarlık sürecimin başından beri bana sonsuz destek veren Sayın Doğu Perinçek’e, Aydınlık Gazetesi’nin genç ve çok değerli yöneticileri olan İlker Yücel’e ve Çağdaş Cengiz’e, Vatan Partisi Şehit Aileleri ve Gazilerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı, sevgili Gazi dostum Erten Acır’a ve yazılarıyla bana ilham veren değerli komutanlarım Sayın Soner Polat’a ve Sayın Cem Gürdeniz’e çok teşekkür ederim. Bu süreci benim için çok kolaylaştırdılar.Elbette tüm Gazi arkadaşlarıma da bir kez daha teşekkür etmek istiyorum. Rehabilitasyon Merkezi’nde her Pazartesi yazımı okuyan, beni görür görmez de yazılarım üzerine konuşmak için bekleyen dostlarıma sonsuz teşekkürler. En büyük teşekkürüm de siz okuyucularıma olsun. Bıkmadan usanmadan yurtiçinden ve yurtdışından mesaj attınız, telefon açtınız, güzel dostluklar kurdunuz benimle. Sizler sayesinde hiç yalnızlık hissetmedim. O halde şimdi huzur içinde tüm okuyucularıma veda edebilirim. Hepinizi çok sevdiğimi bilin. Mustafa Kemal’in ışığı büyük Türk milletine rehber olsun. Hoşçakalın...

Yazının Devamı

Dünyanın düzeni değişirken

Son yılların en önemli tartışma konularından biri “Çöken Amerikan İmparatorluğu”. Ancak azılı Amerikancılar, ellerindeki neredeyse sınırsız imkanla bunun asla söz konusu olmayacağını söylüyorlar. Oysa tam da bu cümleler yüzünden Amerika’nın çöküşe geçtiğini düşünmemiz gerekir. Zira bir şeyin “konuşulabilir” noktaya gelmesi bile çok ama çok önemli bir aşamadır. Elbette kimse ABD imparatorluğunun birkaç günde ya da yılda güçten düşeceğini söylemiyor. Ya da ABD’nin çaresiz olduğundan, hiçbir şey yapamayacağından bahsetmiyor. Sadece gidişatı analiz ediyorlar. ÇİN VE RUSYA GERÇEĞİAslında çok uzağa gitmeye gerek yok! Kendi tarihimize bakarak bile İmparatorlukların ne kadar sürede yok olacağını tahmin edebiliriz. Temel tarih kitaplarında da denir ya Kanuni’yle zirveye ulaşan Osmanlı İmparatorluğu bir süre sonra “duraklama ve dağılma dönemine” girmiştir ve bu süre yaklaşık 1576-1918 arasını kapsamaktadır. Yani İmparatorluk hala imparatorluktur ama bazı şeyler eskisi gibi değildir. Doğal olarak örneğin 1600’lerin sonunda yaşayan bir aydınla 1700’lerin ortasında yaşayanın İmparatorluk algısı arasında fark vardır. Hele hele 1900’lere geldiğimizde artık sokaktaki insanlar bile acı gerçeği görmeye başlayacaklardır. O halde ABD’nin çökmeye başladığını söyleyenlere dönüp “Olur mu öyle şey!” diye atarlanmanın alemi yok. Çünkü göstergeler ortada! Kimsenin yadsıyamayacağı bir Çin gerçeği yükseliyor Uzak Asya’dan. 1991 sonrasında bir daha asla ayağa kalkamaz denilen Rusya Federasyonu adeta küllerinden doğmuş durumda ve “bölgesel denklemleri” en çok etkileyen ülke konumunda. Gürcistan’da oldu-bittilere fırsat vermediği gibi, Ukrayna’nın da ABD’nin talimatlarıyla giriştiği provokatif eylemlerine aynı sertlikte ve kararlılıkla cevap veriyor. ABD, YENİ HAYAL VEREMİYORABD, ne kadar yüklenirse yüklensin Suriye’de oluşan Rusya, İran, Türkiye, Suriye işbirliğini ortadan kaldıramıyor. Hatta öyle ki ABD’nin “stratejik ortağı” artık terör örgütü PKK ve onun Suriye kolu PYD/YPG/SDG olmuş durumda. Almanya’nın hatta İngiltere’nin bile ABD politikalarını sorgulamaya başladığı bu dönemde ABD’nin sadece “terör örgütleriyle” işbirliği yapabiliyor olması da başlı başına bir “çöküş” işareti değil mi?Tüm bunlara bir de “söylem üstünlüğünü kaybeden ABD” gerçeğini eklerseniz tablo tamamlanıyor. Zaten ABD en çok, kitlelere “yeni bir hayal” veremediği için çöküyor. Dünyanın dört bir yanında insanlar ABD’nin merkezinde olduğu “tek kutuplu” dünyanın kan, eşitsizlik ve gözyaşı getirdiğini görüyorlar. Tarihin çarkları ABD’yi mecburi olarak daha büyük sorunlara doğru itiyor.O halde Türkiye’nin de bu gerçeğe uygun olarak planlar yapması ve değişime dönük uygun adımlar atması şart. O devlet ne der, bu devlet ne yapar demeden “Türkiye’nin çıkarı ne?” sorusuna odaklanmak en doğru yaklaşım olur. Hiç unutulmamalıdır ki Türkün 7 bin yıllık öz yurdu olan Anadolu’yu sonsuza kadar Türk yurdu olarak muhafaza etmek herkesin temel görevidir. Bu kutsal görevi yerine getirmek için de her şeyin Türk milleti için ve Türk milletine göre analize tabi tutulması, Türkiye’nin yüksek menfaatleri dışında hiçbir düşüncenin analizin merkezine konulmaması mecburidir. Dünyanın düzeni değişirken eski alışkanlıkların terk edilmesi şarttır. Çünkü bu dönemdeki imparatorluklar eski imparatorluklardan çok daha hızlı dibi görecektir.

Yazının Devamı

Kahramanlarını unutan milletler geleceği güvenle kucaklayamaz!

Bundan tam 10 yıl önce Türk milletinin en güzel evlatlarından biri olan Gazi emekli Albay Abdülkerim Kırca, uçmağa vardı. PKK’yla kararlılıkla mücadele eden, vatanın ve milletin birliği için kurşunlara göğüs geren ve gazi olan bu değerli komutanın aile üyeleri o dönemde gazetelere verdikleri mesajda şöyle diyordu: "Vatan mücadelesinde ilk önce kanını, bedenini daha sonra da canını feda eden malûl Gazi emekli Jandarma Albay Abdülkerim Kırca, 19 Ocak 2009 tarihinde vefat etmiştir. Merhumun kendisine sıktığı kurşun; haksızlığa, iftiracılara, gerçeğe aykırı ve maksatlı yayın yapan bir kısım medyaya, ülkemizi bölmek isteyen vatan hainlerine ve teröre karşı sıkılan bir kurşundur."Acı ama gerçek bu! Bu ülkenin en kahraman askerlerinden biri olan Abdülkerim Kırca hakkında o dönemin "operasyon gazeteleri" şöyle manşetler atıyordu: "Çeteci!", "Katil!..." Peki bu manşetleri atanlar neye dayanarak böylesine ağır iftiraları atıyorlardı? Kimdi bu iftiraların kaynağı? Tabii ki bir "PKK itirafçısı" ve yabancı istihbarat örgütlerinin kuklası olan bir PKK’lı... Yani Türk milletinin aslanlarından birini "zamanın operasyon gazeteleri" ve o gazetelerin sözde yazarları PKK’lılara boğdurmaya çalışıyordu.

Abdülkerim Kırca

Böylesi bir durum elbette çok zordu kahraman albay için. İntiharından hemen önce avukatına şöyle diyecekti: "O hale geldik ki, teröristler bizden kıymetli oldu. Teröristlerin açıklamalarını doğruymuş gibi sayfa sayfa yazıyorlar. Bunlar çok ağırıma gidiyor. Bizler boş yere mi şehit olduk, gazi olduk anlamıyorum. Sanki görev yaptığımız için suçlu hale geldik!" Abdülkerim Kırca ölüme yürürken muhtemelen hala bu sözlerin etkisindeydi, kalbi kırılmıştı, canı yanıyordu tıpkı Ali Tatar gibi, tıpkı Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk gibi "kumpas davalarında" haksızca cezalandırılan Türk askerleri ve aileleri gibi. Ve Albay Kırca aramızdan uçup gitti. Geriye "onurlu bir hayat" ve Türk milletinin duaları kaldı. Ancak ona iftiralar attıran odakların bir kısmı tasfiye edilmiş olsa da büyük Türk milleti için tehlike hala geçmedi. Zira Türk milletine karşı taarruz halinde olanlar çok iyi biliyorlardı ki bir milleti bölmek, aşağılamak, yıkmak istiyorsanız ilk önce onların kahramanlarını "itibarsızlaştıracaksınız!" Emperyalizm de bunu yapıyordu! Hedef Abdülkerim Kırca’nın "yaralı bedeni" değildi, asıl hedef Türk milleti için canını seve seve ortaya koyanlar için Abdülkerim Albay’ın ifade ettiği "değerdi." Kırca Albay, Türk kahramanlığının ve fedakarlığının ete kemiğe bürünmüş hali olduğu için hedefteydi. Bu yüzden en acımasız iftiraları attılar, en galiz küfürlerle saldırdılar ona. İstediler ki ondan sonra hiçbir Türk genci vatanı için mücadele etmeyi düşünmesin ve Türk milleti emperyalizmin karşısında boyun eğsin! Ama Türk demek aynı zamanda "boyun eğmemek" demekti. İşte Abdülkerim Kırca da tam 10 yıl önce kullanamadığı bacaklarına inat dimdik ayağa kalktı. Ailesinin dediği gibi o tek kurşun: "Haksızlığa, iftiracılara, gerçeğe aykırı ve maksatlı yayın yapan bir kısım medyaya, ülkemizi bölmek isteyen vatan hainlerine ve teröre karşı sıkılan bir kurşundu." Böylece tüm dünyaya tekrar aynı mesajı vermiş oldu kahraman Albay: "Türk’e diz çöktüremezsiniz!" O, hayatının her anında kendini Türk milletine borçlu hissederek yaşadı. Ancak onun görevi artık bitti. Şimdi Türk milletinin, görevi devralma ve kahramanlarını unutmama zamanı. Çünkü kahramanlarını unutan milletler geleceği güvenle kucaklayamazlar. Milletler ancak kahramanlık geleneğini canlı tutarak ayakta kalırlar. Bu yüzden Abdülkerim Kırcaları, Ali Tatarları, bu ülkenin birliği için mücadele ederken toprağa düşen kahraman Mehmetçikleri ve tarih boyunca Türk’ün varlığını devam ettirmek için bedel ödeyen herkesi yaşatmak gerekir. Unutulmamalıdır ki kahramanlarını yaşatmayı bilen milletler, devletlerini yaşatmayı da bilecektir.

Yazının Devamı

Yeni ‘Bozkurt’lar yeni ‘Toros’lar

Türk milletinin büyük liderlerinden KKTC’nin kurucu Cumhurbaşkanı ve Türk Mukavemet Teşkilatının (TMT) önderlerinden “Toros” kod adlı Rauf Denktaş’ın uçmağa varmasının üzerinden yedi yıl geçti. Türklük bilinciyle dopdolu, millete adanmış bir hayatın ardından geride bıraktığı boşluk sadece KKTC için değil Astana’dan Bosna’ya Ankara’dan Bakü’ye kadar tüm Türk dünyası için büyük kayıptır. Böylesi büyük şahsiyetler ancak şanslı milletlerin içinden çıkarlar ki Türk milleti de o şanslı milletlerden biridir.LİDERLERİN MİRASIAncak milletler kendi içinden çıkardıkları büyük devlet adamlarına sadece gözyaşı dökerek sahip çıkamazlar. “Beni görmek demek mutlaka yüzümü görmek demek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu yeterlidir” sözleriyle Atatürk’ün işaret ettiği gerçek de budur. Milletler, büyük liderlerini anlayarak ve onların mücadelesini ilerleterek liderin mirasına sahip çıkabilirler. Başka türlüsü zaten mümkün değildir.Gelinen noktada, Anadolu’yu 7 bin yıldır yurt yapan büyük Türk milletinin son yıllarda karşı karşıya kaldığı emperyalist kuşatmayı görünce millete güç, güven ve kudret veren büyük liderlere duyulan ihtiyaç da, doğal olarak arttı. Düşünsenize bugün sadece Kıbrıs’ta Türklük mücadelesi vermekle yetinmeyen “büyük Türk milletinin” yanında ta İsviçrelere kadar gidip “Ermeni Soykırım iddiaları emperyalist bir yalandır!” diyen bir büyük “mücahit” olsaydı ne güzel olurdu. Ya da Türk’ün Ege’den ve Akdeniz’den kovulmak istendiği bir günde “Kendinizden emin olunuz, Anavatana güveniniz. Anavatanın bir ağacının yaprağına bile zarar gelmemesi için titiz davranınız, duygulu davranınız. Anavatana gelecek her zarar biliniz ki on misli ile, belki de yüz misli ile bize de zarar verecektir...” diyen bir Denktaş olsaydı ne harika olurdu.GERİ GELMEYECEKLERFakat bu mümkün değil. Denktaşlar da Ebulfez Elçibeyler de geri gelmeyecekler. Ama milletlerin ayakta kalma mücadelesi devam edecek. Bu noktada Türk milleti için tek seçenek var: Büyük liderlerin ortaya çıkmasını sağlayacak bir düzen kurmak! Ancak düşünüldüğü kadar kolay değildir daha adil, daha eşitlikçi, akla ve bilime dayalı bir düzen kurmak. Tıpkı bir ağaç dikmek gibi emek ister, sabır ister. Bir gün sonraya değil 100 yıl sonraya odaklanmayı gerektirir. 10 santimetrelik fidana bakıp 100 yıl sonraki ormanı görebilmek gibidir. Öyleyse en kötü ihtimalle bugün bir fidanlar dikilmiş olsa Türk milleti kendisini yine aydınlık günlere ulaştıracak Mustafa Kemalleri, Rauf Denktaşları yetiştirebilecektir. Tek bir lider yetiştirmekse bazen milletin yüzlerce yıllık makus talihini yenmek ve mucizeler çağını başlatmak anlamına gelecektir.İşte adını Anadolu’nun Türk otağı olan Toros Dağlarından alan Rauf Denktaşların tarihimizdeki rolü de böyle olmuştur. O; Türk bayrağının dalgalandığı KKTC için ve Anavatan Türkiye için, büyük Türk milletinin onurlu bir evladı olarak ayağa kalkmıştır. Onun gibi vatan aşığı olduğunu düşünen Türk çocukları için takip edilecek yol: Türk milletinin özgürlük ve bağımsızlık yoludur. Biliyorum ki bu topraklar yeni “Bozkurt”lar, yeni “Toros”lar yetiştirecektir. Türk; kanıyla tutunduğu bu toprakları asla terk etmeyecektir!

Yazının Devamı

Mustafa Kemal ve umut

Son yıllarda, dost sohbetleri dahil, hemen her yerde “olumsuzluklar” üzerinden konuşulduğuna şahit oluyorum. Kimi “Bu ülke artık bitti!” diyor, kimisi “Yurtdışına gitmek lazım!” diye başlatıyor cümleyi. Doğal olarak anlatılan karanlık hikayeler, dinleyenleri de etkiliyor. Birazcık daha umutlu olanlar bile geleceğe dair olumlu beklentilerini törpülemek zorunda hissediyor kendilerini.Oysa ben “umutsuzluğun da tıpkı umut gibi “tamamen kişiye” bağlı olduğunu ve kim, neyi, nasıl görürse öyle konuştuğunu düşünürüm. Yani karanlık bir gelecek hikayesi anlatanlar aslında “objektif bir analizi” değil tamamen kendi özgün bakış açılarını anlatmış oluyorlar. Zira biliyorum ki aynı verilerle yola çıkıp geleceğin çok güzel olacağına inananlar ve bu inancın gereğini yapanlar da var. Tıpkı 1919 koşullarında olduğu gibi...Muhtemelen 1919’un ilk günlerinde de İstanbul’un sokaklarında “Bu ülke artık bitti!” diyen insanlar vardı. Ve muhtemelen “Yurtdışına gitmek lazım!” diyen başka gençler de birbirlerini “gaza getiriyorlardı.” Ama aynı koşulları yaşayan bir Mustafa Kemal de vardı bu topraklarda. O; bu ülke bitti demek yerine “Büyük Türk milleti mücadele edecektir” diyordu kendi kendine. O; yurtdışına çıkmanın değil ama yurtdışına çıkmış vatan evlatlarının geri döneceği bir iklimin yaratılabileceğine de inanıyordu. Zaten bu duygu halini de şöyle dile getirecekti: “Umutsuz durum yoktur! Umutsuz insanlar vardır. Ben, hiçbir zaman kaybetmedim!”Elbette umutlu olmak tek başına bir zafer habercisi değildir. Fakat zafere yürüyecek olanlar için gerek şartlardan biri de “umutlu olmaktır.” Öte yandan, umutlu olmak da sanıldığı kadar kolay bir şey değildir. Öncelikle olumsuzluklara rağmen umutlu olabilmek için “doğru bakış açısına” ulaşmak gerekir. Böylece herkes “imkansızdan” bahsederken siz, tutunacak dalları görebilirsiniz. Umutlu olmak aslında “stratejik bir hedef” sahibi olmak da demektir. Tutunacak dalları gördüğünüz gibi o dalların sizi nereye ulaştırabileceğini de oraya kimlerle ulaşabileceğinizi de hesaplamanızı gerektirir.Bu yüzden ben “umutlu olmanın” aynı zamanda bir “meydan okuma” olduğuna ve “sonsuz bir arayışın” gerek şartı olduğuna inanmışımdır. Devrimcinin ilk özelliğinin de “umutlu olmak” olduğunu düşünmüşümdür. Zaten tarih de bize hep bunu göstermiştir. Mesela İngiliz zırhlıları toplarını İstanbul’a çevirmişken halkın bir kısmı “pencerelerini kapatmanın” yeterli olduğuna inanmış ama bir devrimci de “Geldikleri gibi giderler!” diyebilmiştir. Zaten bu ruh hali sebebiyle “Ben size savaşmayı değil! Ölmeyi emrediyorum!” sözleri çıkabilmiştir aynı ağızdan! Zira ancak çok daha büyük bir hedefe kilitlenmiş bir zihin, askerlerine “ölüm” emri verebilirdi. Ancak zamanın ötesini görebilenler bu denli fedakâr olabilirdi. Ve en nihayetinde “umutlu” olanlar kazandılar ve “mümkün değil” diyenler de zaman içinde mücadele saflarına katıldılar.O halde şunu da söylemek gerekir: Umut da umutsuzluk da bulaşıcıdır! Tıpkı mücadele etme kararlılığıyla geri çekilme, teslim olma kararı gibi... Peki bu durumda, 2019’un bu ilk günlerinde ne yapmak gerekir? Kanaatimiz odur ki tıpkı 1919 ruhunu yaratanlar gibi işe “umuda” sahip çıkarak ve güzel günlere inanarak başlamak gerekir. Bu ilk adımı atınca Suriye’nin kuzeyinde Amerikan silahlarıyla bekleyen teröristlerin “bir hamlede” yerle bir edilebileceğine de inanır insan. Buna inanınca da “yapmanın yolları” aranmaya başlanır. Bu yöntem bizi, Doğu Akdeniz’e, Ege’ye, Karadeniz’e yani Türk’ün bayrağının dalgalandığı her bir vatan parçasına ve mavi vatanın her bir damlasına ulaştırır. Böylece “umutsuzluktan umut doğar.” Umut; zihnimize bir kez düşünce “zafere kadar uzanacak” yol haritası da oluşmaya başlar. Tıpkı kurtuluşun yol haritasının “geldikleri gibi giderler” denilen o anda, ete kemiğe bürünmesi gibi!

Yazının Devamı

1919’dan 2019’a!

Türk milleti, tarihin en önemli kırılma dönemlerinden birine denk gelen 2018 yılını da acısıyla tatlısıyla geride bıraktı. Görünen o ki 2019 yılı çok daha kritik olayların gerçekleşeceği, her anlamda çok daha dikkatli olunması gereken ve cesur adımların atılması gereken bir yıl olacak. Zira 2018’de yarım kalan adımlar ya 2019’da tamamlanacak ya da Türk milletinin hanesine “boşa geçen” bir yıl olarak yazılmasının yanında “oyun kuruculuktan” uzaklaşılan bir yıl olarak da geçecek.Aslında ben 2018’i 1918 koşullarıyla 2019’u da 1919 koşullarıyla benzeştiriyorum. Tıpkı 1918’deki gibi Anadolu’nun dört bir yanında “bir şey yapmalı” diyen insanların sayısı 2018 boyunca çoğaldı. En azından artık Suriye’nin kuzeyine, Ege ve Akdeniz’e dair toplumun farkındalığı çok daha yüksek. Geniş toplum kesimleri Türkiye’nin “coğrafyasından” bağımsız olarak değerlendirilemeyeceğini görüyorlar. Daha önemlisi bizim de dahil olduğumuz Akdeniz çanağının “emperyalizmin mücadele alanı” olduğunu da artık fark ediyorlar. Doğal olarak Türkiye’nin karşı karşıya olduğu güçlerin sadece birkaç komşu devlet ya da birkaç terör örgütü olmadığını topyekûn küresel bazda “blokların çatıştığını” yani Türkiye’nin bloklar arası kırılmaların etkilerine açık olduğunu hissediyorlar. Zaten beni 2019’a dair umutlandıran da bu!Elbette Türk milletinin yaşananları doğru şekilde değerlendirmesinin ana sebeplerinden biri, Aydınlık Gazetesinin bir “kutup yıldızı” gibi Türk toplumunun öncülüğüne soyunması. Ben de bir Aydınlık okuru olarak tüm yıl boyunca ne zaman kafam karışsa cevaplara Aydınlık sayfalarında ulaştım. Sadece Sayın Doğu Perinçek’ten değil, her biri ayrı bir derya olan Aydınlık yazarlarının hepsinden çok şey öğrendim. Örneğin çok değerli komutanım Sayın Soner Polat gibi aydınların tek başlarına “bir okul” vazifesi görebileceğini anladım. Benzer şekilde değerli komutanım Cem Gürdeniz gibi bilge insanların tek başlarına tüm milletin zihnine “Mavi Vatan” gibi bir derin kavramı yerleştirebileceğini deneyimledim.Bu ve benzeri örnekler benim de mücadeleye olan inancımı ve 2019’da Türk milleti için daha güzel günlerin yaşanacağına olan beklentimi yükseltti. Şimdi 2018’e göre Türk milletinin ve Türk devletinin çok daha güçlü, çok daha umutlu olduğunu görüyorum. Biliyorum ki kahraman Mehmetçiklerimiz de her zamankinden daha fazla hazır Türk’ün geleceğini garanti altına almak için. Onların her birini tek tek selamlıyorum. Yurtiçinde ve yurtdışında bir milletin “kaderini omuzlayan” Türk ordusunun her bir evladının fedakarlıklarının “tarihe mal olduğunu” ve milletin tamamının kalplerinin evlatlarımızla attığını biliyorum. Hiç şüphe yok ki Türk’e kefen biçen akılsızlara, geçmişte olduğu gibi gelecekte de kahraman Mehmetçik haddini bildirecektir. Onların kudretine dair sarsılmaz bir inanç duyuyorum.Ve biliyorum ki Türk milleti, 2019’da 1919 ruhuyla Ege’de yükselen provokasyonları bertaraf edecek. Akdeniz’in yeniden Türk egemenlik sahası olduğunu dosta düşmana gösterecek. Suriye’nin kuzeyinde yuvalanmış “terör ordularını” yerle bir edecek. Emperyalizmin yıkıcı faaliyetlerine karşı tüm bölge ülkeleriyle dayanışma içine girip yeniden “oyun kurucu” olacak. Bu yolda her zaman olduğu gibi Aydınlık Gazetesi ve medarı iftiharımız TGB ve TLB de en önde Türk milletine öncülük edecekler. Lütfen, siz de umutsuzluktan kendinizi uzak tutun. Zira, Türk’ün olduğu yerde “imkânsız” diye bir şey yoktur! 1919 ruhunun diriliş yılı olacak olan 2019; kutlu olsun!

Yazının Devamı

ABD'nin gidişi Fırat'ın doğusu

Çok açık ve net: ABD sürekli güç kaybederken dünyanın geri kalanı bölgesel ittifaklar yoluyla “önemli mevziler kazanıyorlar”. ABD içindeki belli gruplar bu gidişatı “silahla” tersine çevirebileceklerini düşünseler de “ekonomik gerçekler” bu fikrin imkansız olduğunu hemen ortaya koyuyor. Zira savaşları silahlar başlatsa da sürdüren şey “ekonomilerin gücüdür”. Ve ABD ekonomisi uzun zamandır gerileme içinde bulunuyor. Çin, uzak Asya’da ekonomik mucizeler yaratırken Rusya gibi ülkeler kaynaklarını verimli kullanarak “yeni silah sistemleri” üretiyorlar. Böylece Çin, ekonomik olarak “dokunulmazlar” ligine yükselirken Rusya da “silahlı gücüyle” “dokunulmazlar ligine” ulaşmış oluyor.Tabi bir de tek başına ABD’yle bilek güreşi yapamayacak olan ülkelerin “bölgesel ittifaklar ve dayanışma” yoluyla güç kazanması ve oyun kurucu olması durumu var. Suriye’de yaşananlar da tam olarak bu. Bölge ülkeleri olarak Suriye, Irak, İran ve Türkiye, Rusya’nın da yardımıyla ABD için “yutulması imkânsız” bir lokma oluşturdular. ABD her yolu deneyerek bu birliği bozmaya uğraştı, PKK/PYD/YPG/DSG’ye on binlerce tır dolusu silah verdi, paralı askerleriyle “teröristleri eğitti” ama bölge devletlerinin kararlılığı sayesinde şimdi geldiği yere “mecburen” dönmeye başladı.Ancak bu noktada akla gelen soru şu olmalı: ABD, Suriye’den gidiyor diye Türkiye’nin planları değişmeli mi? Bu sorunun akla gelen ilk kısmı Fırat’ın doğusuna yapılması planlanan askeri harekatla ilgili. Görünen o ki bazı odaklar ABD’nin gidişini yeterli görerek harekatın yapılmaması gerektiğini düşünüyorlar. Oysa kanaatimiz odur ki ABD’nin gidişi Türkiye’nin tüm güneyini kontrol altında tutanların PKK’lı, YPG’li, PYD’li, SDG’li teröristler olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor. On binlerce terörist sınırlarımızda dolaşırken Türkiye’nin sessiz kalması, Türk milletini koruyacak meşru adımları atmaması düşünülemez. Hele hele “madem ABD, 60-100 gün içinde çekileceğini açıkladı, o zaman bu sürenin sonunu bekleyelim” demek hiç doğru değildir. Türk ordusu, büyük Türk milletinin desteğiyle “teröristleri” yok etmek için acilen “askeri harekatı” yapmalı ve bölgenin kaderini kendisi belirlemelidir. Bu konuda Suriye, Irak, İran ve Rusya’yla “işbirliği” yapmak, gerekliliğin ötesinde bir zorunluluktur. Zira kendilerini ABD’nin gönüllü askeri gibi gören teröristler sadece Türkiye için değil tüm bölge ülkeleri için tehdittir. Anılan ülkelerin tamamı da bunun farkındadır. ABD’nin her fırsatta bölgeyi karıştırmak istediğini ve bunun aracı olarak da “teröristleri” kullandığını bilmeyen olmadığına göre bölge ülkelerinin huzuru için “tüm terörist gruplar” silahlardan arındırılmalıdır. Gelinen bu noktada “ABD’yi beklemek”, sonsuz bir takipçilik anlamına gelecektir. Böylece tüm enerji, ABD’nin bir sonraki adımını anlamak/önlemek için harcanacak ve zaman kaybedilecektir. Oysa Türkiye gibi bir devletin “kendi stratejik planlarına” göre hareket etmesi, rakip devletlerin “taktik adımlarının” peşinde “yönünü kaybetmemesi” gerekir. Türk devlet geleneği ve büyük Türk milletinin kudreti “oyun kurucu” olmak için yeterlidir. Tarihin her sayfasına şanla, şerefle imzasını kazıyan büyük Türk milleti ve onun çelikleşmiş ifadesi olan Türk ordusu tüm sınırlarımızı koruyacak ve bölgeyi huzura kavuşturacak yeteneğe sahiptir. On binlerce kilometre uzaktan gelip oyun kuruculuğa soyunanların olduğu bir dönemde Türkiye’nin kendi sınırlarının ötesine nizam vermemesi kabul edilemez bir hata olacaktır.

Yazının Devamı

Yaklaşan operasyon

Suriye’nin kuzeyi deyince yabancı ellerden bahsediliyor gibi görünüyor ama aslında bahsettiğimiz yer Türkiye’nin de güneyi. Yani kendi sınırımızdan, kendi toprağımızdan, kendi vatandaşlarımızın can güvenliğinden bahsediyoruz. Bu yüzden ABD tarafından beslenen, büyütülen, eğitilen ve Türk milletine karşı silahlandırılan PKK/PYD/YPG/SDG’ye karşı kahraman Türk Ordusunun “Vatan Savunması” yaptığını söylüyoruz. Bu yüzden sürekli bu konuyu işliyoruz zira işin şakası yok! Güney sınırımızdan çıplak gözle görülen silahlı unsurlar PKK’lı! Yani İstanbul’da elinde silahla dolaşmak isteyen, Hakkari’de silahı bırakmam diyen teröristlere karşı ne yapılması gerekiyorsa güney sınırımıza bir adım mesafedeki PKK’lılara da aynı şeyi yapın diyoruz! Silahlarını alın ve Türk milletini tehdit etmelerine engel olun! Elbette kahraman Türk Ordusu, Türk milletine yönelen her türlü tehdidi yerle bir edecek kudrette ve kararlılıktadır. Ancak bu sefer PKK’nın arkasında saf tutan güçleri de görmek gerekir. Zira anlaşılan o ki ABD ve ABD adına hareket eden “paralı askerler” Türkiye’ye karşı kullanılmak üzere PKK’lılara teknoloji transferi yapıyorlar. Suriye’nin kuzeyindeki alanın Türk ordusuna karşı direnmek için uygun olmadığını bildiklerinden olsa gerek bir yandan uluslararası kamuoyunu Türkiye aleyhine kışkırtırken diğer yandan da Türkiye’yi karıştırmak için çeşitli terör yöntemleri deniyorlar.Geçtiğimiz 10 Kasım’da Şırnak başta olmak üzere bazı illerde boş alana düşen/düşürülen “bomba düzenekli maket uçaklar ya da dronelar” ABD’nin PKK’yı Türkiye’ye karşı nasıl kullanmak istediğinin de göstergesi niteliğinde. İç kamuoyunda infial yaratacak ve “milli birliği” sarsacak yöntemlerin denemesini yapıyorlar durmadan. MİLLETİN BİRLİĞİAncak bilinmelidir ki iç cephemiz de düne göre çok daha sağlam. Artık geniş toplum kesimleri PKK/YPG’nin ardındaki asıl gücün kim olduğunu görüyor. Fırat Kalkanı Harekatı’nda ve Afrin-Zeytin Dalı Harekatı’nda Türkiye’nin imkân-kabiliyetlerini ve nasıl oyun kurucu olabildiğini gördüler. Türk milleti; ordumuz, PKK’yı vurdukça nerelerden ses yükseldiğini de, kimlerin PKK’ya kalkan olduğunu da artık biliyor. Fakat bu da yetmemeli. Zira her askeri operasyonda en önde askerler savaşsa da aslında gerçek mücadeleyi veren millettir. Bu anlamda milletin birliğini temin etmek aynı zamanda cephede vatan savunması yapan Mehmetçiklere destek vermek, onlara kol kanat germek anlamına da gelecektir. Hiç şüphe yoktur ki geçmişte pek çok dış politik hata yapılmıştır ve bunun sonucunda da PKK, Türkiye’nin güney sınırındaki alana yayılmıştır. Ancak artık geçmişe takılıp kalmanın zamanı değil, “mevcut durumu anlayıp tavır almanın zamanıdır.” Gelinen nokta çok nettir: ABD destekli PKK, güney sınırımızda olduğu sürece bize rahat uyku yoktur. PKK’yla aktif mücadele edebilmenin olmazsa olmazı ise PKK’nın arkasındaki güce karşı da mücadele etmektir. İLK MERMİDEN SONRA...O halde Türk ordusunun yanında yer alanlar, karşılarında sadece PKK’nın değil onları silahlandıran ABD’nin olduğunu da bilmek durumundadır. Atılacak ilk mermiden sonraysa ABD’nin ve ona bağlı medya mensuplarının büyük bir karalama kampanyasına başlayacağı unutulmamalıdır. Bu noktada ülkeyi yönetenlere düşen görev Türk milletini birleştirmek ve Mehmetçiğe moral vermektir. Büyük Türk milletinin desteğini almış Mehmetçiğin önüne çıkan güçlerin yapabileceği tek şey diz çökmek olacaktır!

Yazının Devamı

Bugün sarı yelekliler yarın kırmızı eldivenliler!

Dünya canlı yayında Paris’te katılımcı sayısının on binleri aştığı protestoları izlemeye devam ediyor. Adlarını Fransa’da “bisiklet sürücülerinin” kullandığı sarı yeleklerden alıyorlar ve sürekli artan “petrol” fiyatlarını protesto ediyorlar. Örgütlü değiller yani herhangi bir siyasi partinin yönlendirmesiyle hareket etmiyorlar ancak kamuoyu araştırmalarına göre de Fransızların yüzde 80’den fazlası protestocuları destekliyor. Sadece bu verilerle analiz yaparsak olayların yaygınlığı ve şiddeti ile olayların gerekçeleri arasında çok sıkı bir bağ olmadığını düşünebiliriz. Yani herhangi biri şunu söyleyebilir: “İlk kez mi zam yapılıyor orada?” Zaten meseleyi Fransa sınırları dışına taşıyan şey de bu! Evet, ilk kez zam yapılmıyor ve evet, protestolar da “sadece zamlara” yönelik değil! Aslında yaşanan şeyler, dünyanın pek çok bölgesinde ortaya çıkan ve hızla yayılan “örgütsüz ve politik hedefsiz” protestolardan sadece biri. İnsanlar bir şekilde öfkeleniyorlar ve protestolar başlamış oluyor. Ancak konsantre olmamız gereken yer “kamuoyu”. Yani 300 bin kişi sokaklarda mücadele ederken Fransız halkının nerdeyse tamamı da protestoları destekliyorsa demek ki ortada görünenden daha büyük bir sorun var! O sorunun adı da “neo-liberal politikalar ve yarattığı hayal kırıklığı!”KÜRESEL RAHATSIZLIKGerçekten, özellikle gelişmiş Avrupa ülkeleri kaynıyor. Zira İkinci Dünya Savaşı sonrasında hızla artan refahın aksine, soğuk savaşın bitmesiyle beraber insanlar hızla fakirleşmeye, emekçiler haklarını kaybetmeye ama daha önemlisi sıradan insanlar geleceğe dair umutlarını yitirmeye başladılar. Bu yüzden nerede bir kıvılcım olsa bir anda parlayıp tüm ülkelere yayılabiliyor. Yani “küresel bir rahatsızlık hali” söz konusu olan. Ne yazık ki bu rahatsızlığı “siyasi bir programa” dökecek ve insanlığa yeni ufuklar açacak büyük anlatılar henüz ortaya konulamadı. Bu yüzden sokaklarda ne kadar protestocu olursa olsun tepkiler “ortak bir hedefe” ulaşmıyor ve bir süre sonra sönümlenmek durumunda kalıyor. Ancak nereye kadar? Doğaldır ki bir sonraki kıvılcıma kadar! Zira insanların işsizlik, geleceksizlik ve yalnızlık korkusu ortadan kaldırılmıyor. Tam tersine her protestodan sonra toplumlar biraz daha karamsarlığa itilip, biraz daha öfkeleniyorlar.‘ROTHSCHİLD’İN ÇOCUĞU’Zaten Fransa’daki protestocular da aynı şeyi birbirlerinden bağımsız olarak anlatmaya çalışıyorlar. Mesela Fransa Cumhurbaşkanı’nı “Rothschild’in Çocuğu” olmakla suçluyorlar. Yani “uluslararası sermayenin adamı” diyorlar Macron’a ve onu istifaya çağırıyorlar. Bir başka deyişle insanlar küreselleşmeci tezleri savunanları istifaya çağırıyorlar. Topluca şunu söylüyorlar: “Küreselleşme ve neo-liberal politikalar bizi aç bırakıyor!”O halde Fransa’da başlayan “sarı yeleklilerin” protestolarının son olmayacağını bilmek gerek. İnsanlığa açlık ve umutsuzluk yayan bu adaletsiz küresel düzen devam ettiği sürece “protestoların” sona ermesi mümkün değil. Elbette Fransız polisi her önüne geleni “vurup öldürebilir.” Hatta Fransa sokaklarında ordu birlikleri de görülebilir ancak hiçbir şey sıradan insanların “bir şeyler kötüye gidiyor” düşüncesini değiştirmez.Yeniden insanı merkeze alan, daha adil, daha eşitlikçi, daha demokratik yeni bir dünya düzeni kurulana ve paradan para kazanan kan emici düzen yıkılana kadar bugün sarı yelekliler sokakları doldurur yarın da kırmızı eldivenliler. Ve sonunda mutlaka insanlık yeni bir yol bulur!

Yazının Devamı

Ateş çemberi

Türkiye’nin dört bir yandan ateş çemberinin içine alındığı bir gerçek. Ege’de Yunan-Amerikan işbirliği, Akdeniz’de ABD-Yunanistan-GKRY-Mısır-İsrail ittifakı kurulmuş durumda. Tek sorunsuz deniz olarak görülen Karadeniz’de de Ukrayna-ABD birlikteliği ya da daha doğru ifadeyle Ukrayna’nın her yönüyle Amerika’nın emrine girmiş olması yeni sorun alanları yaratıyor. Aynı durum karada da geçerli. Suriye’nin kuzeyi, Fırat Kalkanı ve Zeytindalı Harekât alanları hariç, ABD-PKK-PYD-YPG-SDG’nin elinde. Terör örgütü PKK ve uzantıları, tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar, gelişmiş silahlarla donatıldılar ve Amerikan istihbarat örgütlerinin sağladığı imkanlarla özel askeri şirketlerin eğitmen kadrolarından her türlü eğitimi alıyorlar. Öyle ki artık insansız hava aracı uçuran, tank kullanabilen, uzaktan kumandalı ve el yapımı bombalar konusunda ehlileşen bir terör örgütüyle karşı karşıyayız. Suriye sınırının hemen devamındaki Irak’ta da durum farklı değil. Hem PKK hem de her an ABD’nin emrine girmeye hazır olan Barzani güçleri sınırımızın Irak tarafında fink atıyorlar. Kara sınırımızda belki de en az sorun yaşadığımız yer İran sınırı. Ancak İran da ABD’nin ve onu destekleyen güçlerin yoğun yaptırımı altında. Bu da demek oluyor ki Türkiye’nin birden fazla alanda sorun yaşaması halinde İran’ın tüm İran sınırımızda kontrolü sağlayabilmesi ya da Türkiye’ye çok güçlü destek verebilmesi her koşulda mümkün olmayabilir. Biraz daha yukarda, öz yurdumuz Nahçivan’ı geçince, Türk’e olan düşmanlığı hiç bitmeyen ve diaspora Ermenileri üzerinden Amerika’ya bağlanan Ermenistan var. Doğru ortamın oluştuğuna inansalar boylarına poslarına bakmadan efendilerinin yanında Türkiye’nin üstüne atlamaya hazırlar. Sadece göreceli olarak Gürcistan’la şu anda bir sorun yok denilebilir. GÖLGELERLE SAVAŞMAKGörüleceği gibi Türkiye’nin çevresi, adeta bir mayın tarlasına dönüştürülmüş durumda. Ve ilginçtir ki bu mayınları döşeyen de döşeten de hep aynı güç: ABD! Nereye baksanız, hangi taşı kaldırsanız karşımıza NATO’daki müttefikimiz ABD çıkıyor. Bu durumda Türkiye’nin karşısına acilen çözülmesi gereken şu soru geliyor: ABD’yle hesaplaşmadan dört yanımızdaki sorunlar nasıl çözülecek? Bu soruya verilecek cevap çok önemli zira içinde ABD olmayan her cevap Türkiye’nin patinaj yapmasına sebep olur. Yani Karadeniz’de, Ege’de ya da Akdeniz’de kurulan tuzakların arkasındaki gücün ABD olduğunu kabul etmezseniz gölgelerle mücadele etmiş olursunuz. Ve asla sonuç alamazsınız. Bir başka deyişle Ege’de işgal edilen 18 adamızın, Doğu Akdeniz’de gasp edilmek istenen mavi vatanımızın hesabını sadece Yunanistan’a ya da GKRY’ne sormaya kalkarsanız sonuç alamazsınız.YER KALMADIO halde her şeyi basitleştirerek değerlendirmek ve adımlar atmak gerek. ABD’nin gelecek planlarında Türkiye yok ama PKK var! ABD’nin öncelikleri arasında Türkiye’nin geleceği yok ama Yunanistan’ın geleceği ve Kıbrıs’ın tamamının Rumların elinde olması koşuluyla Kıbrıs’ın geleceği var. Zaten ABD, Türkiye’yle “uzlaşmaz çıkarlara” sahip olduğunu bildiği için uzun zamandır ısrarla Türkiye’yi ve Türk Ordusunu yıpratıyor. Bu anlamda bugün Doğu Akdeniz’de yaşananlarla Ergenekon-Balyoz kumpaslarının ilişkisini kurmak zorundayız. Türk Ordusu’na çullananların arkasındaki Amerikan bayrağının bugün PKK’ya Kuzey Suriye’de eğitim veren paralı askerlerin göğüslerindeki bayrak olduğunu mutlaka görmek durumundayız. Ancak bunu yaparsak Türkiye’nin geleceğini kurtarabiliriz. Ve ancak gerçek düşmanı doğru tespit edersek ve bölge ülkeleriyle işbirliği yaparsak bu cendereden çıkabiliriz. Bu analiz yapıldığında örneğin Suriye’nin Kuzeyindeki tüm PKK unsurlarını hedef alacak bir “temizleme harekatının” ABD merkezli oluşturulan ateş çemberini kıracağını da anlamış oluruz. Zira artık geri çekilecek bir yer kalmadı. Türkiye ya ABD yapımı bu çemberi kaynak yerlerinden kırmaya başlayacak ve yerine bölge ülkeleriyle yeni bir savunma hattı kuracak ya da ateş çemberinin günden güne yaklaştığını hissedecek.

Yazının Devamı

Cumhuriyet öğretmenleri

Herhalde tüm toplumda, üzerinde en fazla mutabakat sağlanan konu “eğitimin önemidir.” Hangi fikirden olursa olsun yurttaşların ortak görüşü, iyi bir eğitimle her sorunun ortadan kaldırılabileceğine dairdir. Ancak eğitimin kalitesi konusunda kastedilen şeyin sadece binalar ya da lüks araçlar olmadığı da aşikardır. Her şeyden önce eğitim sisteminin zamanın ve ülkenin koşullarına uygun olması, mevcut durumu iyi analiz etmesi ve hepsinden öte “idealist öğretmenlerin” varlığı kaçınılmazdır. DÖRT BİR YANA OKULLARAynı zamanda “Başöğretmen” olarak da bilinen Atatürk’ün ve onun ardından gelen Cumhuriyet kadrolarının eğitime bakışı da tam olarak böyledir. Atatürk ve arkadaşları, Anadolu’nun isimsiz çocuklarının ancak doğru eğitim politikalarıyla kendi kabuklarını kırabileceklerini ve isimlerini tarihe yazdırabileceklerini düşünüyorlardı. Anadolu’nun dört bir yanında açılan okullar, köylere kadar Cumhuriyet fikrinin idealist öğretmenler eliyle götürülmesi, Köy Enstitüleri gibi çağ açan, milletin kaderini değiştiren uygulamalar hep aynı inancın, “eğitimle her şeyin değiştirilebileceğine” olan inancın ürünleriydi. Atatürk, dünyadaki örnekleri de takip ediyordu elbette. Finlandiyalı birkaç idealist eğitimcinin neler yapabileceğini gösteren “Beyaz Zambaklar Ülkesinde” romanının tavsiye edilen eserler arasında yer alması ve Anadolu’nun bir gelincik tarlasına dönüştürülmesi çalışmalarında aynı idealist bakış açısının benimsenmesi de tesadüf değildir. Tam aksine hissedilen inancın yansımalarıdır. Elbette bu durum Atatürk ve mücadele arkadaşlarının deneyimlerini de yansıtmaktadır. Osmanlı’nın çöküş sürecinde eğitimin kalitesi ve yönü her zaman tartışmalı olmuştur. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun tabiriyle “Mektepler sadece bir zekâ mezarı!” durumundadır ve Türk çocuklarına umut aşılamak yerine umutsuzluk, yetersizlik ve kimliksizlik aşılanmaktadır. Okula ulaşabilen az sayıdaki çocuk da ideallerini kaybetmiş eğitimcilerin ellerinde ve hiçbir stratejik hedefi olmayan bir müfredatın içinde kendilerine, toplumlarına ve kültürlerine yabancılaşıyorlardı. İşte bu koşullarda Atatürk ve silah arkadaşları devrimi gerçekleştirdiler. Ancak asıl devrimin “eğitim devrimi” olduğunu da bir an bile unutmadılar. Hatta öyle ki 1921 koşullarında, düşman birlikleri Afyon’a ve Eskişehir’e saldırırken Mustafa Kemal, Maarif Kongresi’ne katılmaktan geri durmamıştır. Zaten Mustafa Kemal’in şu sözleri her şeyi açıklamaya yeter: “En önemli, en esaslı nokta eğitim meselesidir. Çünkü eğitim bir milleti ya hür, bağımsız, şanlı, yüce bir toplum halinde yaşatır ya da bir milleti esarete ve sefalete terk eder.”ORDUNUN OMURGASIGerçekten de öyledir. Milli bir eğitim modeli oluşturamayan milletler ne yaparlarsa yapsınlar toplumsal çürümeden kendilerini kurtaramazlar ve asla gelişemezler. Eğitim ve kültür devrimini gerçekleştiren milletlerse tarih boyunca bölgelerine ve dünyaya örnek olurlar.Kanaatimiz odur ki eğitim ordusunun omurgası da öğretmenlerdir. Cumhuriyet’i 100.yılına taşıyan da Mehmetçikler gibi milletin bekası için kendini feda eden Cumhuriyet öğretmenleri olmuştur. Öğretmenler, Cumhuriyet’in silahsız gücü olarak mücadelenin hep en önünde yer almışlardır. Ve bu yolda pek çoğu hayatını hiçe saymıştır. Şehit Asteğmen Kubilay aynı zamanda bir öğretmendir. Gericilerin karşısına bir eğitimci olarak da çıkmıştır. Fedakâr öğretmen anlayışı Kubilay’dan beri hiç değişmemiştir aslında. Henüz 21 yaşındayken PKK terör örgütü tarafından şehit edilen Neşe Alten de Anadolu’ya ışık taşımak için koşarken bir an bile tereddüt etmemiştir. Ne mutlu bizlere ki bugün hala Anadolu’nun dört bir yanında öğretmenlerimiz fedakârca ışık saçmaktadır. Atatürk’ün açtığı yolda Aybüke Öğretmenler, Necmettin Öğretmenler canlarını vermekten bir dakika bile çekinmemişlerdir. Zaten bu millet de onların sayesinde geleceğe umutla bakmaktadır. Her doğan günde yeni öğretmenler Cumhuriyet ışığını Anadolu’ya taşıyarak Türk bayrağını yüreklerde yükseltmektedir. Bu anlamda Atatürk Cumhuriyetinin eğitim neferleri olan öğretmenlerimizin “Öğretmenler Günü’nü kutluyor, her birine Türk milletinin umudu oldukları için teşekkürü bir borç biliyorum.

Yazının Devamı

Zor oyunu bozar

Uluslararası ilişkiler zaman zaman “satranç” oyununa benzetilir. Zira siz bir hamle yapıp oyun kurarken karşı taraf da kendi oyununu kurma ya da sizin oyununuzu bozma şansına sahiptir. Böylece her devlet attığı her adımın doğuracağı onlarca sonucu hesaba katmak zorunda kalır. Ancak bazen işler öyle karmaşıklaşır ki ipin ucu kaçar. Devletler, oyun kurucu olduklarını zannederken aslında rakibin oyununa göre hareket eder hale gelebilir. Fayda sağladığını düşünen, bir adım sonra zararda olduğunu fark edebilir. Hatta birkaç hamle önce atılan adımlar dönüp ayağınıza da dolaşabilir. İşte böyle durumlarda kendi yurttaşlarının menfaatlerine odaklanmış olan devletler için tek çıkış yolu “güç kullanmak” ve “oyunu bozmaktır.” Yani mevcut kuralların ya da düşünme biçiminin dışına çıkarak oyuna da hayata da yeni bir derinlik vermek gerekir. Örneğin Kurtuluş Savaşımız tam olarak böyle bir durumdur. Emperyalizm tüm ülkeyi ele geçirmiş, ordular dağıtılmış, koca bir millet köle haline getirilmek istenmiştir. O koşullarda İngilizden medet ummak, Amerikalılara yalvarmak gibi yöntemlere başvurmak ya da uslu uslu oturmak sonucu değiştirmeye yetmeyecektir. 100 YIL SONRATürk Milletinin tüm kuralları reddetmek ve dayatılan kuralların dışına çıkmak dışında bir seçeneği yoktur. İşte tam bu noktada Mustafa Kemal ortaya çıkar ve “Ya istiklal ya ölüm!” diye haykırır. Emperyalizmin oyununu bu bakış açısı bozar. Bedel ödemeye hazır olanlara özgü bir hareket serbestisi kazanır bağımsızlıkçılar. Av olan avcı rolüne bürünür, kovalananlar kovalayan haline gelir. Kurtuluş Savaşı kahramanları tüm kuralları reddederek aslında yeni kurallar koyarlar ve oynanan oyunu da bozarlar!Görünen o ki aradan geçen yaklaşık 100 yılın sonunda emperyalizm kaybettiği tüm mevzileri yavaş yavaş geri aldı ve eskiden oynadığı oyunun bir benzerini yeniden sahneye sürdü. Örneğin emperyalizm; bir yandan “Türkiye, NATO’daki müttefikimizdir!” diye açıklamalar yaparken öbür taraftan PKK/PYD/YPG/SDG’ye silah verip, teröristlerle ortak eğitim programları geliştirdi. KKTC’nin ve Türkiye’nin uluslararası hukuktan kaynaklanan haklarını hiçe sayanlar Rum Kesimini AB’ye tam üye yapmakla yetinmeyip şimdi de Doğu Akdeniz’in “emperyalizm adına tek hâkimi” kılma çalışmalarına hız verdiler. Benzer durum Ege’de de geçerli. Ama daha kötüsü de var! Aynı emperyalist odaklar 15 Temmuz’da Türk milletine kurşun sıktı, yurttaşlarımızı öldürttü, tepemizden bombalar yağdırdı. NE YAPMALI?Peki bu yeni oyun alanını ve yeni kuralları kabul ederek Türkiye’nin ulaşabileceği bir yer var mı? Yani Ege’yi Yunanistan’a, Akdeniz’i Güney Kıbrıs Rum Kesimi’ne Suriye’nin Kuzeyini PKK/PYD/YPG/SDG’ye, Kuzey Irak’ı Barzani Aşiretine, ekonomiyi de emperyalizmin kan emici şirketlerine teslim ederek Türkiye’nin ve Türk milletinin ayakta kalma ihtimali var mı? Nerden bakarsanız bakın “yok!” O halde ne yapmalı? O ünlü atasözünü hatırlamakla işe başlamak en iyisi: “Zor oyunu bozar!” Tıpkı atalarımızın 19 Mayıs 1919’da attığı “ilk adım” gibi adımlar atarak bu oyun bozulabilir. Kabul ederek, uzlaşmaya çalışarak, küçük şeylerle vakit kaybederek değil memleketi köleleştiren bu oyunu “yıkarak” hayata yeni bir derinlik katılabilir. Yani Menbiç’te ABD askerleriyle devriye atıp, ABD’nin bizi anlamasını bekleyerek bir yere varılamayacağını anlamak gerekir. Ve tüm oyunu bozmak için örneğin Akdeniz’de Münhasır Ekonomik Alan ilan edip Türkiye’nin ve KKTC’nin haklarının korunacağı gösterilebilir. Aynı anda Suriye, İran, Irak ve Rusya’yla işbirliği yaparak Fırat’ın doğusundaki tüm terör unsurları yerle bir edilerek hareket kabiliyeti artırılır. Türkiye’nin ve Türk milletinin, nefes almasının başka yolu yoktur. Türk milleti bekasına yönelen tüm tehditlere karşı güçle karşı koymalı ve bu oyunu bozmalıdır.

Yazının Devamı

Atatürk’ü anlamak, Atatürkçe düşünmek

Atatürk için ağlamak, Atatürk’e özlem duymak ya da onu çok sevmek ayrı şeylerken Atatürk’ü anlamak çok daha farklı bir şeydir. Onu anlamak için öncelikle yaşadığı dönemi bilmek, mücadelesinin satır başlarına bakmak ve yetim Mustafa’dan Atatürk’e kadar geçen süreci iyi analiz etmek gerekir. Bu yapıldığında görülecektir ki Atatürk sadece bir insanın adı değildir. Atatürk aynı zamanda teşkilatçılık, milliyetçilik, tam bağımsızlık, anti-emperyalizm ve halkçılık, ... da demektir. Atatürk, şartlar ne olursa olsun milletten ve davadan ümidi kesmemek ve gerektiğinde Elmadağ’a çıkıp son mermiye kadar savaşmayı düşünmek demektir. O halde Atatürk’ü gerçekten anlamak için Atatürkçe düşünmeyi öğrenmek ve hangi zaman diliminde yaşanıyorsa o zamanın gerekliliklerine göre birbirini tamamlayan adımlar atmak da gerekir.

ALKIŞ ALMAK İSTEYİNCE... Ne yazık ki bazı yurttaşlarımız Atatürk’ü anladıklarını düşünseler de Atatürk’ün eylemciliğini, devrimciliğini, stratejik bakış açısını çok iyi kavramış gibi görünmüyorlar. Bu yüzden kim televizyona çıkıp Atatürk’le ilgili birkaç güzel söz söylese onu Atatürkçü zannediyorlar. Pek çok siyasi de aynı şeyi yapıyor aslında. Örneğin HalkTV ekranlarına çıkanların ortak özelliklerinden biri bu! Ne zaman alkış almak isteseler başlıyorlar Atatürk’ü anlatmaya! Ancak alkıştan hemen sonra başlıyorlar Atatürk adına Atatürkçe düşünmeyi engellemeye. Mesela sürekli “yuvarlak cümleler” kuruyorlar. Oysa Atatürk hayatının her döneminde “köşeli düşüncelere sahip olmuş” bir liderdi. Hayatı da, siyaseti de, devrimciliği de ciddiye alırdı ve doğru bildiği sözü söylemekten çekinmezdi. Tarihe geçen yüzlerce sözün kaynağında da bu tavır vardı! O sadece inandıklarını söylerdi ve bunu tutkuyla yapardı. Bir de kendine Atatürkçü diyen zamane popülerlerine bakın! Aklınıza yer eden tek bir cümleleri var mı? Mesela “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak!” gibi on yıllardır hemen her gün kullanılan bir cümle söylemişler mi? Veya “Vatan Savaşı” gibi bir kavramsallaştırmanın yakınına bile yaklaşan tek bir analiz yapmışlar mı? Hadi bunları da geçtim örneğin son 5 yıl içinde herhangi bir konuda “tutarlı bir duruş” sergileyebilen kaç kişi var aralarında? Sanırım cevap koca bir “hayır!” Peki o zaman bu insanlar neden Atatürkçü olarak toplumun önüne sürülüyorlar? Ne yapmışlar da bugüne kadar, televizyonlarda sürekli Atatürkçü olarak tanıtılıyorlar? Gerçekten kim bunlar? Mesela HDP’ye oy verilmesini teşvik ederek nasıl Atatürkçü oluyorlar? Ya da PYD’yi şirin göstererek Atatürk’ün izinde olduklarını nasıl iddia edebiliyorlar? Veyahut son dönemlerde ortaya çıktığı gibi “Cerablus’a girilmesin, Afrin’e operasyon yapılmasın” diyerek nasıl Atatürk’ün eserine sahip çıkıyorlar?

Yazının Devamı

Öncelikler sorunu ve Fırat’ın doğusu

ABD’nin Irak’ta ve Suriye’de PKK’yı ve ona bağlı grupları örgütlediğini, eğittiğini, donattığını bilmeyen yok sanırım. An itibariyle sürekli eğitimden geçen ve ağır silahlarla donatılmış 70 bin civarında PKK’lıdan bahsediliyor. Üstelik oluşturulan bu terör ordusunun teknolojik olarak da yetkinleştirildiği biliniyor. Doğal olarak Türkiye başta olmak üzere tüm bölge ülkeleri yaşanan sürecin yakın gelecekte büyük sorunlar yaratacağının farkında. Bu rahatsızlıklar da ABD’ye her yoldan bildiriliyor ancak ABD’nin "oyalama" dışında bir cevabı yok! En son Münbiç’te başladığı bildirilen Türk ve ABD’li unsurların ortak devriye faaliyetleri de oyalama sürecinin devam edeceğinin göstergesi. Çünkü hazirandan beri çekildi, çekilecek denilen PKK/YPG unsurları hala Münbiç şehir merkezinde bulunuyorlar ve devriye atılan alan kimsenin umurunda bile değil! İşin daha kötü tarafı Türk kamuoyunda Fırat’ın batısı ve Fırat’ın doğusu diye iki farklı alanın ve önceliğin var olduğuna dair inancın yerleştirilmiş olması. Sanki "Önce Fırat’ın batısı" PKK’dan temizlenmeliymiş gibi bir algı yaratılıyor. Oysa PKK aynı PKK! Fırat’ın batısındaki de terörist doğusundaki de terörist. Peki neden böyle bir katı ayrım sürekli gündemde tutuluyor? Cevap ABD’nin orta-uzun vadeli planlarıyla ilgili. ABD, Fırat’ın batısını pazarlık malzemesi haline getirerek aslında Fırat’ın doğusunda oluşturduğu terör ordusuna "zaman kazandırıyor." İstiyor ki herkes Fırat’ın batısıyla ilgilensin ve bu esnada da terör ordusu iyice palazlansın. Çünkü Suriye’de ve Irak’ta bölge ülkelerinin gücünü kırmak ve yeniden oyun kurucu haline gelmek için yeni bir "kara gücüne" ihtiyacı olduğunu biliyor ve o gücü de Fırat’ın doğusunda biriktiriyor.Hatta bu hedefe ulaşmak için Türkiye başta olmak üzere her bölge ülkesini de farklı noktalardan sıkıştırıp, dikkatleri Fırat’ın doğusundan uzaklaştırmayı deniyor. Örneğin Türkiye’yi Münbiç’le oyalarken aynı zamanda Yunanistan ve GKRY eliyle Doğu Akdeniz’de de Türkiye’yi kuşatmaya başlıyor. İran’ın dikkatini dağıtmanın yoluysa ekonomik yaptırımlar! Rusya’yı da unutmuyor ABD! Ukrayna’da devam eden provokasyonlar yetmemiş olacak ki Orta Menzilli Nükleer Füze Anlaşması’ndan da çekilerek Rusya’yı yeni bir silah yarışına da sokmak istiyor.O halde ABD’nin bilinçli olarak Fırat’ın doğusuyla Fırat’ın batısını ayrı topraklarmış gibi gösterdiğini ve yeni oyun planını oluştururken de mücadele alanını tüm bölgeye yaydığını söyleyebiliriz. Ancak bu sonuç Türkiye’nin sorununu çözüyor mu? Cevap tam olarak "Hayır!" Zira ABD’nin çerçevesini çizdiği bu yeni oyuna uygun olarak atılan her adım aslında taktik seviyede kaybolmak ve takipçi pozisyonuna düşmek demek. Zaten yapılan en büyük hata da bu! Çatışan ulusal çıkarların olduğu bir bölgede en son yapılması gereken şey rakibin "önceliklerine uygun olarak yol almak" ve stratejik hedefi ıskalamaktır. Çözümse bu hatanın tam tersini yapmaktır. Takipçilikten sıyrılarak bir anda bütün planlar altüst edilebilir ve Türkiye yeniden üstünlüğü ele geçirebilir. Örneğin Fırat’ın batısı ya da doğusu ayrımını reddetmek ve PKK neredeyse orayı dağıtmayı hedeflemek ABD’nin tüm planlarını bozacaktır. Suriye’yle, İran’la ve Rusya’yla ABD’ye ve PKK’ya karşı ortak bir cephe oluşturmak da aynı şekilde büyük bir adım olacaktır. ABD’nin oyalama çabalarını kabul etmeyen bir Türkiye, Doğu Akdeniz’de de Ege’de de yeniden "hamle üstünlüğünü" elde edecektir. Yeni bir dünyanın kurulma sancılarının yaşandığı bir dönemde "bağımsızlığı ve geleceği" kaybetmemenin yegâne yolu "başkalarının oyun sahasında" yol almak değil, "kendi oyununu" kurmaktır. Türkiye’nin ve büyük Türk Milleti’nin gücü her zafer için yeterlidir!

Yazının Devamı

Hak edene hak ettiğini vermek

İdlip, Menbiç, Fırat’ın Doğusu, Doğu Akdeniz’deki enerji mücadelesi, Münhasır Ekonomik Alan tartışmaları, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde yaşanan gelişmeler, Ege’de kıta sahanlığı sorunu, ekonomik dalgalanmalar, resmi ya da gayri resmi ambargolar... Bir çırpıda sayamadığımız kadar çok ve “acil” sorunla karşı karşıya olan bir ülkeyiz. Ertelene ertelene gelinen bu noktada artık her adımda birden fazla cepheyi kontrol etmek ve “aynı anda birden fazla doğruyu hayata geçirmek” zorundayız. Öyle bir noktadayız ki “sorunları sıraya koyma” şansı artık yok. Ne yapılacaksa aynı anda, tüm dinamikler göz önüne alınarak ve seri şekilde yapılmak zorunda. Zira rakip ülkeler siz hangi konuya odaklanırsanız hemen diğer cepheyi harekete geçiriyorlar. Siz “İdlip’e odaklanayım” dediğinizde onlar Fırat’ın doğusuna daha fazla silah yığıyorlar. Fırat’ın doğusuna bakayım diye düşündüğünüzde “Menbiç’te hendek kazıyorlar.” Yönünüzü Menbiç’e çevirmek istediğinizdeyse bu sefer Doğu Akdeniz’de ya da Ege’de Yunanistan ve GKRY aracılığıyla yeni bir oldu-bitti yapmaya çalışıyorlar. Yani her koldan risklerin ve tehditlerin arttığı bir dönemdeyiz. Üstelik tüm bunlar olurken “dünyanın yeni bir denge arayışı” da devam ediyor. ABD, yeni bir “silahlanma yarışı” başlatmak için “Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler Anlaşması’ndan (INF) çekiliyor ve adeta tüm küresel güçleri “silahlanmaya çağırıyor.” Siber Saldırılar üzerine ABD merkezli yapılan açıklamalara bakarsak yeni dönemin ana işgal/saldırı gerekçesi “Saddam’a yaptıkları gibi, Kitle İmha Silahları” iddiaları olmayacak, onun yerine “siber saldırı” gerekçesi kullanılarak ülkelere ateş yağdırılacak. Yani sorun sadece Türkiye’de ya da bölgede değil, sorun tüm dünyada yaşanıyor.İşte tam bu noktada Türkiye için “yeni bir yol haritası” oluşturma gerekliliği ortaya çıkıyor. Bu yolun ana omurgasını oluşturacak olan şeyse çok basit: “hak edene hak ettiğini vermek yani liyakat!”Bir ülkeyi yükseltecek olan şey doğru yerlere doğru insanları yerleştirmekse batıracak olan şey de hak edene değil yolunu bulana unvanlar vermektir. Dünyanın her yerinde geçerli olan sistem de budur. Örneğin ABD’nin gücünün kaynağında bu vardır. Amerikan sistemi, “dünyanın dört bir yanındaki başarılı insanları” ABD adına çalıştırmaya dayanır. Üniversiteler adeta dev bir “insan kaynakları şirketi” gibi çalışıp dünyanın neresinde “değer yaratacak bir akıl varsa” ona ulaşır, burs verir, bütçe ayırır, iş bulur ve kendisi için çalıştırır. Böylece Tayland’da, Hindistan’da, İran’da ya da Myanmar’da doğan zeki çocuklar bir noktadan sonra ABD için çalışmaya başlarlar. ABD, her açıdan eleştirilebilir ama bu konuda oldukça başarılı olduğu görülmek zorundadır.O halde çok cephede mücadele etmesi gereken Türkiye için de tek yol vardır: Ya hak edeni hak ettiği yere getirecek adil bir sistem kurulur ya da her cephede sürekli büyüyen sorunlarla karşılaşılır. Sistemi tamamen “adil” hale getirmezseniz gençler “kapağı dışarı atmak” dışında bir gündeme sahip olmazlar. Böylece siz fark etmeden en nitelikli insanlar elinizden kayıp gitmeye başlar. Liyakat sistemi bir kez bozulunca da kontrolünüzü kaybederseniz. Herkes çalışıyormuş gibi görünür ama düşük nitelikli kadrolar sebebiyle ortaya ürün çıkmaz. Örneğin hak etmediği halde Ortadoğu’da bir ülkede görevlendirilen bir görevliniz varsa onun eksik yaptığı iş tüm Ortadoğu analizinizi etkisizleştirebilir. Ya da “danışman” diye işin ehlini değil de “eş, dost, akraba” arasından birileri görevlendirildiyse “en yakında” olmaları sebebiyle her kritik konuda “yanıltma” ihtimali artar. Oysa Türkiye’nin biriken sorunları artık son noktaya geldi. Türk milletinin vasata tahammülü yok! Zira bu ülkeyi ancak “her alandaki en iyilerin” yaratacağı enerji yukarılara taşıyabilir. Aksi halde sistem her aşamada arıza verir. Cumhuriyetimizin 95.yılını kutlarken Türk milletine bir kez daha hatırlatmak isterim. Büyük Türk milleti, elbette sonsuza kadar Anadolu’nun sahibi olacaktır. Ancak yükselen tehditlere ve risklere karşı “liyakat sistemini” kurulamazsa emin olun “ödenecek bedeller” çok yüksek olacaktır.

Yazının Devamı

Varlığım Türk varlığına armağan olsun

Yıllardır devam eden ve Türk milli kültürüne ait ne varsa hepsini yıkmayı hedefleyen odakların yasaklattığı “Andımız”, Danıştay’ın verdiği çok yerinde kararla “özgürlüğüne” kavuştu. Artık milyonlarca Türk çocuğu, yurdun dört bir yanında coşku içinde, yeniden “Andımızı” okuyacaklar.Elbette bu durum Türk’e ait olan her şeyden ölesiye nefret edenleri durdurmayacak. Buldukları her fırsatta “ırkçı” diyecekler, “kafatasçı” diyecekler, “faşist” diyecekler... Hatta yetmeyecek ve Kurtuluş Savaşı için “Keşke İngilizler olsaydı ülkede” diye çığlıklar atacaklar. Bir gün “Yetmez ama evetçi” olarak çıkacaklar karşımıza bir gün “işbirlikçi liberal...” Ve her defasında yeni bir yalanla saldıracaklar.MEHMETÇİĞİN KALBİNDEBunlar olacak ama başka şeyler de olacak elbet. Mesela kim ne yaparsa yapsın Kahraman Mehmetçik, Afrin’e girerken kalbinin hem üstünü hem de içini ay-yıldızlı Türk bayrağıyla kaplayacak. Yarınlarda Fırat’ın doğusunu “teröristlerden temizlerken” de hem dilinde hem de ruhunda Atatürk’ün ve silah arkadaşlarının Türk Gençliğine verdiği müebbet vazife olacak. Zaten dünyanın neresinde olursanız olun kural da budur. Her yerde her millet kendi kurucu değerlerine kıskançlıkla sahip çıkar, kurucu babalarını gözlerinden sakınır. Çünkü bilirler ki tarih de millet de bir bütündür ve parçalanamaz. Örneğin Rusya’da hiç kimse kalkıp da “Ben Rusya Federasyonu’nun çocuğu değilim! Çarlık Rusya’sının torunuyum!” demez. Aynı durum Fransa’da da, Almanya’da da geçerlidir. Hatta emperyalizm, tüm dünyayı sömürmek için kendi kültürünü yücelttikçe yüceltir. Geçmişten aldığı güçle geleceğe ulaşmaya çalışır.İşte tam bu noktada “Andımız” da tıpkı Orhun Kitabeleri gibi bir anıt haline dönüşür. Andımızı yıkmakla Orhun Kitabelerini yıkmak arasında fark yoktur zira her ikisi de “geçmişle günümüzü, günümüzle de geleceği” birleştirir.TÜRK MİLLETİNİN MESELESİAncak tüm bu yaşananlardan da ders almak gerekir. Emperyalizmin farklı kılıklarda ama hep aynı “milli köklere” saldıracağını tahmin ettiğimize göre Türk milli kültürünü yaygınlaştırmak ve “milli değerlerimizi” güçlendirmek gibi görevlerimizin olduğunu hiç unutmamak gerekir. Meseleyi devletin ya da hükümetlerin meselesi olmaktan çıkararak “Türk Milletinin” meselesi haline getirmek en doğrusudur. Bu noktada TGB’nin, TLB’nin, yani Türk Gençliğinin, yürüttüğü mücadeleyi selamlamadan geçemem. Onlar bizim yüz aklarımız olarak en başından beri Andımızın önemine dikkat çektiler. Buldukları her platformda gündemde tuttular ve sonunda başardılar. Elbette ADD gibi, Cumhuriyet Kadınları Derneği gibi mücadeleci örgütlerin de katkıları inkâr edilemez. Ama ben bu başarının her yaştan Türk Gencine ve Türk gençliğinin iki abide örgütü TGB’ye ve TLB’ye ait olduğunu düşünüyorum. Umuyorum ki 29 Ekim’de “Andımız Türkiye’dir” diyen gençlerimizle beraber Anıtkabir’de yürek yüreğe Andımızı okuyacağız. Ve “(...) Varlığım Türk varlığına armağan olsun! Ne mutlu Türküm diyene!” diyerek emperyalizme karşı en büyük mesajı vereceğiz. İnanıyorum; 29 Ekim’de, yepyeni bir başlangıç yapacağız!

Yazının Devamı