Son Yazıları

Zarrab davası

Yazılı, görsel basın ve bir kısım siyasetçiye bakıyorum, birilerinin önce “hayırsever işadamı” dediği; şimdilerde ise “Canı cehenneme” denen Rıza Sarraf davası nedeniyle bilen bilmeyen herkes İran’a uygulanan ambargo konusunda sallayıp duruyor.New York’ta başlayacak dava Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin aldığı yaptırım kararları ile Amerika Birleşik Devletleri’nin tek taraflı aldığı yaptırım kararları birine karıştırılıyor.New York’ta görülecek davanın konusu, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin İran’a karşı aldığı -dolayısıyla Birleşmiş Milletler üyesi ülkeleri için bağlayıcı olan- yaptırım kararları gerekçesiyle açılmış bir dava değildir. Yani Türkiye ne New York’ta görülecek bu dava da bu nedenle suçlanmadığı gibi şimdiye kadar başka bir ortamda da aynı nedenlerle de suçlanmadı.Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, İran hakkında 2006, 2007, 2008 ve 2010 yıllarında yaptırım kararları aldı. Ancak bu kararlar İran ekonomisini felç edecek, petrol ve doğalgaz ihracını yasaklamış kararlar değildi. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi böyle kararlar almak istediği zamanda da Rusya ve Çin bunu engelledi.Durum böyle olunca Türkiye’nin İran’dan petrol ve doğalgaz ithal etmesi Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararlarını ihlal etmiş olmadığından gereksiz yere kendimizi savunmamızın gereği yoktur.Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin İran’a getirdiği kısıtlamalardan biri de bazı İran bankaları ile mali ilişkilere girmeye yasaklar getirmesiydi.Bu nedenle, Türkiye, İran’dan aldığı petrol ve doğalgazın paralarını ödemek için BMGK’nin koyduğu işlem yasaklarını ihlal etmemek için uluslararası bankalar sistemi dışında başka ödeme yolları kullanmış olmasında bir sorun yok. Bu yollar kullanılırken Türkiye’de rüşvet verilmesi olayı var ise ki bana göre var, bunlar bizim iç hukuk sorunlarımızdır.New York’taki davada sanıklar BMGK kararlarını ihlal etmekten değil, ABD’nin İran ile ilgili olarak koyduğu yasakları ihlal ettikleri için yargılanıyorlar. İddia, bu ihlallerin, İran’ın çıkarı için, Amerika Birleşik Devletleri’nin mali sistemini delmeye yönelik, gizli işlemler yapmak, bu işlemleri yaparken de ABD bankalarının muhabirlik hizmetlerinden yararlanmak için bu işlemler hakkında ABD makamlarına yalan söyleyerek bu işlemlerden kazanılan paraları aklamak, işlemleri kolaylaştırmak için rüşvet alıp vermek ve sahte belgeler düzenlemekle suçlanıyorlar.Bu konularda Türkiye’nin de dikkatli davranması gerekirdi. ABD’nin İran için koyduğu yasakların, hudut komşumuz olması nedeniyle ve İran’dan petrol aldığımız anlatılarak bu konuda istisna talep edilebilinirdi.Ama bu yola gidilmemiş bazılarının ceplerini dolduracak kolay bir yol seçilmiş ve şimdiki durumla karşı karşıya kalınmıştır.Bir diğer nokta da bu ülkenin Başbakanı 2016 yılı Nisan ayında kabul edilen “6706 sayılı, Cezai Konularda Uluslararası Adli İşbirliği Kanunu” varken çıkıp Sarraf’ın durumuyla ilgili olarak, kendisini çok zeki, herkesi aptal kabul ederek ve peşinen siyasileri ve bürokratları korumak için insan hakları ihlalinden söz etmesidir.Yani bu yasanın 7. maddesinin 1/Ç fıkrası “Adli yardımlaşma talebi kapsamında ilgili devletin (yani bu olayda ABD) iç hukukuna uygun olarak yerine getirdiği işlemler, Türk hukuku bakımından da geçerli sayılır” hükmünü taşımaktadır.Yani New York’taki yargılamada, bir kısım siyasetçilerin, bürokratların ses kayıtları ve diğer bulgular New York mahkemesi tarafından geçerli sayılırsa bunlar Türkiye de geçerli delil sayılacaktır.Bunun tek istisnası bu deliller Amerika’da işkence ve hapla elde edilmiş olursa Türk Hukuku açısından geçersizdir.İşte bu nedenle Başbakan insan hakları ihlalinden söz ediyor, bir başkası da ilaç verildiğini söylüyor. Yani kendilerince peşinen bazı siyasi ve bürokratları koruma altına aldığını zannediyor.

Yazının Devamı

NATO tatbikatlarında yaşanan rezalet

Değerli siyaset adamı ve diplomat Sayın Onur Öymen’den aldığım bir mesajı sizlerle paylaşmak istiyorum. Sayın Öymen mesajında:“Basın haberlerine göre 8-17 Kasım tarihlerinde Norveç’te düzenlenen bir NATO tatbikatının masa başı simülasyonunda “düşman liderler biyografisinde” Atatürk’ün heykeli kullanılmış. Bu haber ülkemizde güçlü ve haklı bir tepkiye yol açtı. Aynı tatbikat çerçevesinde Hollanda’daki karargâhta Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan adına açılan sahte bir internet hesabında düşman ülkeleri liderleriyle işbirliği yaptığı iddiasına yer verilmiş. Bu iddia da ülkemizde şiddetle eleştirildi. O tatbikata katılan askerlerimiz tepki olarak geri çekildi. NATO ve Norveç makamları bu olayları doğruladılar ve Türkiye’den özür dilediler. Birinci olaydan sorumlu olan bir teknisyenin, ikinci olaydan sorumlu olan Norveçli bir subayın görevden alındığını ve bunlar hakkında idari soruşturma başladığını açıkladılar.Siyasetçilerimiz ve basınımız bu olayı bir skandal olarak nitelendirdiler. Bence ‘skandal’ sözcüğü olayın vahametini göstermekte yetersiz kalıyor.Her iki olay da NATO ittifakının belkemiğini oluşturan “dayanışma” ilkesinin açıkça tahrip edilmesi anlamına geliyor. Alt düzeyde iki kişinin cezalandırılmasıyla bu olayın üstünü örtmek mümkün değildir. Türkiye gecikmeden konuyu NATO Askeri Komitesi’ne ve NATO Konseyi’ne getirerek yetkililerden hesap sormalıdır. Bence sorgulanması gereken hususlar şunlardır: - Bir teknisyene düşman liderler biyografisi kendi takdirine göre hazırlama görevini kim vermiştir?- Bu teknisyenin tercihleri hiçbir makam tarafından denetlenmeden ve onaylanmadan mı tatbikat simülasyonuna yerleştirilmiştir?- Benim NATO Daimi Temsilcisi olarak görev yaptığım dönemde NATO tatbikatlarındaki kural, herhangi bir ülkenin adının “düşman devlet olarak” zikredilmesinden kaçınılması yönündeydi. Bu kural liderler için de geçerliydi. Tatbikatlarda düşman olarak “hayali ülkeler, hayali isimlerle” gösterilirdi. Şimdi bu kural değişmiş midir? - Bir üye ülkenin tarihi liderinin ve bugünkü Cumhurbaşkanının düşman olarak gösterilmesi bence yalnız idari değil, cezai işlem yapılmasını gereken bir suç oluşturmaktadır. - Bu olay NATO’nun bu ve benzeri konulardaki kurallarının gözden geçirilip yeniden düzenlenmesini gerekli kılmaktadır. Johnson Mektubu, Amerikan Kongresi’nin 1975 yılında Türkiye’ye silah ambargosu uygulaması, Alman Hükümeti’nin 1990’lı yılların başlarında aldığı askeri ambargo kararı, aynı zamanda NATO üyesi olan bazı AB üyelerinin sürekli olarak Türkiye’yi Avrupa’dan dışlayıcı söylem ve eylemleri, halkımızı rencide edici bu gibi vahim gelişmelerin siyasi zeminini oluşturmuştur.Bütün bu nedenle Türkiye’nin bütün bu konuları en üst düzeyde masaya yatırarak ilişkilerimizi yeni ve sağlam bir zemine oturtmaya çalışması artık kaçınılmaz bir görev haline gelmiştir. Hiçbir koşulda feda edemeyeceğimiz değerlerin başında ülkemizin haysiyeti ve ulusal gururumuz gelmektedir” demiştir.İşin içyüzünü tam olarak anlayabilmek için, bu iki olayın failleri olan teknisyen ve Norveçli subayın kimliklerinin açıklanması çok önemlidir.Kimdir bu kişiler, kimlerle ilişki halindedirler. Böyle davranmaya bunları kim, ne karşılığında ikna etmiştir. Bunların aydınlatılması Türkiye açısından hayati önem taşımaktadır.Bu kişiler ve ilişkileri tespit edildikten sonra olayın iki kişinin ahlaksızlığı mı olduğu yoksa başka tertiplerin maşası mı oldukları ortaya çıkacaktır. Bunları aydınlatmadan kuru kuruya “özür dilenmesi” sorunları çözmez.Bu çirkin olaylar iktidar tarafından biranda gündemden düşürüldü. Bu gündemden düşürülmemesi gereken bir konudur. Zira ülkenin onuru zedelenmiştir.

Yazının Devamı

İlâhi Tayyip Bey

Ülkede ekonomi kötüymüş, enflasyon, işsizlik, dış borç almış başını gidiyor, bir tane ilişkilerinin düzgün olduğu ülke kalmamış, 15 yıldır bu ülkeyi tek başına yöneten Tayyip Erdoğan ve AKP’nin hiç günahı yok, bütün suç CHP’ninmiş.Sosyal sigortalardaki sıkıntının sebebi Kemal Kılıçdaroğlu imiş. Size hayranım Tayyip Bey, kendinizin ve ekibinizin her başarısızlığını üçüncü bir şahsa fatura etmekte çok başarılısınız. Kemal Kılıçdaroğlu 1992-1999 yılları arasında 7 yıl süreyle SSK Genel Müdürlüğü görevini yaptı. Siz 15 senedir bu ülkeyi yönetiyorsunuz. Kılıçdaroğlu’nun bir kusuru, yolsuzluğu var ise, yargıya gönderseydiniz. Yargıya gönderecek bir suçunu bulamadıysanız artık sosyal sigortalardaki sıkıntıyı ona yıkmaya çalışmayın.Aman, aklıma geldi, bu NATO tatbikatında yapılan iğrençliğin müsebbibi de CHP ve Kılıçdaroğlu olmasın?Bu arada emekli aylıklarının üç ayda bir ödeneceği söyleniyor. Bunun da sorumlusu Kılıçdaroğlu mu?Size muhalif tüm medya FETÖ’cü. Öyle insanlara FETÖ’cü yaftası yapıştırmaya çalışıyorsunuz ki, gülmeyen yoktur. Sizin AKP’lilerde gülüyorlardır da, sizden korkularından, bunu kapalı kapılar ardından size çaktırmadan yapıyorlardır.Hani Atatürk’e saldırmaya toplumsal tepkiden çekindiğiniz için İsmet Paşa ve Lozan üstünden yapıyorsunuz. İşte bir konuşmanızda:“Ben Lozan dedim, rahatsız oldular. Niye rahatsız oluyorsun? Burnumuzun dibindeki adalar, bağırıyoruz, çağırıyoruz, bu adalar bizimdi. Bu adalarda bizim eserlerimiz var, tarihimiz var, camilerimiz var, kervansaraylarımız var. Rahatsız oluyor adam. Niye rahatsız oluyorsun? Bunların altına kim imza attıysa sorumludur sorumlu.”Lozan dâhil tüm uluslararası antlaşmalarda Ege Denizi’nde ve Akdeniz’de aidiyeti belli olmayan 156 adanın 16 tanesi Türkiye Cumhuriyeti’nin envanterinde olması gerekirken, göz göre göre Yunanlılar tarafından işgal edilmişlerdir. Bu adalardan birinin üzerinde kilise inşa ettiler, buralarda Yunan bayrakları dalgalanıyor. Bunun siyasi sorumlusu kim? Elbette bunun siyasi sorumlusu siz ve AKP iktidarıdır. Tabi tek başına sizi suçlamak haksızlık olur. Bir kaç duyarlı gazeteci dışında necip Türk basının da bu konuda hiç sesi çıkmadı, gerekli duyarlılığı göstermedi. Onların tek görevi sizin veya kendisini başbakan zanneden arkadaşınızın yurt dışı gezilerinizin ne kadar başarılı olduğunu köşelerinde yazmak.Vatan toprağı olan Süleyman Şah Türbesi, hem de PYD’lilerin koruması altında kimin zamanında terk edildi? Bu kepazelik sizin zamanınızda yaşanmadı mı?2 bin yıllık geleneği olan, milletin göz bebeği Türk Ordusu, Ergenekon, Balyoz ve benzeri kumpas davalarını izleyen süreçte gücünden, itibarından ve de caydırıcılığından çok şey yitirmiştir. Sorumlusu kim? Kim bu kumpas davalarının açılmasını “aranan savcı” aracılığı ile sağlayanlar?Ülke ekonomisi iflasın eşiğine gelmiş sorumlusu kim? Size göre Merkez Bankası ve bankalar. Ülke ekonomisini 15 senedir başkası yönetiyor sanki.Erdoğan’ın yanlış ekonomi politikaları Türkiye’yi saman için dahi dışa bağımlı yaptı.Ay sonunda ABD de başlayacak “O... ve memurun bahşişini başında verin” diyen Reza Zarrab’ın mahkemede ne söyleyeceklerinden çok daha önemlisi, bu herifin yaptıklarından dolayı Türkiye’ye ağır ekonomik yaptırımlar gelirse, bu kişi hakkında hala “Hayır sever bir işadamı” diyecek misiniz?Yaşanacak sıkıntıların sorumlusu kim olacak?Sizin çocuklarınız, rapor, bedelli gibi yöntemlerle askerlikten kaçınırken, terörü sıfır noktasında aldığınız ülkeyi, her gün gariban ailelerin çocuklarının şehit olarak geldiği bir ülkeye çevirdiniz. Çünkü açılım sürecinde eşkıyanın her yere silah depolamasına göz yumdunuz.Suçlu kim? Kim olacak tüm yargılamalar adil olsun, milletvekilleri tutuklu yargılanmasın diyen ülke aydınları. Dokunulmazlıkları toptan kaldırılmasında sayısal olarak size destek verenlere söylenecek söz bulamıyorum.Kentleri güzelim İstanbul’u ranta feda ettiniz. 25 senedir yönettiğiniz İstanbul ve Ankara’da yaşanan bütün olumsuzlukların müsebbibi size göre CHP!Bütün bu yaşanan olumsuzlukların diğer sorumlusu ve kabahatlisi de “metal yorgunu” olan partili belediyeler ve teşkilatınız.İlahi Tayyip Bey, kendinizin ve ekibinizin her başarısızlığını başkalarının üstüne yıkmakta kendinizi çok mahir zannediyorsunuz, Ziya Paşa’nın deyişiyle “Sen herkesi kör, alemi sersem mi sanırsın.”

Yazının Devamı

Siyaset adamı tutarlı olacak

Siyasi partiler ve özelliklede Cumhuriyet Halk Partililer söylemlerinde tutarlı olmak zorundadırlar. Tutarlı olmaz iseler Tayyip Erdoğan gibi farklı zamanlarda taban tabana zıt şeyler söylerler.

Nitekim Cumhurbaşkanı ve AKP Genel başkanı Recep Tayyip Erdoğan, Trump ve Putin’in Suriye’de askeri çözümün mümkün olmadığı konusunda mutabık kalmaları üzerine, 13 Kasım’da Ankara’da “Ben bu ifadeleri anlamakta doğrusu zorlanıyorum. Yani şimdi askeri çözüm mümkün değil deniliyor, öbür tarafta merkezi yönetimin şu ana kadar askeri yöntemlerle öldürdüğü insan sayısı 1 milyona ulaştı. Nasıl oluyor bu iş? Eğer askeri çözüm söz konusu değilse o zaman çeksinler askerlerini...” ve bundan 5-6 saat sonra yani yine 13 Kasım’da bu sefer Sochi’de Putin’le yaptığı görüşmeden sonra “Gelinen noktada siyasi çözüme odaklanabileceğimiz bir zemin oluştuğu hususunda mutabıkız” deyiverdi.

Yazının Devamı

Halkın CHP’den beklediği

Halk, CHP’den, partiler arasında ve AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan’ın tahrikiyle dozu artan ağız dalaşmasının üstünde kalarak doğrudan doğruya kendisine hitap etsin ve işçinin, köylünün, emeklinin sorunlarına nasıl çare bulacağını anlatsın; bu kitlelerin sorunlarını nasıl çözmeyi düşündüğü konusunda, inandırıcı ve tatmin edici açıklamalarda bulunsun istiyor.Bu ülkede yaşayan hiç kimsenin Türkiye’nin pek çok sorunu olduğu konusunda en ufak bir şüphesi olamaz.Halkımız CHP’den, sayıları her gün artan genç ve eğitimli işsizlerin sorununu nasıl çözeceğini anlatmasını istiyor.Ekonomik gidiş açık bir şekilde AKP’den ülke yönetimi demokratik yollardan devir alındıktan sonra yüz yüze kalınacak olan müflis ekonomik bir yapıdır. Bu nedenle halk karşı karşıya kalınacak bu hayati problemlerin üstesinden nasıl gelineceğini duymak istiyor.Bazı CHP’li politikacıların şimdiden kendilerini bir belediye başkanlığı koltuğuna atma çabaları, büyük kitlelerde bunların memleketi değil kendi ikballerini düşündüğü kanısı yaratıyor.Hele bazı CHP’li milletvekillerinin, halkta gülümseme yaratan AKP’nin bir anda Atatürk’e sarılmasına tuttukları alkışı acıyarak seyrediyor. Böyle açık bir takiyyeyi bile anlayamayan insanların ülke sorunlarını nasıl çözecekleri konusunda ciddi şüpheye düşüyor.Halk CHP’li yetkililerden gerçekçi şeyler duymak istiyor, gökteki ayı kendilerine vaat etmelerini değil, zira böyle ayakları yere basmayan vaatlerde bulunmak toplumda fena halde kötü karşılanıyor.Daha 1926’da, yani harpten yeni çıkmış, toplu iğnenin bile ithal edildiği bir dönemde 752 sayılı yasa ile çiftçiye nasıl destek verildiği de göz önüne alınarak çözüm üretmelerini istiyor.Gerçekçi bir siyasi partinin, iktidara gelmeden, devir alınacak ekonomik koşulları masa başına oturup görmeden çok detaylı bir program ortaya çıkartması elbette çok zordur hatta mümkün değildir.Ama iktidara gelmeden önce bile yargı bağımsızlığını nasıl sağlayacağını halka anlatabilir. Zira yargı bağımsızlığı sadece vatandaşları değil Türkiye’ye yatırım yapacak yabancı yatırımcıyı da ilgilendirir. Zira hukuk güvencesi olmayan bir ülkeye yabancı yatırımcı gelmez. Yargı bağımsızlığı bu nedenle ekonomiyi de ilgilendirir.Ekonomik bir yük getirmeyen, halkın haber alma hakkını garanti altına almak için basın özgürlüğünü temin konusunda ne gibi değişiklikler yapılacağını halka anlatmak zorundadır.CHP iktidara geldiğinde bu konularda bile ne yapacağının ana fikrini dahi halka henüz gereği gibi anlatamamaktadır. Bir kısım bilgileri noksan vekillerin hamaset kokan açıklamaları halk indinde pek de alıcı bulmuyor. Halk CHP’nin fabrika ayarlarına dönmesini istiyor. Parti içinde çöreklenmiş bir kısım kişiler bundan hiç hoşlanmayacaklardır, zira CHP fabrika ayarlarına dönerse bunların o zaman partide yer bulması mümkün olamayacağından buna karşı çıkıyorlar. İçinde yaşadığımız toplumun şartlarına bakılarak bir siyasi partinin kendini bunlardan tamamen uzak tutmasına imkân yoktur. 15 yıllık AKP iktidarı politikayı kirletmiştir. CHP’nin de bundan etkilenmemesi mümkün değildir. İşte bu nedenle CHP’nin silkinip kendisine gelmesi ve içinde gerekli ayıklamayı yapması ülke için şarttır.CHP’nin diğer siyasi oluşumlardan farkı bu ülkeyi kuran siyasal parti olmasıdır. O nedenle olaylara sadece bir siyasi parti gözlüğü ile değil, kurucu iradenin temsilcisi olarak bakması mecburiyeti vardır.Macbeth’te, Shakespear bir kahramanın ağzından “Yapılmış olan bozulmaz” der. Bu doğrudur. O zaman CHP kendi yaptığının bozulmasına izin vermemelidir.Bunun için önce kendi içinde gerekli ayıklamaları yapmak ve fabrika ayarlarına dönmek ondan sonra da Cumhuriyeti korumak zorundadır. Halk CHP’den bunu beklemektedir.

Yazının Devamı

Adli kapitülasyonlar mı hortluyor?

ABD Ankara Büyükelçiliği geçen hafta “vize işlemlerinin kısıtlı olarak yeniden başlatıldığına ilişkin” yaptığı açıklamada, Türkiye’nin bir hukuk devleti olmadığını, Lozan’da kaldırılan adli kapitülasyonların yeniden hortladığını dünyaya ilan etti.Açıklama şöyle diyor: “Türkiye’deki misyonumuzda yerel çalışanlara yönelik başka bir soruşturma bulunmadığına ilişkin Türk hükümetinden ilk etapta üst düzeyde güvence almış bulunuyoruz...” Üst düzeyde alınan güvencenin ne tür bir soruşturmaya ait olduğu belirtilmemiş, bir “adli soruşturma” söz konusu ise, böyle bir güvenceyi hükümet nasıl veriyor.Açıklama şöyle devam ediyor:“Ayrıca Türk hükümetinden, yerel çalışanlarımızın kendi resmi görevlerini yerine getirirken gözaltına alınmayacakları veya tutuklanmayacaklarına ilişkin güvence de alınmıştır. Bundan sonra Türk hükümeti bizim yerel bir çalışanımızı gözaltına alma ya da tutuklama niyetine ilişkin önceden Amerikan hükümetine bilgi vermeyi taahhüt etmiştir....”Açıklamanın bu bölümü çok sorunlu. Osmanlıyı yıkan kapitülasyonların genişletilmiş şekli.Bu açıklama gösteriyor ki; hükümet, ABD misyonlarında çalışan Türk personelin, görevlerini icra ederken (suç işleseler bile), gözaltına alınmayacaklarını taahhüt etmiş. Daha da ileri gitmiş, “bağımsız yargı”nın alanına girerek, ilgili personelin “tutuklanmayacakları” güvencesini de vermiş...Bu durum, Türkiye’de yargının yürütmenin denetiminde olduğunun bir yabancı ülke büyükelçiliği tarafından ilanından başka bir şey değildir. ABD misyonlarındaki yerel personel için verilen “soruşturulmama ve tutuklamama güvencesini Viyana Sözleşmeleri ile de izah etmek mümkün değildir. Bu durum Viyana Sözleşmeleri’nin de ötesine gidiyor. Zira, o sözleşmeler sadece gönderen devletin uyrukluğunda olan personel için ayrıcalıklar getiriyor.ABD misyonlarında çalışan yerel, yani Türk personel için verilen soruşturulmama ve tutuklanmama güvencesi, bu Türk personeli Türk yasalarından bağışık tutulmayı içermektedir.ABD’ye verilen güvence ister üst düzey güvence olsun ister yumuşak bir güvence olsun bu bir tür “adli kapitülasyon” değilse nedir? Üstelik, güvence Türk vatandaşlarını ilgilendirdiğine göre, Lozan’da tasfiye edilen kapitülasyonların daha da genişletilerek uygulamaya konmuş olmuyor mu?Başka devletler de misyonlarında çalışan Türk uyruklular için de benzer ayrıcalıklar talep ederse ne olacak?ABD’nin Ankara Büyükelçiliği’nin taraflar arasında varılan vahim ötesi bu mutabakatı açıklaması üzerine, Washington’daki Büyükelçiliğimiz de bir açıklama yaptı ve ABD tarafına misyonlarının yerel personeli için herhangi bir soruşturmadan ve tutuklamadan masuniyet taahhüdü verilmediğini bildirdi.(Açıklamaya Washington Büyükelçiliği’nin web sitesinden 7.11.2017 tarihinde bu açıklama silinmiş olacak ki ulaşılamıyordu.) ABD Büyükelçiliği’nin bu açıklaması Türkiye’nin totaliter bir rejim ile yönetildiğini ilan etmekte idi. Türkiye içinde bu yönde eleştiriler yapılıyor, o bizim iç sorunumuz o ayrı bir konu. Ama yabancı bir büyükelçiliğin böyle bir tespitte bulunup, bunu ilan etmesi ayrı... Böyle bir açıklama yapmaya haddi olmama gerekir. Bu durum, işin “teknik” düzeyde ele alınıp, Washington Büyükelçiliğimizin karşı açıklaması ile geçiştirilemeyecek kadar vahimdir. Bu siyasi bir konudur ve gereği doğrudan hükümet tarafından ona göre yapılmalıdır.ABD açıklamasında sözü edilen “iyileşmiş güvenlik” konusunu bizimkiler “misyonların fiziki güvenliği” şeklinde anlıyorlar veya öyle anlamak işlerine geliyor. Halbuki ABD’nin açıklaması, “iyileşmiş güvenlik durumu”na verilen soruşturmalardan ve tutuklamalardan masuniyet güvencesi ile ilişkilendiriyor. Kastettikleri “fiziki güvenlik” değil...Nitekim Pence-Binali Yıldırım görüşmesi sonrası yapılan bşkan yardımcısının, “ABD vatandaşlarının, ABD misyonlarındaki yerel personelin, gazetecilerin, sivil toplum temsilcilerinin OHAL altında tutuklanmalarından derin kaygı duyduğunu bildirdiği ve o davaların saydamlık ve adil yargılama ile sonuçlandırılmasını ısrarla istediği” bildiriliyor. Yani ülkemizin iç işlerine giren konular hakkında Başbakan’a talepler iletildiği ve nasihat edildiği(!)vurgulanıyor.Gelinen bu nokta Sevr’i yırtıp atıp, Lozan’ı yani kapütilasyonları yırtıptam bağımsız bir Cumhuriyet’i kuranların mezardaki kemiklerini sızlatıyordur

Yazının Devamı

Atatürk devrimlerini korumak

1 Kasım’da Atatürk devrimlerinin en önemlisi olan Harf Devrimi’nin 89. yıldönümü idi. Bilindiği üzere devrim sözcüğü 1935 yılından sonra bizzat Atatürk tarafından kullanılmış bir sözcüktür.Devrimler aydınlanmanın, çağdaşlaşmanın toplamıdır. Arap alfabesinden Türkçe ses uyumuna uygun Latin alfabesine geçiş, bu ülkede karanlıkları yırtmanın ilk adımıydı.Her devrimin olduğu gibi Atatürk devrimlerinin de bir amacı vardı; o da Türk ulusunu çağdaş uygarlık düzeyine taşımaktı. Harf devrimine kadar, bu ülkede okuryazar sayısı ancak yüzde yedilerde idi. Bu yüzde yedi de İstanbul, İzmir gibi kentlerde toplanıyordu. Her devrimin, her atılımın öncüsü olacak kadınlarda ise bu oran on binde dört oranındaydı.Harf Devrimi, diğer bütün devrimlerin anasıdır ve devrimin amacı olan toplumu çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırmayı sağlamakta en önemli adımdır.Son yıllarda Harf Devrimi’ne bazı cahillerce defalarca saldırılması karşısında sessiz kalan ise, ulu önderin iki büyük eserimden biri dediği Cumhuriyet Halk Partisi’dir. Cumhuriyet Halk Partisi’nin, bu büyük devrimi son yıllardaki tutum ve davranışlarından ötürü hatırlamasını doğrusu beklemiyordum. Ama yine de bir ümit ile acaba ses verdiler mi bu devrime sahip çıktılar mı diye araştırdım.Kurumsal olarak bir ses çıkmadı, ama sadece Çanakkale Milletvekili Bülent Öz, kendi hesabına, yıldönümünü kutlayan kısa bir mesaj yayımladı, o kadar.Üzücü olan partinin kurumsal kimliği veya o kimliği temsil edenler tarafından Harf Devrimi’ni anımsatacak tek söz söylenmemiş olması. Bu sessizlikte acaba “bir gecede geçmişimizle bağlarınız koparıldı” diyen çarpık zihniyete hoş görünmek için midir?Böyle gerici duruşlar her dönemde olacaktır, 6 oktan biri olan devrimcilik ilkesi de bunları ortadan kaldırmayı sağlayacaktır. Unutulmamalıdır ki devrimcilik her dönemde görülebilecek gerici duruşları ortadan kaldırabilecek bir dinamik değerdir.Atatürk devrimlerine Cumhuriyet Halk Partisi sahip çıkmaz ise kim sahip çıkacaktır. Elbette Atatürk devrimlerine sahip çıkmak Cumhuriyet Halk Partisi için bir görev, bu sahiplenmeyi ondan beklemekte bizim hakkımızdır.Devrimler, Cumhuriyet Halk Partisi’nin kurucusunun ona inanan bir avuç arkadaşıyla beraber başardığı bir büyük atılımdır. Dil Devrimi de bunlardan en önemlisidir.Türk dilinin ilkelerine hiç uymayan Arap alfabesi zengin dilimizi yozlaştırdı. Bu alfabe nedeniyle Arapça ve Farsça kelimeler Türkçenin içine daha rahat girdiler. Türk alfabesine geçiş Türkçenin yabancı (Arap/Fars) kelimelerden arındırılmasının ve Dil Devrimi’nin önünü açmıştır. Türkiye’nin çağdaş değerlerle ve bilimle etkileşim içine girmesini kolaylaştırmıştır. Ülkemizin, nüfuslarının çoğunluğu Müslüman olan diğer ülkelerden her bakımdan açık ara önünde olmasında en önemli etkeni de bu çok kısa bir sürede gerçekleştirilen Türk toplumunu çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırmanın önünü açan Harf Devrimi’dir.Harf Devrimi uluslaşmanın kilit taşlarından birisidir. Zaten bu nedenle Türküm demekten kaçınanların saldırılarının hedefidir. Türk harflerinin kabulü, Devrimin en önemli bölümlerinden biridir. Türkçenin zenginleştirilmesi, okuma yazma kolaylığının sağlanması, basılan kitap sayısının birdenbire artması hep bu devrimin nimetleridir. Yani TÜRK KÜLTÜRÜ, BU DEVRİM İLE DOĞMUŞTUR. Çoğu skolastik medrese kafasının ürünleri olan eski kitapları okumak isteyen bilimadamları dışında Arap harfleri ulusal bilinçten silinmiş sayılabilir.Bu alfabe değişimi bazı art niyetlilerin söylediği gibi bir gecede geçmişle bağlarımızı koparmamıştır. Tam aksine okuryazar sayısının artması nedeniyle Türk dilinin ve biliminin Arap harfleriyle yazılmış eserleri Türk alfabesiyle ve sadeleştirilerek yeniden yayımlanmakla eski kültür hayatımızla olan ilişki sürdürülmüştür.

Yazının Devamı

Yargıya nasıl başvursun

Görevinden ayrılmaya zorlanan Balıkesir Belediye Başkanı Edip Uğur gözyaşları arasında yaptığı konuşmasında, ayrılmasının istenmesinden sonra geçen dönemde ailesine yönelik tehditlerden söz etti.Bunun üzerine de Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü yaptığı açıklamada dolaylı şekilde yargıya başvurmasını önerdi.Bir hukuk devletinde bir Belediye Başkanı, hatta sıradan bir vatandaş bile tehdit edildiğini söylediği anda Cumhuriyet Savcısı’nın resen harekete geçip olayı üstüne gitmesi gerekirdi.Elbette böyle bir şeyi bugünkü yargı düzeni içinde beklemek saflık olur.Bir an için düşünün savcı olaya el koydu ve soruşturmayı başlattı ve iktidar mensuplarından birilerinin bu işi yaptığını tespit etti, dava açması mümkün değildir.Açtığı anda başına neler gelebileceğini kestiremez bile, en iyi şartlarda kışın ortasında kendisini bir başka yere atanmış bulur. Bu onun için en iyisi olur.Belediye başkanları Cumhurbaşkanı tarafından istifaya zorlandılar. Bu zorlama yapılırken, bu insanların ne gibi kusurları olduğu kamuoyu ile paylaşılmadı.Bir kamu görevlisi hakkında ciddi suç şüphesi yoksa nasıl istifasını istenir. İstifaları istendiğine göre haklarında ciddi suç şüphesi var demektir. O zaman da niye yasal işlemleri başlatmıyor.Bu insanların kendilerini savunma, aklanma hakları ellerinden alındı. Zira bu insanlar istifaya zorlanırken, “eğer istifa etmemekte direnirlerse, sonuçlarına katlanırlar” dendi.Nedir bu insanların katlanacakları sonuç, belediyelere müfettişler gönderip soruşturma açmak mıydı? Ya da FETÖ terör örgütüyle bir bağlantıları var da bu mu ortaya konulacaktı?Eğer bu insanların istifası yolsuzluğa, hukuksuzluğa karıştıkları için ya da FETÖ terör örgütüyle herhangi bir bağlantıları olduğu için ise, bu insanların suçlarını bilip de gereğini yapmayan kamu görevlileri de suçludur. Zira bizim Ceza Kanunumuza göre suçu ve suçluyu saklamak suçtur.Bu insanlar hakkında gerekli yasal işlemler başlatılmayarak, bu insanların aklanma hakları ellerinden alınmış oluyor. Yani bir anlamda bu insanlar hep bu lekeyle yaşamaya mahkûm ediliyorlar.Şimdi de iktidar, muhalefet belediye başkanları içinde muhalefet partilerinin aynı şeyi yapmasını istiyor. Yani diyor ki sizde kendi belediye başkanlarınızı kamu vicdanında mahkûm edin, bir ömür bu zilletle yaşasınlar.Bir hukuk devletinde bunun yaşanmasının mümkün olmaması gerekir. Aslında bu ithamla yaşamaya mecbur edilen insanlar, korkacakları bir şeyleri yok ise kendilerini istifaya zorlayan Cumhurbaşkanı dahi olsa onun hakkında dava açabilirler ama tabii bu dediğimiz ancak bağımsız bir yargının olduğu bir ülkede olabilir. Yani demokrasinin bütün kurum ve kurallarıyla çalıştığı bir ülkede olur.Bir ülkenin dış düşmanlara karşı ana koruyucusu nasıl ordu ise, demokratik rejiminde ilk savunucusu hâkimler ve gazetecilerdir.İstifası istenen Balıkesir Belediye Başkanı istifası yönünde tehditlerin evine kadar geldiğini söylemesine rağmen savcılar harekete geçmediler, yukarılardan da işaret almadıkları için de geçemediler. Gazeteciler de Cumhurbaşkanına, istifası istenen belediye başkanlarının, istifalarını gerektirecek nedenleri ısrarlı bir şekilde sormadılar. Sadece istifası istenen belediye başkanlarının isimlerini saymayı gazetecilik kabul ettiler. Sormaları gereken soruyu, yani bu istifaya zorlamanın sebebini açıkça sormuyorlar.Böyle davranarak gazeteciler görevlerinin gereğini yerine getirmiyorlar. Basın belediye başkanlarının istifalarının istenmesini kamuoyuna mal edememiştir. İstifası istendiği için istifa eden başkanlarla ilgili olarak bütün basın tek vücut olarak bunların sebeplerini sorsa idi, belediye başkanlarının muhatap olduğu muameleyi bütün genişliğiyle ve hatta yorumsuz olarak bile verseydi, iktidar bu nevi olaylara yani sadece istifaya davet edip “istifa etmeyenler sonuçlarına katlanır” gibi bir tehditte bulunmaya bir daha cesaret edemezdi.Bu töhmet altında bırakılan belediye başkanları neyle suçlandıklarını bilmedikleri için gelin beni yargılayın demek hakları da yok.Bu nedenle belediye başkanları kendilerini aklamak için yargıya nasıl başvuracaklar ki.

Yazının Devamı

Hayat tarzı

Çok tehlikeli bir kavram olan “Hayat tarzı” siyasi lügatimize bilinçli olarak AKP tarafından sokuldu.CHP Genel Başkanı 21 Ekim günü İstanbul’da vaizlerle toplantı yaptı ve o toplantıda, daha önce de sıkça söylediği, “her kesimin hayat tarzının güvencesi CHP’dir” sözünü tekrarladı.Hatırlanacağı üzere “Türban sorununu biz çözeriz” sözünden sonra türbanın anaokullarına kadar girdiği göz önüne alındığında, “Herkesin hayat tarzının güvencesi CHP’dir” sözünün de çok tehlikeli ve istismara müsait olduğudur. Bu ülkeyi çok hukukluluğa kadar götürür. Ülkenin sürekli kaşınarak belirgin hale getirilen etnik, mezhepsel, siyasal ve sosyolojik çok sayıda fay hattı üzerinden bölünmesi yetmiyormuş gibi, toplum, “hayat tarzı” kavramı üzerinden de ayrıştırılıyor ya da ayrıştırılmak isteniyor.Yaygın anlayışa göre, “hayat tarzı”, bir kesim için türban takma, namaz kılma, oruç tutma vb. dinsel tavır ve davranışlardan; diğer bir kesim için ise, kadınların başlarının açık olması, istendiği zaman alkollü içki tüketilmesi vb. özgürlüklerden ibaret sığ bir kavramdır. Oysa dinciler için bu kavram derin bir anlam taşıyor. Dinci kesim, “hayat tarzı” kavramını, ceza hukukunu, aile hukukunu, miras hukukunu, ticaret hukukunu da içeren ve bütün bireylere ayırım gözetmeden uygulanan laik hukuk düzenini dönüştürme amacıyla, yani çok hukukluluğa geçiş yolunu açmak için bir tuzak olarak kullanıyor.AKP’nin amacını doğru okuyamayan CHP sözcüleri ise, bu sığ değerlendirmeye kendilerini kaptırmışlar, “insanların hayat tarzına saygılıyız. Herkes inancına göre yaşamakta özgürdür” sözünü, hiçbir kayıt koymadan, ucu açık olarak, ülkeyi çok hukukluluğa kadar götürecek şekilde kullanıyorlar. Böylece, türbanda olduğu gibi AKP’nin tuzağına düşüyorlar. Hatırlanacaktır, “Herkes istediği hukuk düzeninde yaşasın” lafı geçmişte Erbakan tarafından sıkça söylenmiştir. Bu, her bireyin istediği dini cemaatin kurallarına göre yaşaması, eğitim görmesi ve ölmesi -yani çok hukukluluk- demektir. Çok hukukluluk, aslında, son durak yolunda bir ara istasyondur. Son durak, şeriat kurallarının toplumda egemen kılınmasıdır.Müftülere/imamlara nikâh kıyma izni verilmesi, eğitimde diyanetle, vakıf ve cemaatlerle protokollere dayanan resmi işbirliği tesis edilmesi, imam hatip liselerinin ve denetimsiz Kuran kurslarının yaygınlaştırılması gibi örnekler AKP’nin “hayat tarzı” kavramının içini doldurmak için atılmış adımlardır. Erdoğan’ın sıkça söylediği “katili affetmek devletin işi değildir, maktulün ailesinin işidir. Onun da olması inşallah yakındır” lafını da bu çerçeveye koymak gerekir. Zira bu söylem şer’i hukukun bir kuralıdır. Hayat tarzının güvencesi koşulsuz olarak CHP ise, müftü nikâhına karşı çıkılmasının inandırıcı tarafı olabilir mi? Müftü nikâhı da bazılarının “hayat tarzı”dır.CHP’nin aymazlığı sürdüğü müddetçe, AKP’nin adımlarının devamı gelecektir. Uyanıldığına ilişkin bir işaret ise maalesef yoktur.“Vaizlerle toplantı” ayrı bir âlem.Gazetelerin yazdığına göre, Kılıçdaroğlu o toplantıda, CHP’nin dine karşı olmadığını, muhafazakâr insanların kendilerinden çekinmemesi gerektiğini anlatmış. Basının bildirdiğine göre dini çevrelerle toplantılar sürdürülecekmiş. Bu davranış bir devlet adamının davranışı değil; bir sonraki seçimleri düşünen bir siyasetçinin davranışıdır.CHP’nin yönetici kadroları, muhafazakâr kesimlere şirin görünme gayretinin, parti kadrolarının dincilere açılmasının bir fayda sağlamadığını bunca seçim yenilgisinden sonra dahi anlamamışlar ki hâlâ savunma konumunu sürdürüyorlar.Bölgemizde ve ülkemizde olanları örnek göstererek, laikliğin siyasal, hukuksal ve toplumsal hayattaki önemini halka anlatmaktan ısrarla kaçınıyor.CHP’nin mevcut yönetiminin popülist yaklaşımları Türkiye’ye çok zarar verdi, veriyor.CHP’nin tarihinde popülizm yoktur, CHP’yi ve Cumhuriyeti kuranlar olaylara popülist yaklaşsalardı, o muhteşem devrimleri yapamazlardı.

Yazının Devamı

Mozaik - Bülent Ecevit

Genç bir yazar olan Nihan Ertem, olayları yaşayanlarla konuşup doğruları kâğıda döküp bir döneme ışık tutarken, asıl önemlisi yarın o günleri araştıracak tarihçilere kaynak bırakmış “Mozaik” isimli kitabında. Gelecekle ilgili tasvir de çok hoş olmuş “Mozaik” bugünlerde bazılarının saldırmaya cesaret ettiği, Kıbrıs fatihi, Türk siyasi yaşamının “KARAOĞLANI” Bülent Ecevit’i anlatıyor.Bazı günümüz siyasilerinin çok yabancı olduğu nezaketi Türk siyasi hayatına sokan, bunu yaparken de gerçek bir burjuva olmasına rağmen oldukça mütevazi yaşayan, görgüsüzce debdebeden uzak duran bir siyasi kişiliği anlatıyor.Uluslararası ilişkilerde hiç sokak ağzı kullanmadan da Türk insanının yararlarının korunabileceğini dosta düşmana gösteren Bülent Ecevit’i anlatıyor.O nedenle Mozaik’in okunması gereken bir kitap olduğunu düşünüyorum. Eline sağlık Nihan.DEVLET ADAMIÇok bilinmeyen bir deyişiyle “siyasetçi gelecek seçimi, devlet adamı gelecek kuşağı düşünür” sözünü kendisi için bir yaşam felsefesi haline getirmiştir. Siyaset arenası gelecek kuşağa güzel bir yarın bırakabilmek için sadece bir araçtı onun için.Siyasi yaşamında hapishane de vardı onun, yasaklı olduğu 12 Eylül döneminde hapise de girmişti.Bir keresinde cezaevine girmeden yabancı basına verdiği son demeçte, “Ben özgürlüğü beynimde hapishaneye taşıyorum. Dışarıda bir mahpus gibi yaşamaktansa içeride özgür bir insan olarak yaşamayı yeğlerim” demişti. Olağanüstü dönem geçtikten sonra hiçbir gün hapishane günlerini siyasi yaşamda istismar konusu yapmadı. “MOZAİK”te bulacağınız ve onu çok etkileyen ve üzen konulardan biri de anayasanın askeri rejim tarafından askıya alındığı günlerde yargıçlardan bir tepki gelmemesiydi.Hapishanede, hapishane arkadaşıyla aralarında geçen bir konuşmada, arkadaşı rahmetli Ecevit’e “Bugünkü gazetelerde Pakistan’daki dikta rejimine tepki gösteren hâkimlerin istifa haberlerini okudunuz mu Başkanım?” diye soruyor.Ecevit, “Evet, okumaz mıyım! Pakistan sömürgecilikten yeni kurtulduğu halde hakimler bu tepkiyi gösteriyor. Fakat bizde bu tepkiyi gösterebilen tek bir hâkim çıkıyor mu? İşte buna kahroluyorum” diye cevap veriyor. Aslına bakarsanız 12 Eylül rejiminden bu yana nerdeyse kırk yıl geçmiş, ama biz bir adım ilerlememişiz.Yani “bu ülke aydınlarının ihanetine uğramıştır” lafı 1960 larda söylendiği zamanda doğruymuş, bu günde.Bu ülke de yasaklar hep oldu, ayrıca yasaklarda siyasi yasakları beraberinde getirir.DÜNDEN BUGÜNEKitapda bir başka diyalog daha yer alıyor. Bu diyalog 27 mayıs 1960’tan bu tarafa 57 yıl geçmiş olsa da, Türkiye insan haklarına dayalı, demokrasinin bütün kurum ve kurallarıyla oturduğu, düşünce suçunun olmadığı bir ülke olmalıydı ama maalesef biz bunu gerçekleştiremedik.İşte bakın bundan yaklaşık on sene önce cezaevinde aynı koğuşta yatan Mustafa Balbay ve Tuncay Özkan’ın konuşmaları:“Hükümetlerin en kötüsü, suçsuzu korkutandı. Demiş Beydaba” demiş Tuncay Mustafa’ya.“Doğrudur da nereden geldi aklına”Tuncay yanındaki sandalyede oturup kendisi gibi kitap okuyan Mustafa’ya dönerek, “Şu elimdeki kitap, MÖ yaşamış düşünür ve yazarları tanıtıyor da. Ne enteresan değil mi?”“Ne kardeşim?”“O dönemde düşünür, bilge yazar bulabilmek? Kaç yüzyıl öncesi be!”Mustafa elindeki kitaptan gözlerini ayırarak konuşmaya başlıyor:“Yaa, değil mi? O zamanlarda hükümet, adalet suç ve ceza kavramı.. Gerçekten enteresan”Kitapta bu ve benzeri daha birçok çarpıcı bilgiye ulaşacaksınız.Türkiye’nin nereden gelip nereye gittiğine ya da gitmesi gerektiğine kafa yoranların muhakkak okuması gereken bir kitap ‘MOZAİK’. Nihan Ertem tarafından kaleme alınmış. “Siyah Beyaz” tarafından basılmış ve yarınlarda o günleri yazacak tarihçilere önemli bir kaynak. O nedenle okunması gereken bir kitap. Eline sağlık Nihan.

Yazının Devamı

Cumhurbaşkanı hukuken sorumlu olur

Recep Tayyip Erdoğan, bazı belediye başkanlarının istifasını istedi ve istifa etmemekte direnenlerin “sonuçlarına katlanacağını” dile getirdi. Bu söylem, muhataplarını, yani istifalarını istediği belediye başkanlarını töhmet altında bırakan bir söylemdir.

Ancak Cumhurbaşkanı’nın tehditleri sonrasında, halkın kafasında, istifa eden veya etmeyip direnen belediye başkanları hakkında, bu kişilerin saygınlıkları ve şereflerini zedeleyecek değer yargıları ve fikirlerin doğmasına neden olmuştur.

Yazının Devamı

Siyasette üslup

Zaman zaman siyasiler arasında sert tartışmalar ve atışmalar olmuştur, bundan sonrada olacaktır. Geçmişte üslubun çok sert olduğu günlerde bile rakipler bir birlerine hakaret etmeden konuşurlardı.Tayyip Bey'le beraber bu üslup maalesef çok seviye kaybetti. Tayyip Bey'in rakiplerine “Sen kimsin yahu”, “Sen benim kıratımda mısın” gibi sözlerine çok alışmıştık. Bu tip yakışıksız sözleri hem iç siyasetteki ve hem de dış siyasetteki rakiplerine söylerdi. Ama Yunanistan Başbakanı’nın Lozan Antlaşması'nı çiğnemesine de sessiz kaldı. Zira ona verilecek bir tepki ABD’yi ve AB’yi kızdırabilirdi. Onun için sessiz kaldı.18 kayalık, adacık ve ada Yunanlılar tarafından işgal edildi ama “Bir gece ansızın gelebilirim” diye aşk ve sevgiliye kavuşma arzusunu dile getiren şarkı sözünü bile dile getiremedi. Recep Tayyip Erdoğan sadece rakiplerine hakaret etmekle kalmaz zaman zaman da büyük gaflar yapar.Kızdığı bir vatandaşa “Ananı da al git buradan”, “Ben ülkemi adeta pazarlamakla mükellefim”, “Bahçeli SSK Genel Müdürlüğü yaptı” gibi büyük gaflar hatırladıklarımızdan sadece bir kaçı.Ama asıl engin İngilizce bilgisini göstermek için bütün dünyanın Mediterranean dediği Akdenize “White sea” dedi ve elbette espiri konusu oldu.Tabii necip Türk basını çok özgür ve korkusuz (!) olduğu için bunları hiç dillendirmedi. Grup toplantılarını takip ederseniz iktidarıyla muhalefetiyle aslında aralarında bir fark olmadığını görürüsünüz.Siyasi hayatta, her şahsın ve hele özellikle bir milletvekilinin, bir parti başkanının esas görevi kibar konuşmak değildir. Hakikat olduğuna inandığı fikirleri bütün açıklığı ile ifade etmek ve haksızlıklara karşı gereken protestoyu en tesirli şekilde dile getirmektir. Ama en önemli nokta söylenenlerin doğru olmasıdır.Bu salı grup toplantısında biri, diğerine "Et deyince aklımıza tabii doğal olarak kasap gelir. Eti alırsınız, kasap doğrar, kıymasını yapar, kuşbaşısını yapar satar. Ama şimdi Sırbistan’dan 5 bin ton löp et alacağız. Sırbistan deyince de bizim aklımıza 'Sırbistan Kasabı' geliyor. Hani bir gecede 8 bin, 3 yılda 250 bin Bosnalı Müslüman’ı öldürenler. Bir gecede 8 bin Bosnalı Müslüman 3 yılda 250 bin Bosnalı Müslüman katledildi. Katleden bir Sırp, Milosevic şimdi hapiste. Şimdi gidiyorsun onunla tokalaşıyorsun, 5 bin ton löp et alıyorsun. Bunlar bir sefer besmelesiz kesildiler. O löp etin nereye gitmesi lazım, saraya gitmesi lazım, onların yemesi lazım" dedi.Dinlerken kulaklarıma inanamadım. Bu sözleri neresinden tutarsan tut Türk dış politikası gibi tel tel dökülüyor...Uluslararası ilişkiler alanına giren bir konuda eleştiri yapayım derken Tayyip Erdoğan gibi kullanılan mahalle ağzını geçiyorum.."ŞİMDİ HAPİSTE" denen (Yugoslavya eski devlet başkanı) Slobodan Miloseviç La Haye'deki savaş suçları mahkemesinde yargılanırken Şubat 2006'da hücresinde ÖLÜ BULUNDU. Beyefendi dünyadaki gelişmeleri geçmişte izlememiş, onu anladık. İyi de, dünyadaki olayları takip edip, örneğin Miloseviç'in öldüğünü hatırlayıp beyefendiye söyleyecek kimse yok mu etrafında? Böyle vahim bir hata nasıl yapılır!Sırbistan deyince beyefendinin aklına "Sırbistan kasabı" geliyormuş. Sırbistan halkı insan kasaplarından mı ibaret, bu nasıl benzetme!“Bebek katili APO” deyince aklımıza bütün Kürt vatandaşlarımız mı geliyor?Bütün Sırp halkını Slobeden Miloseviç ile özdeşleştirmek, bütün Kürt vatandaşlarımızı bebek katili APO ile özdeşleştirmek ile aynı yanlış düşüncedir.Ayrıca Slobodan Miloseviç’i yakalayıp Lahey Mahkemesi'ne teslim edende “Kasap” diye nitelediğin Sırp halkıdır.Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Sırbistan ziyaretinde Miloseviç ile "el sıkıştığını" söylüyor. Miloseviç ölü olduğuna göre, Sırbistan'ın şimdiki cumhurbaşkanını kastediyor ve onu "insan kasabı" olmakla suçluyor. Ülkeyi yönetmeye aday olanlar böyle -en hafif tabirle ihtiyatsız- bir ifadede nasıl bulunur! Yarın bu ülkenin cumhurbaşkanı kendisi olursa, o halkın ve o cumhurbaşkanının yüzüne nasıl bakacak!Konuşmanın yukarıdaki kısmını Dışişleri Bakanlığında bir kıdemsiz meslek memuruna (yani genç bir monşere) gösterse, o memur, iktidara aday olduğunu söyleyen bir partinin genel başkanının öyle bir konuşma yapmasının hiç uygun olmayacağını söylerdi.Beyefendi ve etrafındakiler diplomasi alfabesinin henüz "A"sındalar. Yedi yıldır hiç mesafe alamamışlar...

Yazının Devamı

Dış politika tel tel dökülüyor

Takım oyunlarında bir tabir vardır, takım çok kötü oynadığı zaman “tel tel döküldü” denir.AKP iktidarının uyguladığı dış politikada işte böyle tel tel dökülüyor. Elbette bunun çeşitli nedenleri vardır ama en önemlilerinden ilki, dış politikaya şekil veren Tayyip Erdoğan’ın tarih ve uluslararası ilişkiler konularında bilgisinin yetersiz olması, ikincisi ise meslek olmanın ötesinde bir sanat olan diplomasinin ustalarını yani Tayyip Bey’in deyişiyle “monşerleri” yanından uzaklaştırmasıdır.Türk diplomasisinin Osmanlı’dan bu tarafa yerleşmiş güçlü bir geleneği vardır. Bunu bilen akıllı siyasetçiler, uluslararası ilişkilerde, Tayyip bey tarafından “Monşerler” diye küçümsenen diplomatları yanlarından hiç eksik etmezlerdi.Eğer Tayyip Bey bu “monşer”leri yanından uzaklaştırmasa, bir taraftan Irak’ın toprak bütünlüğünü savunur görünürken, bir taraftan da Barzani’nin sırtını sıvazlayarak, Kuzey Irak’ta Kürtlerin bağımsızlığını savunmazdı. Bunun Türkiye’nin toprak bütünlüğünü tehlikeye düşüreceğini kendisine anlatırlardı.Kuzey Irak’ta soydaşlarımız Türkmenlerin hakları, can ve mal güvenlikleri savunulmadı. Hatta soydaşlarımız arasında bile Sünni-Şii ayrımcılığı yapıldı.Nitekim, Tayyip Erdoğan’ın bu yanlış tutumundan ötürü, Irak Merkezi Yönetimi Türk işadamlarını kara listeye alıp, ihalelerden dışlıyor; Türkiye’yi Irak’ın içişlerine karışarak mezhepçilik yapmakla da suçluyor.Tayyip Erdoğan dış politika konusunda, yanına derinliği kendisinden menkul Ahmet Davutoğlu gibi bir adamı değil de o beğenmediği “monşer”leri alsaydı, Arapların, Arap olmayan bir milletin, Arap aleminin lideri olmasını içlerine sindiremeyeceklerini anlatırlardı. O da İslam dünyası lideri olma hayalinden vazgeçerdi.O “monşer”lere danışarak, dış politikayı şekillendirseydi, Suriye’de Amerika istiyor diye Esad karşıtlarına her türlü desteği vererek Suriye bataklığına sürüklenmezdi.Suriye’de Esad karşıtlarını desteklerken o monşerlere danışsaydı, “Suriye bizim içişimiz” diyerek, komşuluk ilişkilerini ve uluslararası hukuku yok saymazdı. Arapların kendi içlerinde birbirlerini yerken, buna dışarıdan, Arap olmayan bir başka unsurun müdahalesinden de hoşlanmayacaklarını kendisine anlatırlardı. Ona Cumhuriyeti kuranların “Komşular arası ihtilaflarda taraf olunmaması ve Arapların içişlerine karışılmaması” yolundaki ve AKP iktidara gelinceye kadar Türkiye Cumhuriyeti’nin geleneksel dış politikasına sıkı sıkıya bağlı kalmasını öğütlerlerdi.Nitekim, iki komşumuz İran ve Irak arasındaki savaşta Türkiye’nin nasıl bir aktif tarafsızlık uygulayıp başarılı olduğunu anlatırlardı.Dün Esad gitsin diye siyaset üretirken, şimdi Suriye’de IŞİD’e karşı Esad’a destek olan Rusya ve İran ile berber hareket etmek, dış politikadaki diğer bir büyük çelişki.Irak’ın ve Suriye’nin kuzeyindeki Kürtlere destek verirken yani Amerika’nın istediği kukla bir Kürt devleti kurulması için Amerika Birleşik Devletleri’nin tetikçiliğini yaparken bunun Türkiye’nin toprak bütünlüğünü tehlikeye düşüreceğini görememek büyük bir aymazlıktı.“Ey Amerika, Ey Almanya” diye bağıracağına Yunanlıların Ege Denizi’ndeki, 18 adet kayalık, adacık ve adayı işgal etmesine ses çıkartırdı.Yunan Başbakanı’nın Lozan’a aykırı bir şekilde Türk karasuları ve toprakları üstünde fantomla uçmasına tepki verirdi.Tayyip Erdoğan iktidarına kadar hiçbir Yunan Başbakanı böyle bir küstahlığa cesaret edememişti.Ergenekon, Balyoz ve benzeri kumpas davaları ile AKP, FETÖ ve arkasındaki Amerika sayesinde Türk Ordusu kafeslenmiş ve böylece caydırıcılığını kaybetmiş, moral motivasyonu çökertilmiştir.İşte bu nedenledir ki Aleksis Çipras, Türk karasuları ve Türk toprakları üstünde savaş uçağı ile küstahça uçabilmiştir.AKP iktidarı döneminde yabancı diplomatlar arasındaki yaygın inanç, bizim sadece üst perdeden konuşup ama herhangi bir tepki vermeyeceğimizdir.AKP iktidarı döneminde Irak, Suriye ve Ege Denizi’nde yaşadıklarımız dahi Türk dış politikasının tel tel döküldüğünü göstermektedir.

Yazının Devamı

Burası kabile devleti değil(!)

Amerika Birleşik Devletleri ile Türkiye arasındaki karşılıklı olarak vizeleri durdurmasının altından Amerika Birleşik Devletleri'nin İstanbul Konsolosluğunda çalışan ikinci bir personelin daha hakkında tutuklama kararı verilmesi çıktı.Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın açıklamalarından, Amerika Birleşik Devletleri Türkiye’de casusluk yaptığı iddiasıyla tutuklu bulunan bir papazın kendilerine verilmesini istemeleri olduğunu açıklamıştır.Ve ayrıca Amerika Birleşik Devletleri’nin bu talebine karşılık Polis Enstitüsü mezuniyet törenin de konuşan Recep Tayyip Erdoğan da, Fethullah Gülen’i kast ederek “Sizde de bir papaz var siz de onu bize verin” dedi.Türkiye bir kabile devleti olmayıp bir hukuk devleti ise ki Anayasamızda böyle yazıyor. Mahkemeye intikal etmiş ve mahkeme kararıyla tutuklanmış bir insanı ki bu insan Amerika Birleşik Devletleri vatandaşı dahi olsa iadesi mümkün değildir.Tutuklu papaz, Türkiye aleyhine casusluk yapmış ise, bu Türkiye’nin güvenliğine karşı işlenmiş bir suçtur, yani papaz suç teşkil eden bu fiili Türkiye’de işlemiştir. Bu fiilde Türk kanunlarına göre suçtur.Bu papazın Amerika Birleşik Devletleri'ne iadesi hakkında, bulunduğu yer olan Ağır Ceza Mahkemesi Türk Ceza Kanunun 18. maddesine ve Türkiye’nin taraf olduğu ilgili uluslararası sözleşme hükümlerine göre karar verir.

Mahkeme geri verme talebinin kabul edilebilir olduğuna karar verir ise, bu kararın yerine getirilip getirilmemesi Bakanlar Kurulu'nun takdirine bağlıdır. Yani Mahkeme geri verme talebini kabul edilebilir bulmaz ise artık Türk Hükümetinin yapabileceği bir şey yoktur. Hükümet sadece mahkeme iade kararı verirse, bu kararı yerine getirip getirmemekte yetkilidir, mahkeme iade talebini redderse artık Hükümet'in yapabileceği bir şey yoktur, papazın Amerika Birleşik Devletleri'ne iadesi mümkün değildir.Hükümetin yetkisi sadece mahkemece “verilebilir kararı”nan sonra söz konusudur. Mahkeme “verilemez” derse yani talebi reddederse artık yapılacak bir şey yoktur.Biz FETÖ’yü Amerika Birleşik Devletleri'nden istediğimiz zaman bize hep “Mahkeme dosyayı inceliyor, biz yargıya müdahale edemeyiz” diyorlar ki bu doğrudur. Onlarda da aynen bizde olduğu gibi mahkeme iade kararı verirse, Amerikan Hükümeti iade edilip edilmeyeceği konusunda yetkilidir.Ama tabii Amerikalılar Türkiye'de Ağustos ayında çıkan bir kanun hükmünde kararnameyle “Cumhurbaşkanı ben buradakini verdim, oradakini istedim aldım” dediğinde iş bitiyor diye düşünüyorlar, Tam Türk tipi bir hukuk devleti. Bir hukuk devletinde düşünülemeyecek bir hukuk anlayışı. Amerika Birleşik Devletleri'ne bu kanun hükmünde kararnameden sonra “Papazı verin” diyor. Zira Tayyip Erdoğan Amerika Birleşik Devletleri hukukuna göre de bu mümkün olabilir diye düşünüyor.

Yazının Devamı

Bir diplomatın görüşleri

Hayatının 40 yılını hariciyeye vermiş bir dostum, Türk dış politikasındaki yanlışları, hataları anlatan bir mektup yollamış. Sütunumun el verdiği ölçüde özetleyerek siz değerli okuyucularımla paylaşmak istedim...

“Cumhuriyet’in en temel dış politika ilkelerinden birisi komşuların içişlerine karışılmaması ve Arap ülkeleri arasındaki ihtilaflarda taraf olunmaması idi.

Yazının Devamı

Lider olabilmek

TBMM’nin açıldığı gün ile ilgili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı’nın odasında çekilmiş ibretlik “devlet fotoğrafı” vardı.Aslında “parti devleti” fotoğrafı demek daha doğru olur. Demokrasilerde öyle fotoğraf olmaz. “Millet”i temsil eden parlamento başkanı kendisine, “memur” muamelesi yapılmasına izin vermez. “Bağımsız yargı”nın başkanları, gerçekten yargının bağımsız olduğuna inanıyorlarsa siyasilerle sohbet toplantılarına katılmazlar, devlet başkanının önünde öyle el pençe divan oturmazlar. Ama maalesef bizim ülkemizde Anayasa’ya göre bağımsız olan yargının en tepesindeki kişiler, Cumhurbaşkanı’nın önünde cüppelerinde olmayan düğmelerini önlerini iliklemek için ararlar, hatta Cumhurbaşkanı ile çay toplama gösterisine bile katılırlar.‘YAKIŞMIYOR’Tarafsızlıklarını yitirme partili Cumhurbaşkanı’na yaranma pahasına ülkenin ana muhalefet partisine saygısızca saldırırlar. Bunu yaparken de ana muhalefet partisinin açtığı davalarda, davayı kabul eden meslektaşlarını da karaladıklarını düşünmezler.Kendisinden ya da şimdilerde bugün ülkeyi yönetenlerden başka hiçbir aklı selim sahibi insan o yargıçların tarafsızlığı hakkında tek kelime etmemiştir/ edememiştir. Neyse, yüksek yargının başkanlarının hali zaten herkes tarafından biliniyor, ben başka bir şeye takıldım.Hatırlanacağı üzere o resimde CHP Genel Başkanı yoktu, TBMM Başkanı: “Kılıçdaroğlu’nu davet ettik, başka randevusu vardı” demişti. Bunun üzerine de Kılıçdaroğlu gerçeği dile getirerek “Davet almadım, TBMM Başkanı’na yalan söylemek yakışmıyor” şeklinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı’na layık olduğu cevabı vermişti. YETERSİZ TEPKİTabii burada insanın aklına şu soru geliyor, davet edilseydi gidip o ibretlik fotoğrafın parçası olacak mıydı?Aslında Kılıçdaroğlu “Davet almadım” dedikten sonra “Davet edilseydim de demokrasiyle, yargı bağımsızlığı ile bağdaşmayan o toplantı için yapılan davete icabet etmezdim” demesi gerekirdi.“Partili Cumhurbaşkanı yüksek yargı organlarının başkanlarına, Meclis Başkanı’na ve toplantıya katılan diğerlerine mahiyetindeki memur muamelesi yapıyor, sizler Cumhurbaşkanı’nın memurları değilsiniz. Sizler Anayasa’nın 9. Maddesi’ne göre egemenliğin asıl sahibi olan Türk milleti adına hüküm veren kurumların başısınız” diye tepki vermesi gerekirdi. Bu tepki verilemeyince “lider” olunamıyor. Bu fotoğraf aklımıza, Amerika Birleşik Devletleri Temsilciler Meclisi’nde, Amerikan Başkanı’nın yaptığı bir konuşma sonrasında temsilcilerin kimi ayağa kalkarak kimisi de oturarak alkış tutarken, protokol gereği orada bulunan Amerikan Yüksek Mahkemesi üyelerinin olayı tepkisiz seyrettiklerini gösteren fotoğrafı getirdi.Belki içlerinden Başkanı’nın yaptığı konuşmayı beğenenler de olmuştur ama onlar, tarafsız olmaları gerektiğinin bilincinde oldukları için bir tepki vermiyorlardı.Sayın Kılıçdaroğlu, tarafsız olması gereken ve Cumhuriyet Halk Partisi’ne çirkin şekilde saldıran Danıştay Başkanı’nın da maalesef adli yıl açılışında elini sıkmıştı.Lider olabilmek için gereken tepkiyi gereken zaman ve yerde vermek gerekir. Bu nedenle tarafsız olması gereken Danıştay Başkanı’nın elini sıkmayacaktı ve basına da bunun gerekçesinin Danıştay Başkanı’nın Cumhuriyet Halk Partisi’ne yaptığı haksız ve çirkin saldırı olduğunu anlatacaktı. İSMET PAŞA’NIN LİDERLİĞİŞartları iyi kullanan insanlar lider olabilirler. Örnek mi arıyorsunuz, işte İsmet Paşa’nın Lozan’daki davranışı.Lozan’ın açılış töreninin yapıldığı gazinoya gelen İsmet Paşa, salonda Türk delegasyonu başkanı olarak kendisine öteki heyet başkanlarına oranla daha küçük bir koltuğun ayrıldığını görünce bunun nedenini sormuştu. Aynı boyutta başka bir koltuk bulunamadığı gibi komik bir yanıt verilince, “Bulunduğu zaman salona girerim” diye tepki göstermişti.Onun bu çıkışı etkili olmuş çok geçmeden aynı boyutta bir koltuk bulunup yerine konulmuştu. Yani şartları iyi kullanarak muhataplarına ilk dersi vermişti

Yazının Devamı