19 Mayıs 2024 Pazar
İstanbul 21°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Batı’nın uygarlık mirası ve Asya

Atakan Hatipoğlu

Atakan Hatipoğlu

Gazete Yazarı

A+ A-

Bazı “ilerici” aydınların özgürlük ve demokrasi deyince hala Batı’yı işaret etmeleri geçiş döneminin tipik bir özelliği. Evet, Asya yükseliyor ama Batı sistemindeki çürüme manzaralarının uygarlık krizinin yapısal sonucu mu yoksa çözülebilir toplumsal krizler mi olduğu konusunda anlayış farkları var. Asya’nın ekonomik alanda kazandığı üstünlüğün henüz kültürel-ideolojik alana yeterince yansımamış olması da Batıcı önyargıları besliyor.

Günümüzde Batı uygarlığı ile ilgili esas sorun, insanlık durumu etrafında oluşturulan büyük teorik külliyat ve pratik mücadele geçmişi ile kurumsallaşmış uygulamalar arasındaki büyük açıklıktır. Örneğin 18. yy’da Rousseau’nun geliştirdiği genel irade yaklaşımının eseri olan ve çoğunluk oyunu milletin iradesi ile özdeşleştirmeye yol açan eğilimin, demokrasi adına çoğunluğun diktatörlüğünü kurma tehlikesine dönüşebileceğine ilişkin 19. yy’da Tocqueville’in uyarısıyla başlayan bir tartışma yapılmıştı. Bu teorik külliyatın üzerine 20. yüzyılda demokrasinin çoğunluğun oyuna ve dahası salt seçimin varlığına indirilmesinin faşizme varacak kadar tehlikeli olabileceğini gösteren faşizm tecrübesi eklendi. Böylece İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra çoğulcu demokrasi teorisine varıldı. John Rawls, demokratik bir sistemin ancak ve ancak azınlığın da çoğunluk haline gelebilme imkânlarının açık tutulması halinde var olabileceğini söyledi. Buraya kadar işler yolunda...

Pratiğe bakıldığında ise işler bütünüyle değişmekte, ses var görüntü yok denilebilecek bir teori-pratik açıklığı meydana çıkmaktadır. Pratikte Amerikan demokrasisinin kökleri 18. yüzyılda Alexander Hamilton tarafından bir seçkin oligarşisinin demokrasi perdesi arkasındaki kurumsallaşması olarak inşa edilmişti. Hamilton, temsili demokrasinin seçkinleri halktan koruyacak mekanizmalara izin verdiğini anlamış ve sistemi halkın gerçek çıkarlarını halktan daha iyi anlayan seçkinlerin yine halk tarafından onaylandığı bir sistem olarak düşünmüştü. Bu sistemde kuvvetler ayrılığı ve temsili demokrasi, gerçekte halkın yaratacağı tehdide karşı seçkinlerin yapısal üstünlüklerini garanti altına alacak şekilde kurgulanmıştı. Halkın kime oy vereceği seçkinler tarafından saptanacak, “seçilmişlere” oy veren halk da kendisini yönetimin sahibi “demos” zannedecekti.  1950’lerde Amerikalı sosyolog Wright Mills, Amerikan “demokrasisinin” gerçekte iktidar seçkinlerinin denetimindeki bir oligarşi olduğunu ortaya koyduğunda sistem” çoktan kurumsallaşmış durumdaydı.

Benzer bir teorik birikim-pratik kurumsallaşma açıklığı özgürlük konusunda da görülür. Özgürlüğün toplumsal mı yoksa bireysel bir mesele mi olduğuna ilişkin bütün teorik katkılar, Batı sisteminin özgürlüğü salt bireysel bir tercih serbestiyeti olarak kurumsallaştırmasını engelleyememiştir. Batıda özgürlük, örgütlü bir seçenek oluşturmadığınız müddetçe sistemin sizi hoş görmesi olayıdır. Örneğin ABD’nin emperyalist olduğunu, dünya halklarının başına bela olduğunu yazıp konuşabilirsiniz. Bunları yazdığınız kitaplarınız başka dillere çevrilir satılır. ABD bu işten para bile kazanır. Ama kendi ülkenizde örgütlü bir muhalefete kalkışır, sistemin emperyalist-kapitalist kodlarını değiştirmeye ilişkin ciddi bir toplumsal hareket yaratmaya yönelirseniz işler değişir.

Bizde ilerici görünümlü Batıcı aydının Asya’ya baktığında göremediği –bu yüzden de otoriter rejimlerden ibaret olduğunu zannettiği- şey, Batı burjuvazisinin bireysel özgürlüklere karşı örgütlü ve kurumsal gücünden gelen tolerans rezervidir. Yani bağırıp çağırma, bireysel deşarj olma özgürlüğü. Hiçbir sonuca varamayacak “radikalizm” hakkı! Asyalı rejimler, sadece bu konuda bizim Batıcılara yeterli güvenceyi verseler, demokrasi ve özgürlük beşiği haline geldiklerine ikna edecekler. Oysa sorun, demokrasi, özgürlük vb. denilince bakmamız gereken yerin coğrafya değil insani gelişmenin toplumsal şartları olduğunu kavramaktan geçiyor. Bir eleştiri yapılacaksa buradan yapılmak zorundadır.

Kimileri eskisinin yerini alan uygarlığın A’dan Z’ye her alanda öncekinden tümüyle farklı kurumlar getireceğini ama ortada Asya açısından böyle bir durumun olmadığını düşünüyor olabilir. Oysa her uygarlık öncekinin mirası üzerinde yükselir. İslam uygarlığı Yunan mirasını;  Avrupa uygarlığı İslam mirasını sahiplenmişti. Yükselen Asya uygarlığı da Batı’da yaratılan Aydınlanma mirasının üzerinde ilerleyecektir. Demokratik devrimlerden günümüze Batı’da sürdürülen demokrasi, insan hakları, anayasacılık, çoğulculuk, hukuk devleti, özgürlük, adalet vb. tartışmalarının ve bu idealler etrafında verilen toplumsal mücadelelerin mirası, artık insanlığın ortak mirasıdır. Asya’nın sorunu Batı’daki medeniyet kaybının göstergesi olan teori ile pratik arasındaki ikiyüzlü açıklığı yeni bir yorum temelinde birleştirmektir. O yeni yorum, uygarlığın ta kendisidir zaten.