19 Mayıs 2024 Pazar
İstanbul 14°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

'Bize yeni bir hayat getirecek yeni bir dünya görüşü gerek'

Damla Yazıcı

Damla Yazıcı

Eski Yazar

A+ A-

Bütün bir beşeriyeti ve bir kainatı içine alacağı yerde kendi cılız ve âmâ benliğine saplanan bir edebiyatın, bence, psikopatoloji etütlerine mevzu olmaktan başka bir meziyeti yoktur. Sanat bütün teferrüatıyla hayatı ihtiva etmeli, insanda yaşamak, insan gibi yaşamak, daha iyiye daha yükseğe, daha temize doğru koşarak yaşamak arzusunu, hatta ihtiyacını uyandırmalıdır. Hulasa sanat gaye değil, vasıtadır. Gaye hayattır.” – Sabahattin Ali

Elbette bir yazarın sadece dünya görüşünde değil yazınında da savunusunu gerçek kılması gereklidir. Sabahattin Ali’nin yaşamında, siyasi fikriyatında, hikaye ve romanla dolu olan yazınsal hayatında insana ve hayata sırtını dayayan gerçekçilik zikzaklar çizmeden büyük bir irade ve savaşımla sürmüştür. Bugünden bakıldığında Sabahattin Ali’nin eserlerinin toplamı bir dönemin Türkiye’sinin insanına dair bir belge, bir arşiv niteliği taşıyorsa, bu toplam, gücünü yazarın hikaye ve romanlarının çarklarını döndüren gerçeklik unsurundan alır.

Edebiyat tarihimizde büyük bir dil zenginliği ve lezzeti taşıyan Cumhuriyet dönemi edebiyatı içinde Refik Halit Karay, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Reşat Nuri Güntekin geleneğinden gelen Sabahattin Ali, eserlerinde köy ve kasaba gerçekliğini işlerken ustalarından bir yönüyle ayrılacaktır. Saydığımız yazarlar bir gezgin olarak gittikleri Anadolu’yu bir gezgin gözüyle ele alırlar, oysa Sabahattin Ali çevresini dışarıdan gözlemleyerek değil, bizzat içinde yaşayarak eserlerine aktaracaktır. Nakliyecilik işine girip Anadolu'ya mal götürdüğü son yıllarında ilk seferine başında kasket, sırtında meşin kamyoncu gocuğu, ayaklarında lastik çizmelerle çıkacaktır. Bu nedenle köy ve kasabada geçen öykülerinde ve romanlarında tanıdığımız karakterlerin birçoğu gerçek yaşamda varolan ve Sabahattin Ali’nin tanıdığı kişilerdir. Bunlardan en bilineni “Kuyucaklı Yusuf” romanındaki Yusuf karakteri, Sabahattin Ali’nin Aydın’da tutuklu kaldığı sürede tanıdığı mahpus Yusuf’tur. Ayrıca Konya ve Sinop cezaevlerinde kaldığı sürede, buradan edindiği tecrübe ve gözlemleri; Bir Şaka, Kanal, Kazlar, Bir Firar, Çaydanlık ve Katil Osman adlı hikayelerinde kullanır. Sinop'taki koğuş arkadaşı Hüseyin Kuşüzümü, bir hatırasında " ...sonradan okuduğum Katil Osman hikayesi aynen olmuştur. Yazdıkları doğru. Osman, biz içerdeyken kahvede bir adam öldürüp gelmişti. Çelimsiz bir çocuktu, iddia üzerine adam vurmuş." diye anlatacaktır.

İÇİMİZDEKİ ŞEYTAN’A KARŞI GERÇEKÇİ EDEBİYAT

Sabahattin Ali doğumundan ölümüne kadar dingin bir yaşam süremedi. 1907 Gümülcine doğumlu olan yazar, Birinci Dünya Savaşı’na doğru giden Osmanlı’da, ruhsal sorunlarla boğuşan bir annenin kucağında büyüdü. Babası piyadebaşı Cihangirli Ali Salahattin eğitimli, yüksek kültürü bilen ancak yaşam şartlarında boğulmuş, karısı Hüsniye Hanım’ın hergün çıkardığı huzursuzluklardan yorulmuş, sakin ve fedakar bir adamdı. Hüsniye Hanım’ın ruhsal gelgitleri öyle noktalara erişmişti ki, birkaç kez intihara kalkıştığı oldu. Annenin bu sorunlu kişiliği ailede herkesi etkilediği gibi Sabahattin Ali’nin de ruhunda onarılmaz ve derin yaralar açtı. Bu yaralar, içine kapanık, sakin, düşünceli bu çocuğun ileride büyük bir yazar olmasını sağlayacaktı ve Hüsniye Hanım’ın izleri yazarın eserlerindeki pek çok karakterde görülecekti. Sabahattin Ali bu sorunlardan kaçışı kitaplara sığınmakta buluyordu. Dayısının yanına yatılı okula yazıldığında bu okul onu hem ailenin gürültülü ortamından kurtaracak hem de kaleme sarılmasını sağlayacaktı. İlk öyküsü “Horoz Mehmet”i burada yazacaktı.

“1907’de doğdum. Garbi Anadoluluyum, nüfus kaydım Ayvalıkta’dır. İlk tahsilimi Çanakkale, İstanbul ve Edremit’te, orta tahsilimi Balıkesir ve İstanbul muallim mekteplerinde yaptım. 1927’de Yozgat’ta bir sene muallimlikten sonra, 1928’de Maarif Vekâleti hesabına Almanya’ya gittim. 1930’da döndüm ve evvela Aydın’da, sonra Konya’da ve Ankara’da Almanca muallimliği yaptım. Şimdi Maarif Vekaleti’nde Neşriyat müdürlüğü kalembaşısıyım ve Ankara Tiyatro mektebinde öğretmenim.”

Sabahattin Ali özyaşamına dair bu bilgileri aktarırken tarihler 1938’i gösteriyordu. Şiir kitabı “Dağlar ve Rüzgar”ı, ilk öykü kitabı “Değirmen”i ardından “Kağnı” ve “Ses”i ve ilk unutulmaz romanı “Kuyucaklı Yusuf”u henüz çıkarmıştı. Anadolu’nun batısından doğusuna, kuzeyinden güneyine, tüm coğrafyasının havasını solumuş biri olarak 41 yıllık ömrüne sığdıracağı eserlerin temellerini oluşturacak bütün yolları geçmişti. Bir toplumsal panorama yaratırken çarpıcı Anadolu hikayelerinin malzemelerini Anadolu’yu kıyısından izleyerek değil, yaşayarak toplamıştı. Dışarıdan bakanlar köy ve kasabalarda hayatın bunaltıcı ve donuk olduğunu düşünürken, Sabahattin Ali bu coğrafyanın insanının içten tutkularını, sarsıcı maceralarını çekip çıkarmış, onu bir mücevher gibi işlemiştir. Sorunlarını, acılarını, sevinçlerini, trajedilerini nakış nakış işlediği Anadolu insanını çok sevmektedir. Bu durumu 1945 yılında dönemin Milli Eğitim Bakanı olan Hasan Âli Yücel’e yazdığı bir mektupta açıkça şöyle ifade eder: “Her şeyden evvel, bütün insanları ve bilhassa bu yurdun dört bucağında, sekiz yüzyıldan beri hemen hiç değişmeyen bir hayata rağmen, içinde tükenmez manevi hazineler taşıyan bu milleti delice seviyordum. Her sene üç dört ay köylerde kasabalarda dolaşarak onların arasına katılıyor, ancak o zaman sahiden yaşadığımı, sahiden yaşayan insanlar arasında olduğumu fark ediyor ve senenin diğer aylarında bundan kuvvet alarak çalışıyordum. Yollarda şoförlerle, hanlarda köylü kadınlarla, kasabalarda ve şehirlerde işçilerle, Köy Enstitüleri’nde, içlerindeki o tükenmez hazineyi dışarıya vurabilmek imkanını bulmuş çocuklarla haşır neşir oldukça, kafamda ümitler beliriyor, onlara hizmet edebilmek isteğim dayanılmaz şekilde artıyordu.”

Sabahattin Ali’nin edebiyatının ve yaşamının temelini “insanı sevmek” oluşturuyordu. Ali, edebiyatın maksatsız olduğuna hiçbir zaman inanmamış ve onu hiçbir zaman bir gönül eğlencesi olarak görmemiştir. Onun sanatı “insanları daha iyiye, daha doğruya, daha güzele yükseltmek, insanlarda bu yükselme arzusunu uyandırmak”tır. Zweig’ın Balzac’ın edebiyatı için söylediği “her birey iklimin, toplumsal seviyenin, geleneğin, rastlantıların ve her şeyden önce yazgı biçiminde ona değen şeylerin bir ürünüdür; her birey, özünü, yeni bir atmosfere yansıtmak üzere, bir atmosferden çeker” sözü Sabahattin Ali'nin insanı değiştirme, dönüştürme azminin benzeridir.

“İçimizdeki Şeytan”da yozlaşmış aydın kitlesini ele alırken, bu yozlaşmanın içerisinde varlık savaşı veren, savrulan insanın iç hesaplaşmasını Ömer’in ağzından temel bir sonuca ulaştırır: “Halbuki ne şeytanı azizim ne şeytanı? Bu bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması…İçimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu… İçimizdeki şeytan yok… İçimizde aciz var… Tembellik var… İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var… Hiçbir şey üzerinde düşünmeye, hatta bir parçacık durmaya alışmayan gevşek beyinlerimizle kullanmaya lüzum görmeyerek nihayet zamanla kaybettiğimiz biçare irademizle hayatta dümensiz bir sandal gibi dört tarafa savruluyor ve devrildiğimiz zaman kabahati meçhul kuvvetlerde, insan iradesinin üstündeki tesirlerde arıyoruz.” Ömer’in iç mukayesi sadece kendine has bir son bulmaz, Sabahattin Ali, Ömer üzerinden toplumun bütününü eleştirir, ona erdem okları fırlatır. Bu yönüyle Ali'nin kalemi toplumcu gerçekçiliği de aşar ve eleştirel gerçekçiliğe kavuşur.

Dönemin bilinen yazarları arasına girmiştir artık, ancak edebiyatta temel anlayış ve dil sorunu üzerine tartışmalar sürüp gitmektedir. Yazarın içinde bulunduğu edebiyat dönemi modern edebiyatın nüvelerinin yeni yeni kendini gösterdiği dönemdir. Sabahattin Ali’nin bu tartışmalardaki duruşu ve konumlanışı eserlerindeki kadar nettir. Onun için “bireycilikten mümkün olduğu kadar hayata, muhite dönmek, muhitten birçok şeyler almak ve muhite birçok şeyler vererek yazmak lazımdır.” Buna rağmen öykücülüğüyle iki ayrı kutbu temsil ettikleri söylenen çağdaşı Sait Faik’i dikkate değer bulur. Onun edebiyat anlayışı eski-yeni kıyaslaması, yahut eserin giriş-gelişme-sonuç normlarına uygun yazılıp yazılmamasından ibaret değildir. Sabahattin Ali edebiyatın hayata ve insana dair etkin bir rol oynamasından yanadır. 1939 yılında Yeni Adam dergisinin “Modern edebiyat deyince ne anlıyorsunuz?” sorusuna verdiği yanıt Sabahattin Ali’nin 80 yıldır neden hala okunduğunun da cevabı niteliğindedir: “Modern edebiyat deyince hiçbir şey anlamam; sahici edebiyat deyince bir şey anlarım. Bu da o edebiyattır ki, bugün moderndir; yarın ve yarından sonra da modernlerden daha kuvvetle ayaktadır.”

GERÇEKÇİ EDEBİYATTAN MARKOPAŞA’YA

Cumhuriyet’in tek parti iktidarı döneminde, devlet kademesindeki sapmalara karşı eleştirel bir dik duruş sergiler Sabahattin Ali. Bu duruşunun bedelini sık sık cezaevlerinde yatarak, sürgüne gönderilerek, parasızlık çekerek yaşayacaktır. Siyasi söyleminden asla taviz vermeyecek, edebiyattaki dik duruşunu bu alanda da gösterecektir. 1930’larda dönemin solcu dergileri arasında bulunan Sertellerin Resimli Ay’ında Nazım Hikmet, Sadri Ertem, Vâlâ Nurettin, Suat Derviş gibi “komünist” yazarların arasında yer alır. İnönü’nün tek parti dönemi İkinci Dünya Savaşı’na giden yıllarda, bir taraftan giderek artan ekonomik sıkıntılarla mücadele ederken, bir yandan ülkenin savaşa girmesini engellemenin yollarını arar ancak tek parti rejiminden güç alan bir kısım bürokratlar halkın fakirliğine bakmadıkları gibi, yozlaşmaya yüz tutmuş bir tablo koyarlar önümüze. Bu nedenle dışarıdan memlekete yönelik artan baskılar, içeride halka ve muhaliflere uygulanmaktadır. Sabahattin Ali bu çürümüşlüğe yazılarında yer vermekten, onu kitaplarının unsuru yapmaktan hiç vazgeçmez.

Ömer Seyfettin, Reşat Nuri, Esendal geleneğinden gelen Sabahattin Ali, Maarif Vekaletince Almanya’ya atandığında Almanca vasıtasıyla gözünün önünde açılan “yepyeni bir dünya” da; Turgenyev, Maksim Gorki, Edgar Allan Poe, Guy de Maupassant, HeinrichVon Kleist, Knut Hamsun, E.T.A. Hoffmann ve Thomas Mann’ı tanır. Onların eserlerinden çok etkilenir. 30’lardaysa kalemi Nazım Hikmet, Sadri Ertem gibi sosyalist-komünist gelenekle harmanlanır ve 1940’larda Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz’la Markopaşa yolculuğuna başlar.

Markopaşa Türkiye dergicilik tarihinde ilktir ve özgün bir çizgiye oturur. Okura ulaştığı süre içerisinde derginin başına gelenler onu daha da ilginç kılmaktadır. İlk sayısı 25 Kasım 1946’da çıkan Markopaşa’nın künyesinde sahibi ve yazıişleri müdürü Sabahattin Ali’dir. Markopaşa’da Sabahattin Ali’nin yazısı dışındaki bütün yazılar mizah ve hiciv içerir. Halk dergiyi umulduğundan daha fazla sahiplenir, bu nedenle dergi üzerindeki baskısını arttıran hükümet dergiye çeşitli sabotajlar uygular. İkinci sayıda devlet eliyle gazete bayilerinin kulaklarının bükülerek derginin satışının engellendiği yazılır. Bunun üzerine derginin yazarları, bir günde 4 bin sayıyı kendileri dağıtır. 16. ve 17. sayıların başlığı altındaysa şu ibare yer alır: “Muharrirleri polis nezaretine alınmadığı ve hapse girmediği zamanlarda çıkar.” 20. ve 21. sayıların Ankara ve Samsun’da satışının engellenmesi üzerine de “Ankara ve Samsun’dan başka dünyanın her yerinden satılır.” ibaresi yazılacaktır. Dergi tüm bu zorluklar içinde sırtını halka dayayacak ve Malûmpaşa, Merhumpaşa, Alibaba gibi pek çok kez isim değiştirerek yoluna devam edecektir.

Sabahattin Ali, 1948’de şaibeli ölümü gerçekleşmeden bir yıl öncesine kadar dergide fikri yazılarını sürdürecektir. Bu yazılar onun siyasi ve ideolojik doğrultusunu ortaya koyarken, kendi edebiyatının izleğini oluşturan memleketine ve insanına duyduğu büyük sevginin de ispatı olacaktır. Hicvi eksik etmeden “Recepkrasi ve Celalkratik”, “İngilizleri Severim”, “Kokuyor” gibi yazıları kaleme alırken “Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer! Bereket zora katlanmasını bilen bu millet de namuslu” diyerek halkına güvenini hiçbir zaman eksik etmeyecektir.

Sabahattin Ali edebiyata yönelik eleştirisinde de halkın tarafındadır her zaman. Onu cemiyet şartlarının biçimlendirdiğini bilir, bu nedenle cemiyet şartlarını düzeltmenin peşine düşer. “Ben bizim halkımızın okumaktan kaçmadığını yakından bilirim. Yalnız ona okuyacağı şey hâlâ verilmemiştir ve o hala büyük bir inat ve sabırla, okumaktan vazgeçmiyor... Bir bayramda şehre inmiş olan birkaç köylünün kırkar kuruş vererek Kerem ile Aslı, Hayber Kalesi gibi kitaplar aldıklarını ve bunları köye hediye götürdüklerini gördüm. Kitap hediyesinin asilzadeler arasında bile moda olmadığı zamanda halkımızın kitaba para vermediğinden bahsetmek ayıptır. Ankara’da pazar yerinde limon satan bir çocuğun kazandığı otuz kuruşun on beş kuruşu ile bir Türkçe Yasinişerif aldığına şahit oldum. …On üç yaşındaki bir çocuk, parasını vereceği kitabın bir Yasinişerif değil, daha kendisine yakın ve daha 1936 senesine yakın bir eser olmasını elbette isterdi, ama nerede o eser?” İnsanı görmüş, onunla yaşamıştır ve tüm yaşamını bu hayatla cebelleşen, çelişkiler içinde ayakta kalmaya çalışan insana adamıştır.

Sabahattin Ali, hayatın çarklarında ufalanan en kötü insanın bile ruhundaki vicdan kırıntılarını aynı çıplaklıkla görür, onların çaresizliklerine de kulak verir. Mesela "Kurtla Kuzu"daki kahraman, kendisine işkence yapan polis memurunu bile mazur görebilecek kapsayıcı bir insan anlayışına sahiptir; "Bunların hepsi fena, vicdansız insanlardır demek istemiyorum. Ne gezer, onların arasında da ne müşfik aile babaları, ne vefalı arkadaşlar, ne hassas yürekli tabiat aşıkları vardır." (s. 43) Candarma Bekir ve Katil Osman'daki kahramalar da kendilerini topluma kabul ettirebilmek endişesi ile cinayet işlemek zorunda kalırlar. Oysa bu kahramanlar cinayet işledikleri anda bile, düşmanlarına acımakatadırlar: "'Aman Halil Efe' dedi, 'yavuklum var, bir garip anam var, canıma kıyma da ne yaparsan yap.' Yüreğim acımadı değil. (...) Ama onun ettiği hakareti kandan başka bir şey temizlemezdi. Bekir sağ kaldıkça insan içine çıkamazdım (...) tetiğe dokandım." (Candarma Bekir- s. 123)

Yaşamının son döneminde Markopaşa yazıları nedeniyle açılmış pek çok dava vardır ve cezaevine girmesi an meselesidir. Artık cezaevi şartlarını kaldıracak takati kalmamıştır ve yurtdışına çıkış planları yapar. Markopaşa sonrası yoğun bir parasızlık da çekmektedir. Evlerinde kaldığı Adalet Cimcozların yardımıyla nakliyecilik işine girişecektir. Bu onun yurtdışına çıkışı için hem bir yol olabilecek hem de Anadolu’nun bağrına, köylerine, insanlarına çeşitli yolculuklar yapabilecek, onlarla olmaya devam edebilecektir ancak aksaklıkların peşini bırakmadığı Sabahattin Ali bu girişiminde başarıya ulaşamaz.

Sabahattin Ali insanı sever ve ona güvenir. Ölümüne sebep olan şey tam da insana duyduğu bu güvendir. Bulgaristan sınırından kaçmak için bir kişi ile anlaşır ancak sınırı geçemeden cinayete kurban gidecektir. Aylar sonra bulunduğunda onu öldüren kişi, “milli duygularla” cinayeti işlediğini söyleyecektir. Oysa Sabahattin Ali ölmeden bir yıl önce yazdığı “İnsanlara İnanmak” yazısında belki de kendini öldüren kaçakçıya şöyle diyordu: “Ama biz akrep gibi kendi kendilerini zehirleyen bu adamlara kızmıyor, aksine, onları bu hale getiren sakatlıkları ortadan kaldırmak için savaşıyoruz. Çünkü hayattaki bütün doğru ve güzel varlıklara inanmayan gözlerle bakan bu insanların ruhlarındaki hazin boşluk, bu günkü insanlığın ibret verici bir aynasıdır. İnsanların insanları seveceği ve insanlara inanacağı günü yaklaştırmak için çalışmakta devam edeceğiz.”(Alibaba-2 Aralık 1947)

“Benim için sadece hayat ve insan vardır" diyen Sabahattin Ali aramızdan ayrıldığında henüz 41 yaşındaydı. Reşat Nurilerden, Yakup Kadrillerden, Nazımlardan aldığı edebiyat bayrağını Fakir Baykurtlara, Yaşar Kemallere, Mahmut Makallara devredip onların öncülü olmuş olan Sabahattin Ali, bugün 110 yaşında. İnsan ve tabiat sevgisinin yalın anlatımıyla, dostluk, yardımseverlik, haksızlığa karşı dik durma gibi insanı erdemli kılan değerlerin savunusunu yapmasıyla, köy ve köylünün sorunlarını dile getirirken toplumun sac ayaklarındaki sömürü, aldatma, aşağılama, istismar gibi çürümüşlükleri yok etme çabasıyla toplumcu bir edebiyat hattının ortasında yer alır.

Bugün ellerden düşmeyen “Kürk Mantolu Madonna”dan daha çok “Kuyucaklı Yusuf”, “İçimizdeki Şeytan”, “Sırça Köşk”, “Gramafon Avrat” , “Kağnı”, “Hasanboğuldu” demektir o. Türk edebiyatı bir çınar ise, bu çınarı toprağına bağlayan güçlü köklerden biri Sabahattin Ali'dir.