09 Mayıs 2024 Perşembe
İstanbul 16°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Değerlerimiz parça parça...

Burçak Evren

Burçak Evren

Gazete Yazarı

A+ A-

Geçtiğimiz günlerde Londra merkezli ünlü Christie’s müzayede evinde, Şah İsmail’in oğlu Şah Tahmasp’ın Osmanlı padişanı II. Selim’e armağan ettiği Şehname (Krallar Tarihi) adlı el yazması eserden bir sayfalık bir minyatür, 1 milyon sterlinle satışa sunulup sonuçta 4.9 milyon sterline alıcı buldu.

Döneminde II. Selim’e armağan edilen ve uluslararası sanat piyasasında olağanüstü olarak tanımlanan, eşine ve de benzerine rastlanmayacak denli nadide olup sanat piyasasında bir başyapıt olarak değerlendirilen bu eserin bizim müzelerimizden çıkıp da Christie’sin kataloğuna girmesine dek uzayan serüveni bir hayli ilginç. Kimi ayrıntıları dışlarsak, bu eserin de yine benzer bir yöntemle yurt dışına götürülen ünlü Bergama Sunağı ile her bir parçası dünyanın dört bir yanına yayılan Troia eserleriyle benzer bir yazgıyı paylaştığını iddia etmek sanırım pek yanlış olmaz...

15. yüzyıla ait olup da 350 yıldır Topkapı Sarayı’nda bulunan bu Şehnamenin 1903 yılında Avrupa’nın tanınmış Yahudi aile reisi Baron Edmund de Rothschild’e nasıl geçtiği pek iyi bilinmiyor. Çünkü bu eserin o yıllarda satıldığına ya da armağan edildiğine ilişkin hiç bir belge yok. Kimi çevreler tarafından çalındığı ya da bir şeylerin karşılığında verilmiş, takas edilmiş olması da iddia ediliyor. Ancak bu nadide eserin el değiştirmesiyle hikaye bitmiyor, aslında yeni başlıyor. Derken eser tıpkı Bergama Sunağı ve Troia eserlerinde olduğu gibi İkinci Dünya Savaşında Almanlar’ın eline geçiyor. Daha doğrusu Almanlar işgal ettikleri Paris’te bu eseri elleriyle koymuş gibi kolayca bulup, ele geçirdikleri diğer tarihi eserlerle birlikte ülkelerine götürüyor. Ama savaş sonrası götürdükleri tüm bu tarihi eserleri politik baskılar sonucu iade etmek zorunda kalıyor. Derken bu değerli eser Baron’un ölümünden sonra oğluna geçiyor, o da bu değerli eseri New-York’taki Rosenberg&Stiebel şirketine, şirket de bir süre sonra 1958 yılında Amerikalı koleksiyoncu ve aynı zamanda Metropolitan Müzesi’nin yöneticisi olan Arthur A. Hougton Jr’a satıyor. Arthur, her Amerikalı sanatsever (!) gibi aldığı eseri bir servete dönüştürmek için elleriyle, kelimenin tam anlamıyla parça parça ediyor. Parçaların, minyatürlü bölümlerine oranla daha az değer taşıyan -doğrusu onlar kadar para etmeyen-  yazılı olan 78 adedini sanatseverliliğini (!) kanıtlamak için yöneticisi olduğu müzeye bağışlarken, en nadir parçaları olan minyatürlü kısımlarını ise olağandışı yüksek bedellerle pazarlamaya başlıyor. Eserin 7 sayfası 1976 yılında Christie’s açık artırmasında 785 paunda, 14 sayfası 1988’de 880 paunda alıcı buluyor. Bu arada İran Şahı Pehlevi’nin eşi Ferah Diba devreye girip satıcı ile pazarlığa giriyorsa da fiyat yüzünden anlaşamıyor, ancak İran İslam Cumhuriyeti 1996 yılında Şehname’nin satılmayan ya da geri kalan kısımlarını bir değiş tokuşla geri almayı başarıyor. Daha doğrusu satıcıya, İran Çağdaş Sanat Müzesi koleksiyonunda bulunan 9 milyon sterlin değerindeki –onlara göre biraz müstehcen olan- Willem de Kooning’in eserini verip Şehnamenin 118 minyatürüne sahip oluyor.

Doğduğu, ait olduğu topraklardan parça parça sökülerek, ya satın alınarak ya da yağmalanarak ama daha çok da çalınarak yurt dışına götürülen eserlerin Küçük Asya’daki yazgısı hep aynıdır... Hiç değişmez... Bir padişahın “Taş parçası mı verin gitsin” demesindeki bağışlanmaz umursamazlığından, bir bakanın “Bize Osmanlı eserleri yeter gerisi boş” demesine dek uzanan kör bir anlayış ne var ki günümüzde de benzeri bir yaklaşımla sürmekte ve de sürdürülmektedir.

İşin en acı yanı ise; dünya sanat ortamında parça parça edilip, her bir parçasının elde edilmesi için milyonlarca dolarların verildiği bir paylaşım yarışında, bizlerin –yani eserin gerçek sahibinin - kahredici bir sessizliğe bürünerek – biraz da seçim arifesinin telaşından - üç maymunu oynamamızdaki umursamazlığımızdır.

Fatih’in tablosu örneğinde olduğu gibi, bu tür değerlere sahip çıksan bir dert, çıkmasan ise bir başka dert olur bu coğrafyada...

Geçmişimiz, değerlerimiz, tarihimiz parça parça, haraç mezat, çarşı ve de pazarda... Bizlerde ise bir tık bile yok...