18 Mayıs 2024 Cumartesi
İstanbul 14°
  • Adana
  • Adıyaman
  • Afyon
  • Ağrı
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Çorum
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Düzce
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Gümüşhane
  • Hakkari
  • Hatay
  • İçel
  • Iğdır
  • Isparta
  • İstanbul
  • İzmir
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kırşehir
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Kütahya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muğla
  • Muş
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Şanlıurfa
  • Siirt
  • Sinop
  • Şırnak
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Fatma Girik’ten bir anı...

Burçak Evren

Burçak Evren

Gazete Yazarı

A+ A-

Hastaydı… Konuşurken sıkıntı çekip, yürümekte zorlandığı söyleniyordu… Sık sık kaldırıldığı hastanede kısa bir süre kalıp geri dönüyor, eski sağlığına kavuşur gibi oluyordu… Yine rahatsızlandı… Hastaneye kaldırıldı… Bekledik… Ama bu kez öyle olmadı…

Nedense kimi sanatçıların hiçbir zaman ölmeyeceğini, hep filmlerdeki gibi genç ve güzel kalacaklarına inanırız… Yaş alıp yıllara meydan okuduklarında bile, onları filmlerindeki gibi görür, filmlerindeki gibi severiz… Biz yaşlanırız ama onlar hep genç ve güzel kalırlar.

Kimi filmler fena halde yaşama benzediği halde, ne yazık ki yaşam bazen filmlere hiç benzemez… İşte o zaman; keşke yaşamın da filmlerinki gibi geri dönüşleri olsa, deriz… Görüntüler bir an buğulanıp dalgalansa… Geçmişe, ölümün çok uzaklarda olduğu çocukluğa kadar gidebilse…

Bir gün, daha on ikisinde olan Fatma, gecekondularının tek olan odasında gazete okumakta olan babasının önüne dikilir ve ona kararlı bir sesle:

-Baba, ben artist olmak istiyorum, der…

Babası bir süre daha gazeteyi okur gibi yapar. Sonra yüzünü örten gazeteyi yavaşça aşağıya doğru çekip katlar ve yanındaki sehpanın üzerine koyar… Söyleyecek sözünü düşünür gibi değil de, düşündüğünü nasıl söylediğine karar vermek için bir süre daha sessiz kalır… Sonrasında gözlüklerinin üstünden kızını bakarak:

• Ne bok olursan ol… Ama, adam gibi ol… der.

Fatma 1943 yılının 12 Aralık’ında ailenin ilk çocuğu olarak dünyaya gelir. Anne-babasının işleri gereği henüz altı-yedi yaşlarında evin tüm işlerini üstenmek zorunda kalır. Daha o yıllarda ne çocuktur ne de yetişkin. Ablalık, çocukluğunun üzerini örten bir şal gibidir. Onu ömür boyu hiç çıkarmaz…

Aile; işçi sınıfı yaşamının solgun renklerinin egemen olduğu eski ve de yorgun iki katlı ahşap bir evde oturur. Ama bu evin tümüne değil, yalnızca bir odasına sahiptirler. Çünkü; yüksek tavanlı, onca zamanın hışmına uğramış bu eski ahşap evin her bir odasında, bir başka aile konaklar. Aynı çatı altında dört odada, dört farklı aile birlikte yaşarlar. Birbirlerine hem çok yakın, hem de çok uzaktırlar… Yakınlıkları; çaresizlik ve yoksulluktan, uzaklıkları ise; acıdan gayrı paylaşılacak hiçbir şeyleri olmamasından kaynaklanır.

Fatma küçük kardeşlerine hem annelik hem de ablalık yapar. Anne-baba fabrikanın yolunu tutunca, o da evdeki işlerin peşine düşer. Bir evde yapılması gereken tüm işleri yapar. Temizlik, yemek, kardeşleriyle ilgilenmek, küçük alış-verişlere çıkmak ve bunlar gibi her bir şey onun günlük işleri arasındadır. Öylesine küçüktür ki, gaz ocağını bile yakamaz, komşularından yardım ister. En çok yaptığı yemek ise kuru fasulyedir. Sevdiğinden değil de bildiğinden.

Günün birinde yine kuru fasulyeyi yapıp, soğuması için kardeşinin oturduğu masanın altına kapağı açık olarak koyar. Anne ve babasının eve dönmesine az bir zaman vardır. Tabakları masanın üzerine koyarken, bir süre sonra kardeşinin ayaklarını tencerenin içine soktuğunu fark eder. Hem de ne sokuş… Yün çoraplar fasulyenin tüm suyunu çekmiş, tencerenin içinde yalnızca taneleri kalmıştır… Ne yapacağını şaşırır küçük Fatma… Fasulyeyi dökse bir türlü, dökmese başka türlü… Dökse, anne babası aç kalacak… Bir de azar işitecek… Dökmese onları iş dönüşü aç bıraktığı için vicdanı sızlayacak…

Fatma bir süre vicdan ile azarı tarttıktan sonra anne ve babasını aç bırakmaya karar verir ve küçük kardeşinin ayağındaki çorapları çıkarıp, çamaşır sıkar gibi tencerenin içine boşaltır. Anne babası sofraya oturduğunda, “biz tokuz” diyerek kardeşiyle bir kenara çekilip iştahla yemek yemelerini izler…

Çok değil, bir hafta önce dört yazar dostumla İstanbul Büyükşehir Belediyesinin yayınları arasından çıkacak Fatma Girik kitabının sözleşmesine imza atım. Ve bana düşen bölümün ilk sayfasını da böyle yazdım… Nasıl olsa gerisini onunla konuşup kısa sürede tamamlarım diye…

Dedim ya… Bazen yaşam filmlere hiç, ama hiç benzemiyor…