20 Mayıs 2024 Pazartesi
İstanbul 17°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Filistin

Oktay Yıldırım

Oktay Yıldırım

Eski Yazar

A+ A-
“Filistin’de doğdum
Yerim yok, toprağım yok,
Yurdum yok, zamanım yok...”

Filistin için yazılmış bir şarkının sözleridir bunlar ve Filistin halkı gerçekten de kendilerini yurtsuz bırakan bir dayatma ile karşı karşıyadır. Buna karşı Arap toplumundan karşı sesler çıkacak, sert açıklamalar yapılacaktır, ama bunların bir sonucu olacak mıdır?

Başlayabiliriz!

Filistin - Resim: 1

SATIN ALINAN TOPRAKLAR

10 Haziran 1867’de, Sultan Abdülaziz yabancılara toprak satışı yasasını çıkarır çıkarmaz, Yahudiler Filistin’de büyük topraklar satın almaya ve ilk yerleşimci Hristiyanlar gibi büyük tarım çiftlikleri kurmaya başlamıştı. Hemen ardından yanına veliahtı olan V. Murat (masondu) ve II. Abdülhamit’i de alarak borç bulmak umuduyla Avrupa gezisine çıkmıştı. Bu yasa karşılığında İngiltere kraliçesinden alacağı ödül, Haçlı Garter şövalyeliği nişanıydı (Abdullah Gül’e de verilmişti).

Toprak satın alma ve Filistin’e yerleşme furyası II. Abdülhamit döneminde artarak devam etti. (Sultan Abdülhamit’in mutemet adamı Kont Newlinski üzerinden, Theodor Herzl’in, para karşılığında Filistin’den toprak talebine sertçe hayır karşılığı verdiği iddiası somut bir kanıta dayanmıyor. Yaşar Kutluay, Herzl’in anılarından aktarıyor, ama aynı Herzl, 1897’de Die Welt’te yayımlanan bir makalesinde “Osmanlı borçları karşılığında, herhangi bir eyaleti padişahtan istemenin söz konusu olmadığını” da yazıyor. Arşivlerde, Theodor Herzl’in Abdülhamit ile görüştüğüne ilişkin belgeler var, 1896 ile 1902 arasında toplam beş kez, ikisinin bütçesi Hazine-i Hassa’dan karşılanmak üzere gelmiş. Bu ziyaretlerin sadece birinde padişah ile Osmanlı borçlarının konsolidasyonu görüşülmüş, ama toprak talebine ilişkin bir kayıt yok. Tek kayıt kendi hatıraları. Hatta padişah, Theodor Herzl’e Osmanlı nişanı bile takmış.)

O kadar ki, Theodor Herzl, Yahudilerin sızma yoluyla Filistin’de toprak alıp yerleşmelerinin toprak fiyatlarını artıracağını söylüyordu. Bunu kolaylaştırmak için bir banka bile kurup, başta Kudüs olmak üzere, Hayfa, Beyrut, Yafa, Gazze gibi yerlerde şubeler açarak Yahudi kolonizasyonu için finans sağlamaya başlamışlardı. Filistin Osmanlı hakimiyetinde idi, ama gerçekten yasaları uygulayabilecek ölçekte bir hakimiyetten söz edilemezdi. Mesela II. Abdülhamit döneminde Kudüs’e Yahudi yerleşiminin sınırlanması konusunda yasa çıkarılmıştı, ama uygulanamıyordu. Yani, Abdülhamit o sert cevabı vermiş olsa bile bunun bir karşılığı olamamıştı. Tahta çıktığı andan 1908’e kadar Yahudi nüfusu üç katına çıkmış 30’dan fazla büyük çiftlik kurulmuştu.

‘TÜRKLERDEN NEFRET EDİYORUM’

Birinci Dünya Savaşı başladığında Theodor Herzl öleli 10 yıl olmuştu, ama ölümünden bir yıl önce Siyonist çevrelerin kendi içinde taraf oldukları bir davada onu savunan evangelist avukat David Lloyd George da, İngiltere Başbakanı olmuştu. Yani Siyonizm davası sahipsiz kalmamıştı. Ünlü İngiliz gazeteci H.G. Wells, Osmanlı savaşa dahil olur olmaz bir gazeteye yazdığı açık mektupta şunu soracaktı: “Yahudilerin Filistin’i almalarını önleyecek ne var?” Çünkü...

Birinci Dünya Savaşı’ndan hemen önceki yıllarda İngilizler, Ortadoğu’ya “müdahil olanlar (Intrusives)” adlı, İngiliz derin devletine bağlı çok özel bir grup göndermişlerdi. Albay Bertie Clayton’un liderlik ettiği grupta, bugünkü Irak ve Suriye sınırlarını belirleyen Gerthrude Bell, Kahire’deki Arap Bürosunu kuran Mareşal Kitchener’in yeğeni Albay Alfred Parker, Aubrey Herbert, Albay Stewart Newcombe, Mark Sykes, meşhur T. E. Lawrence gibi ünlü isimler vardı. Ayrıca bir diğer önemli üyesi ise askeri istihbaratın başındaki Albay Meinertzhagen’in sağ kolu olan Aaron Aaronsohn’du.

Aaron, Baron Rotschild’in yardımıyla Fransa’da ziraat eğitimi görmüştü. İnsanlık tarihinin en iyi tarım toplumunu yaratma imanıyla Siyon hayalini gerçeğe dönüştürmek için adeta programlanmış bir kişilikti. Görev yeri Filistin’di.

Günlüğüne “Türkleri ne kadar çok görürsem, onlardan daha çok nefret ediyorum” diye yazan Aaron, yerli halk ile çok sıcak ilişkiler kurmuştu çünkü İngiltere ve ABD’den gelen paraları dağıtıyordu. Kurduğu NİLİ isimli silahlı istihbarat örgütü ile de Osmanlı ordusu hakkında istihbarat topluyor ve baskın, sabotaj gibi eylemlerle cephe gerisinden zayıflatmaya çalışıyordu. Çanakkale’de bize karşı savaşan Jabotinsky alayı da bu grubun imalatıdır.

Bu hastalığın çaresi ise bizim liberallerin ve yeni Osmanlıcı hayalperestlerin pek hazzetmediği hatta masonlukla itham ettiği İttihatçılar olmuştu. Cemal Paşa 1917 sonbaharında bu örgütü dağıtmış, birçok üyesini tutuklamış bazılarını da idam etmişti. Hemen sonra da cephe gerisini emniyete alabilmek için, Filistin’e sonradan gelmiş olan bütün Yahudileri tehcir edecekti, belki bugün İsrail diye bir devlet olmayacaktı, ancak Almanlar ve Talat Paşa araya girdi.

‘SİYONİSTLERİ SEVİYORUZ’

Savaşın sonunda Lawrence’ın bir arabaya atıp bir gecede Suriye kralı ilan ettiği, Filistinlilerden nefret eden, Arap olarak bile kabul etmeyen Faysal, Frankfurter’e yazdığı mektupta şöyle diyecekti: “Biz Araplar, bilhassa aramızdaki aydınlar Siyonist hareketi sempati ile karşılıyoruz. Yahudileri içten karşılayacağız...” Bayrağını da Mark Sykes çizmişti ki, bugün neredeyse bütün Arap ülkelerinin bayrakları küçük yer değişiklikleriyle aynı renklerden oluşur.

Sonraki yıllar İkinci Dünya Savaşına kadar neredeyse yarı resmi bir İsrail devletine dönüşen Filistin topraklarına göç akınları devam etti. İkinci Dünya Savaşı sonunda İsrail devleti kurulduğunda Araplar buna “Büyük Felaket” dediler, ama bu felaketle baş etmek için asla anlamlı bir şekilde bir araya gelemediler. Hatta Filistinliler bile kendi içlerinde birleşemediler. Irak, Suriye, Mısır, Lübnan ve Ürdün orduları Filistin’e girerken diğer Arap devletleri izledi, Ürdün ise bir yandan sözüm ona savaşırken diğer yandan İngilizlerle ve Siyonistlerle görüşüyordu. Nitekim yenildiler ve İsrail Filistin topraklarının yüzde 78’ini ele geçirdi. Altı Gün Savaşı’nda ya da Yom Kipur’da da durum değişmedi, İsrail’in en büyük cephanesi Arapların birbirlerine olan düşmanlıklarıydı.

BATI ASYA İÇİN

FKÖ’ne ilk anlamlı destek Nasır’ın Mısır’ı, Esad’ın Suriye’si ve Saddam’ın Irak’ından geldi (hepsi de ABD’nin hedefi oldu). Bu desteklerle güçlenerek yıllar süren mücadelesini, Batı Şeria ve Gazze Filistin’de kalacak şekilde bir barış anlaşmasına taşıyan Yaser Arafat da hem Arap devletleri arasındaki hem de FKÖ içindeki ayrılıklar yüzünden zayıfladı. Kimi İhvancı kimi başka bir şey oldu, ama ulus olamadılar. Böylece İsrail yayılması büyüdü, Filistin küçüldü. Son yüz yıllık haritadaki fark ıstırap vericidir.

Bugün geldiğimiz noktada, ABD-İsrail ikilisinin ilan ettiği Filistin’i ilhak planına da yine Suudi Arabistan, BAE, Umman, Ürdün gibi Arap devletleri destek verdiler. Buna karşılık, birleşme çağrısı yapan İran, bu ilhak kararını kabul etmeyen de Suriye ve Türkiye oldu. Ama bu kez de Suriye ile Türkiye arasındaki uzlaşmazlık hali İsrail’e dur diyecek bir kuvvet oluşmasını engelliyor.

Bugün Filistin’deki bu oldubittiye karşı çıkmak, Doğu Akdeniz’in ve Batı Asya’nın emniyeti için, yani Türkiye’nin kendi emniyeti için çok önemlidir. Ancak Suriye ile diyalogda direnmek, İran’a karşı mezhepçi önyargılarla hareket etmek gibi bütün tarihleri boyunca Arap toplumunu parçalayan hataları tekrarlayarak bu sağlanamaz.

Ve her zaman dediğim gibi sonuçla karşılaşmak yıkıcıdır. Filistin ve Arap toplumu, bugün yüzyıllık ihmal ve hatalarının sonuçlarıyla karşılaşırken, tarih aynı hatayı Türkiye de tekrarlayacak mı diye bakmaktadır.

HARPUT

Aslım Erzurumludur, ama doğduğum, türküleriyle büyüdüğüm, kültürüyle yoğrulduğum şehir Elazığ’dır, yani Harput...

Büyük ressam ve heykeltraş Nurettin Orhan’ın, nam-ı diğer “deli Nuro”nun öğrencisiyim, atölyesine girmeye izin verdiği birkaç öğrencisinden biriydim, Elazığ’ın her yanında onun heykelleri ve dolayısıyla benim anılarım vardır. Kendi yaptığımız modelaj kalemiyle kilden ve kâğıt hamurundan heykel yontmayı, kendi yaptığımız tuvale yağlı ya da guaj boya sürmeyi ondan öğrenmişim. Atölyesindeki kalorifer peteklerinde ipek böceği yetiştirme denemeleri yaparken, üretimin bir memleket için önemini ondan dinlemişim, yaptırdığı model uçağın pervanesini neden ellerimizle yontturduğunu o vakit anlayamamıştım, ama şimdi... Her işi görebilen ellerim anlatıyor, bize ellerimizi vermiş öğretmenim, ellerimizin gücünü vermiş ki, o eller üretecek, geleceği inşa edecek diye... Havacılığı sevdirmiş bize, yıllar sonra bir uçaktan atlarken anlamışım.

Elazığ, güzel Elazığ, çocukluğum benim...

Hazar gölünde yüzmüşüm, Fırat kıyısında oynamışım, Harput’ta gezmişim. Soğuk kış günlerinde okula giderken Pestilini, orcikli şekerini taşımışım siyah önlüğümün ceplerinde, Maden’in o mis kokulu çileğini, Kovancılar’ın kavununu, Ağın’ın leblebisini yemişim. Biri Müslüman, biri Ermeni iki gencin aşkını anlatan türkülerini dinleyerek, çocuk yüreğime aşk düştüğünde “nesin methedeyim bir kaşı kare, şu sineme açtı onulmaz yâre” diye inleyerek büyümüşüm. Yan komşumuz Maroş Teyze’nin, Agavni Abla’nın her paskalya dağıttığı renkli yumurtaları yemişim. Her bayrama İzzet Paşa Camisi’nin avlusunda başlamışım.

Kış ortasında bile atletle gezen meşhur Çıplak Ramazan’ı bilirim ve ökçeli ayakkabılarıyla karşıdan karşıya geçerken arabaların durup yol verdiği, Yol Yemez’i...

Her evin tanrı misafiri kabul ettiği, yoksula yardımın gizli saklı yapıldığı, Belediye Başkanı Behçet Susmaz’ın, her sabah temizlik görevlileriyle birlikte sokakları dolaştığı, herkesin yiyecek bir ekmek bulduğu devirlerin çocuğuyum. Ama çocukluk arkadaşlarım, başka memleketlerde ekmek parası peşindeler. Elazığ’ın çocukları kendi memleketlerinde ekmek parası kazanamadılar niye? Elin Amerikalısı, daha 1900’lerin başında Amerikan koleji kuracak kadar değerinin farkına varmış da biz niye görememişiz Elazığ’ı?

Yani, kaybetmişiz Harput’u.

Kerkük’e gittiğimde gördüm, Elazığ adeta orada yaşıyordu. Haşdi Şaabi komutanı Yılmaz Neccaroğlu konuşurken “nanca yol gelmişsin” deyince bilinçaltımdan bir çekmece açıldı sanki. Çocukluğumdan beri duymamışım, “nanca” ne kadar demek istiyor. “Haydin gidegin, oturağın, gonuşağın” diyor, ben çocukluğuma gidiyorum, Fırat’ın taşıdığı kültür bu, öz be öz Türk ağzı. Amerikalı Elazığ’ın önemini niye anlamış da biz niye anlayamamışız, orada anlıyorum.

Bir Diyarbakır türküsünde “kerpiç kerpiç üstüne kurdum binayı” dediği gibi, yıllarca tuğla tuğla üstüne kurulan depreme dayanıksız binalardan oluşan mahalleler yıkıldı, yıkılmak üzere olanları da boşaltıldı. Yağmacılık yapmaya, ihtiyacı olmadığı halde yardımları almaya ya da kiraları iki katına çıkaran fırsatçılara rağmen, Elazığlı bu yıkımın da üstesinden gelecektir eminim.

Erkan Oğur, Zaralı Halil’in bir türküsünün sonunda söyler: Süt kalanın burcundayım, Altınova’ya bulut çökmüş pambuk gibi, eski günler geri gelmi, bak ki, Harput yok olmasın...

Bugün devleti yönetenlerin yapması gereken en önemli şey, yarının yıkımlarına bugünden tedbir almak, çünkü dün yapılmamış. Bugün yıllarca süren ihmalin sonuçlarıyla karşılaşıyor Harput.

Bakın ki, Harput yok olmasın...

Yazarın Önceki Yazıları Tüm Yazıları