03 Mayıs 2024 Cuma
İstanbul 13°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Konsoloslukta beklerken

Selçuk Ülger

Selçuk Ülger

Site Yazarı

A+ A-

Yıllar sonra vekâletname işi için Frankfurt Başkonsolosluğu'na gittim. Salgın döneminde ilk kuşak göçmenlerin yaprak dökümü daha da arttığından olmalı, noter işlemlerinin yapıldığı odanın önü hayli kalabalıktı. Epeyce bekledim; fakat hiç sıkılmadım...

Ailelerinden kalan tarlaları, arsaları, evleri, yazlıkları paylaşmak için topluca gelen çatık kaşlı mirasçılar, noter odasından çıkar çıkmaz bir köşeye çekilip ellerindeki vekâletnamelerin tren katarı gibi uzayıp giden tümcelerini döne döne dikkatle okuyorlardı. Kimisi de, vekâletnamenin bir yerinden ürküp merdivenlerden geri dönüyor, sırası gelenin adını seslenmek için kapıyı aralayan noter katibine koşup kafasına yatmayan yerleri alelacele bir kez daha soruyordu.

Ne yalan söyleyeyim, konsolosluğumuzun havasını bayağı özlemişim. Koridorlarda durmadan devinen insanlarımızın on yıllardır zerre değişmeyen o sevimli hallerini doya doya izledim.

Bir ara, yanımdaki boş sandalyeye usulca ilişen şaşkın bir yurttaşımız, kasabasındaki akrabalarının ortak tarlaların paylaşımı için vekâletnameye mutlaka koydurmasını tembihledikleri 'ahzu kabza'nın, 'feragü intikal'in ne anlama geldiğini sordu bana. Beklerken okurum diye getirdiğim kitabıma ve gözlüğüme bakıp beni Osmanlı münevveri sandı belli ki.

“Vekâletname vereceğin akrabaların yakında 'kabza'yı senin kafana öyle bir vuracaklar ki, bu dünyadan öbür tarafa keder içinde 'intikal' ettirecekler seni!” dedim. Geç güldü. “Yapar mı yapar namussuzlar!” dedi. Lisede divan edebiyatında gazel terkipleri çözerdik. Bulmaca gibi zevk verirdi. Ben de merak ettim sorduklarını. Cep telefonumdan Osmanlıca- Türkçe sözlüğe bakıp sorduğu terkiplerin anlamlarını açıkladım adama. “Dediğin doğru vallahi hemşerim, bunların niyeti kötü, çekip alacaklar tarladaki babadan kalma payımı elimden!” dedi.

Sorduğu eskimiş hukuk terimlerinin bana tek iyiliği, yazarımız Fakir Baykurt'la doksanlı yıllarda Frankfurt Konsolosluğunda yaşadığımız tatlı bir anıyı olanca canlılığıyla çağrıştırması oldu.

Not defterime sıcağı sıcağına ayrıntılarıyla işlemiştim bu anımızı.

Dalıp gittim o güzel günlere...

“Yazarımız Fakir Baykurt, bir konukluğunda köyüne annesinin adını taşıyan bir kitaplık kurma ereğinden bahsetmişti. Hatta adını bile düşünmüş: Akçaköy Elif Nine Kitaplığı.

Kahvaltıda, “Kitaplık işi ne oldu hocam?” diye öylesine sordum. Bitmez bürokratik engeller yüzünden kitaplığın açılması uzadıkça uzuyormuş. Bu konudaki sıkıntılarından epeyce söz etti.  'Yurdumuzda bu işler hâlâ zor, köydeki evimizi, binlerce kitabımı bağışlamakla bitmiyormuş meğerse bu işler abim' dedi.

Hayalini kurduğu kitaplık işinin daha da uzamaması için Burdur'daki bir dostuna hızla yetki vermesi gerekiyordu. Sıkıntılarından biri de buydu. 'Hocam bundan kolay ne var! Konsolosluk şu parkın öte yanı. Gezerek gideriz, hemen halledelim bugün vekâlet işini' dedim. Konsolosluğun evimize bu kadar yakın olduğunu bilmiyordu. Çok sevindi. Çayımızı içip yola düştük. Konsolosluğun önü insan seliydi. Kuyruk yollara taşmış. Konsoloslukta nikah işlerine bakan Attila Toprak daha evden çıkmadan aklımdaydı. Bizim nikahımızı da o kıydı. O günden beri dostuz. Arada görüşür kucaklaşırız. Göçmen Türkler onu çok seviyorlar.  Attila'nın kıydığı nikahlar cingitaş gibi sağlam oluyor arkadaş, pek boşanan çıkmıyor! diyorlar. Attila ağabey Alman dili okumuş Ankara'da. Edebiyata yatkın. Fakir Hoca'nın birçok kitabını su gibi içmiş. Konsolosluğa geldiğini bir duysa, noterlikteki işini halletmek şöyle dursun, yere göğe koyamaz yazarımızı.

Fakir Hocamızı Frankfurt'ta götüreceğimiz onca yer var daha; kısıtlı zamanımızı konsolosluk kapısında geçirmeyelim diye, Attila ağabeyden söz ettim ona. 'Kapıdan telefon açtıralım, iner sizi hemen içeriye alır. Hem de çok sevinir. Sizinle tanışmayı çoktandır istiyordu zaten'  dedim.

'Gerek yok abim. Bekleriz. Bak herkes bekliyor. Hem bu beklemelerde öykülerime birçok malzeme de topluyorum bizimkilerden' diyerek önerimi reddetti. 'İyi, güzel de, başka devletlerin elçileri, konsolosları, bırakın kapılarda bekletmeyi, kitap fuarına gelen yazarlarını, sanatçılarını, ta  havalimanlarından aldırıyorlar. Kaç kez tanık oldum.'

Söylediklerime kulak asmayıp sıraya girmesine biraz içerledim. 'Her Amerikancı darbede hışımla üstünüze yürümüşler, kara tahtanın önünden alıp tutukevlerine yollamışlar sizi! Bari bir sayfalık belge için yazarlarını konsolosluk kapısında olsun bekletmesinler de ödeşin!' dedim. Güldü, koluma girdi. Kapıdan numaramızı aldık. Sıramız çabuk geldi. Noterlik odasında, piposu ağzından hiç düşmeyen, konuşkan, şakacı Ümit Bey, 'Sıradaki girsin!' diye ünledi açılan kapıdan. İçeriye girdik. Dostça selamladı bizi. Ünlü yazarımızı, diğer memurlar gibi o da tanımadı.

(Yazarımızın oğlu Tonguç Baykurt, bir Alman arkadaşıyla tanıştırmış babasını. 'Baban bir yazardan çok Gastarbeiter'e (misafir işçi) benziyor Tonguç'  demiş Alman arkadaşı. Fakir Hoca, sofrada bu anısını bize anlatırken, 'Ne mutlu bana! Öykülerini, romanlarını yaza yaza bitiremediğim koca yürekli işçi, emekçi yurttaşlarına benzetilmekten daha güzel bir armağan olur mu bir yazar için bu dünyada!' diye sevinçle gülüyordu.)
Kitaplık için gereksindiği vekâletname biraz farklıydı. Özel vurgular içermesi gerekiyordu. Çetrefilli konuyu Ümit Bey'e çabucak özetledi yazarımız. Fakat, belli ki hukukçu değil Ümit Bey. Bu işi sonradan öğrenmiş, göçü yolda düzen memurlardan. Bilgisayarındaki hazır metinlerin hiçbiri yazarımızın istedikleriyle örtüşmedi. Fakir Hoca, 'Öyleyse biz şöyle yazalım...' diye tam metni  kurmaya başlarken, 'Dur efendi abicim, çocuk oyuncağı değil ki bu, öyle dediğin gibi olmaz bu iş! Vekâletnamelerin her kelimesi önem arz eder!” diye kesiyordu yazarımızın sözünü Ümit Bey.

Sonra da, öznesi yükleminden kilometrelerce uzak, Arapça, Farsça sözcüklerle bezeli anlaşılmaz,  tumturaklı tümceler kuruyordu seslice. Yazarımız kibarca araya girip, “Konuttan kitaplığa dönüştürelecek bu yapının, Burdur'unYeşilova ilçesi tapu müdürlüğündeki...” derken,  Ümit Bey gözlerini ekrandan ayırmadan yeniden kesiyordu Fakir Hoca'nın sözünü. Piposundan bir nefes çekip üflüyor, kısaca tavana bakıp, 'Olmaz tatlı dilli abiciğim, vekâlet öyle mektup gibi olmaz! İş bu, ferağ takriri için meskenin kütüphaneye çevrilmesi icabıyla...'
Yazarımız, ekşi erik yiyor gibi sesizce dinledi Ümit Bey'in seslice okuduklarını. Kırk yıllık eğitmenlik, onca roman, sendika başkanlığı, tutuklanmalar... Ne kadar sabırlıydı Fakir Hocam.

Neyse ki, orta yol bulundu sonunda. Yarısı öz Türkçe yarısı Arapça hazırlandı vekâletname. Ödeme için Fakir Hoca kasaya gidince, Attila ağabeyi sordum Ümit Bey'e. Onunla dostluğumuzu öğrenince daha yakın davrandı bana. 'Attila izinli bu hafta' dedi. İçtenliğinden yüz buldum ben de: 'Ümit Bey, Ankara'ya yarın mektup yazıp size üstün hizmet madalyası verilmesini önereceğim!'  dedim. Elindeki kağıt tomalarını düzeltti. Piposunu tüttüre tüttüre merakla baktı gözlerime.
'Sayısız romanlar, öyküler yazmış dil ustası bir yazarımıza Türkçe dersi verdiniz bugün! Noter dediğin böyle olur işte, dedirttiniz sonunda yazarımıza.'
'Kimdi ki o?'
'Kimliği elinizdeydi demin, vekâletin en başına yazdınız ya: 15 Haziran 1929 Akçaköy doğumlu, Veli'den olma, Elif'ten doğma... Fakir Baykurt!'
'Deme yahu! Şu filmin... Yılanların Öcü'nün Baykurt'u mu bu?'
'Evet! Ta kendisi.'

'Tüh! İnsan içeri girince hemen söylemez mi kardeşim! Ne yaptım yahu ben! Ayıp mı ettik yazarımıza?'
Fakir Hoca ödendi fişiyle girdi içeriye. Ümit Bey piposunu masaya bırakıp ayağa kalktı.

'Bir kusurumuz olduysa özür dilerim değerli yazarımız. Görüyorsunuz, işler başımızdan aşkın. Kim geliyor, kim gidiyor, gördüğümüz bile yok! Yılanların Öcü de ne filmdi ama hocam!' dedi saygıyla.
'Ne özürü?' dedi Fakir Hoca, 'Güler yüzlü hizmetiniz, insanlara gösterdiğiniz yakınlığınız için çok çok teşekkür ederim!'
Dostça el sıkıştılar. Türkçe dersi verdiği büyük yazarımızı, “Yine beklerim, çayımızı içmeye de gelin hocam!”  diyerek kapıya kadar uğurladı Ümit Bey...”