17 Mayıs 2024 Cuma
İstanbul 20°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Kültürel Şizofreni: Ya trajedi ya parodi (1)

Ekrem Kahraman

Ekrem Kahraman

Eski Yazar

A+ A-

Bazı kitapları Türkçeye de çevrilen (Yaralı Bilinç -Geleneksel Toplumlarda Kültürel Şizofreni, Melez Bilinç, Batı Karşısında Asya, Din Devrimi Nedir?) İran ve Yakın Doğu'nun en önemli çağdaş düşünürlerinden Daryush Shayegan, Doğu kültürlerinin Batı kültürlerine nazaran esas olarak çok daha eskilere dayalı köklü bir uygarlık birikimine sahip olduklarını fakat aydınlanma devrimiyle birlikte ister istemez bu yeni büyük uygarlık devriminin yükselişi ve çağdaş itibarı karşısında -beklenmesi gerektiği üzere- yoğun bir sendelemeye uğradıklarını, bunun sonunda da bir tür “kültürel şifofreni” yaşadıklarını öne sürer.

Hem dünya hem Doğu (Ortadoğu) kültür siyasetlerinin tarihsel olarak büyük bir kırılmaya evrildikleri 1990'lı yıllara doğru kaleme aldığı “Yaralı Bilinç -Geleneksel Toplumlarda Kültürel Şizofreni” kitabında Shayegan “melez bilinç” “göçebe düşünce”, “yamalama kültür” vb. kavramları öne çıkararak Doğu kültürlerinin Batı kültürü karşısında sözde hem bir tür yeni olana ayak uydurabilmek hem de onunla karşılaşmak-hesaplaşmak için biraz aceleci ve eksik bir davranışla üst üste yanlışlar yaptığını, bu nedenle de ister istemez büyük bir kültürel şizofreniye kapılmaktan kurtulamadıklarının altını çizer. Batı sanatı ve kültürü karşısında özellikle düşünce üreticilerinin yanı sıra aydınların ve entelektüellerin yaşadığı bu kültürel şizofreni hali her ne kadar konuyla ilgili çevrelerde esas olarak Doğu-Batı çatışması olarak ele alınıyor olsa da aslında bu durumun bir tür gelenek-modern, geçmiş-gelecek ya da eski olanla-yeni olan arasındaki tarihsel bir çekişmeyi öne çıkardığına işaret eder. Bana kalırsa ise siyasi, ideolojik, felsefi, düşünsel olarak sanat ve kültür alanlarında ortaya çıkan fakat henüz yeterince tartışılmamış olan son yılların Doğu-Batı, Avrupa-Asya, Gelenek-Modern, Modernite-Postmodernite, Postmodernite-Çağdaş ve Çağdaş-Güncel Çağdaş, küratör, çağdaş sanat müzeleri vb. kavramlar da aslında tam da bu büyük alanla ilgili olarak ele alınmalı kanısındayım. Daryush Shayegan, Işık Batıdan da Gelir isimli kitabı üzerine kendisiyle yapılan söyleşide (2012) daha kitabın adıyla sorgulamaya giriştiği o büyük tarihsel soruya şöyle cevap verecektir: “Evet ve hayır! Işık, bir bakıma, 18. Yüzyıl Aydınlanma Çağı'nı da simgeliyor zira. İnsanlık tarihinde bir kırılma anı bu çağ; insanın kendi özgürlüğünün, kendi olma hakkının farkına vardığı ve Kant'a göre, müşterek yetkiden/denetim altından -iktidarın yüceliği ve kutsalın faziletinden- yakasını kurtarmak istediği bir dönem. Öte taraftan, bireyselliğin ve hatta maneviyatın serpilebilmesi için, çelişkili bir biçimde, insanın sekülerleşmiş bir çevrede, bir hukuk devletinin boyunduruğu altında ve de akılcı ve demokratik teşekküllerin himayesi altında yaşaması gerekiyor. Modernlik serüveninin, insanın özgürleşmesinin uçsuz bucaksız bir hareketi olduğunu düşünüyorum.”

O nedenle coğrafi ya da kültürel farklılıklar gözetmeden bakıldığında gerçekten de bunun gibi gelişmeye ilerlemeye geçmiş her girişimi “kendi olmak” gibi bir niyetle harekete geçen çağdaş toplumlarda, en modern ya da çağdaş olanından en muhafazakar olanına kadar, bütün aydınların, entelektüellerin ayırıcı değerleri, duygu düşünce ve kavramsal öngörüleri ve iddialarının oluşturduğu düşünsel-eylemsel dünyalarında zaman zaman birbiriyle çarpışan iki ya da daha çok farklı kültürlerin sürekli olarak birbiriyle itişip kakışmasından doğan bir dizi çarpışma gerçekleştiğinin altının çizilmesi gerekiyor. Tıpkı bir önceki yazımda da ele almış olduğum gibi bu: “Akıllı, kültürlü, iddialı, disiplinli vb. ama bir yandan da özgür ve özgün olmayı başaran toplumlar-uluslar evrimleşerek geleceğe geçecekler; olmayanlar, olamayanlar ya da olmamakta direnenler ya da geç kalanlar ise tıpkı geçmişte olduğu gibi giderek tarih dışına savrulacaklardır.” gibi bir teze kadar gider. Gerçekten de bu durum toplumsal kültürel alanlarda bir yandan tarih dışına düşüp yok olma (anakronizm) kaygısı, öte yandan ise Shayegan'ın da altını ısrarla çizmeye çalıştığı “köksüzleşme” (yabancılaşma) korkusunu (başka korku ve çatışmalardan da söz etmek mümkün elbette) aynı anda içinde barındıran bir ara süreç olarak yaşamaya devam etmektedir.

Bu köşeyi takip eden okuyucu bu köksüzleşmeyle ilgili bir önceki yazımda söz etmiş olduğumu herhalde hatırlayacaktır?

Tıpkı Daryush Shayegan'ın da altını çizmeye çalıştığı gibi gerek bireysel gerek toplumsal gerekse düşünce sanat ve kültür alanlarında insanın, toplumların, ulusların ya da kültürlerin kendi varlıklarının yeniden farkına varmaları gereken bir sürece gelip kafa kafaya dayanmış durumdayız.

Burada her ne kadar elbette Batı kültürü üzerinde çalışan uzman bir düşünür olmasa da ünlü İtalyan sinema oyuncusu Sophia Loren'in halen yönetmen olarak çalışan oğlu Edoardo Ponti kendisiyle yeni yapılmış bir söyleşisinde şöyle aşırı sıradanmış gibi görünen fakat oldukça “gelecek” öngörüsü yüksek bir sözünün altını çizmek üzere aktarıyorum sizlere: (Hürriyet Gazetesi, 1 kasım 2020)

“Dünyanın şu anda empatiye ve insanlığa ihtiyacı var.”

Bir önceki yazımda da sözünü etmiş olduğum ve adına bir tür “fabrika ayarlarına geri dönmek” olarak tanımlanabilecek bu alabildiğine yalın bakış ya da siyasi, kültürel, ahlaki niyet ne kadar açık ve tarihsel ve bu nedenle de bir o kadar da kadim bir insanlık devrimi değerinde değil mi? Ne yazık ki kişiliğinde, toplumsal ya da ulusal ahlakı ve kültüründe azıcık insanlık değeri taşıyan sıradan birisinin bile uzmanı olmadan kolaylıkla ve gururla söyleyebileceği böylesi yalın tertemiz bir bakış açısını konunun uzmanı söz de kültür uzmanlarından pek duyamıyoruz her nedense? Geveleyip duran sesleri çıksa da etkileri tarih dışına düşmüş gibi görünüyor ne yazık ki?

Oysa o kadar açık ki: bütün bir dünyada bir tür siyasal, ideolojik kültürel bilimsel dejavu yaşanıyor sanki?

İçinden büyük yıkımlarla geçiyor olduğumuz şu koronovirüs süreciyle bile aslında hem gıda ve beslenme, hem insan ve toplum sağlığı, hem felsefe, hem başta sağlık ve ilaç alanı olmak üzere bilim alanlarında bir dizi söz konusu dejavu hali içindeyiz aslında.

Bir tür eski bildiğimiz “yeni”leri “doğru”ları, “değer”leri, “çözüm” yollarını vb. yeniden hatırlamaya, oralara başvurup yeniden öğrenmeye yeltenmek zorunda kaldığımız yeni fakat aynı zamanda tarihsel bir süreç bu.

(Devam edeceğim)