19 Mayıs 2024 Pazar
İstanbul 14°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Midas’ın ‘Altın Dokunuşu’ Türk Milletine dokununca

Latif Bolat

Latif Bolat

Gazete Yazarı

A+ A-

“Kanı mülke benim diyen, köşk ü saray beğenmeyen.

Şimdi bir evde yatarlar, taşlar olmuş üstünleri.”

                                                           (Yunus)

Bir vardı, bir yoktu… Midas adındaki hemşerimiz, MÖ. 700’lerde, başşehri Gordion’da olan Frigyalıların kralı idi. Onun zamanlarında, Anadolu’muzun bereketli topraklarında çok sayıda tanrı da bulunurdu. İşte Denizli’mizin Çal ilçesinden olan bir önemli Yunan tanrısı da Dionisos idi. Kendisi bağbozumunun, şarapçılığın, meyva ve sebzelerin, bereketin, festivallerin, insancıllığın, dinsel ve ruhani çılgınlıkların ve tiyatronun, kısacası bütün bir hayat oyununun tanrısı idi.

Bir gün öğretmeni ve üvey babası olan Silenus ortadan kayboldu. Kral Midas’ın adamları, Silenus’u perişan halde bir dağda buldular ve Midas’a getirdiler. Bizim Midas, onu çok iyi şekilde ağırladı elbette. O da Kral’a şarkılar söyleyerek, hikâyeler anlatarak karşılık verdi. Midas, misafirini bir süre sonra Tanrı Dionisos’a geri götürdü. Tanrı da, Midas’a olan şükranlarını belirtmek için, “dile benden ne dilersen” demez mi? Zaten o bölgenin en zengini olan Kral Midas, bu teklif ile hayatının en büyük fırsatını kapacağını düşünmüş olmalı ki, “her dokuduğum şey altın olsun lütfen” dedi Tanrı’ya. Dionisos bir tanrı olarak tüm becerisini gösterip, Midas’a verdi istediğini. Midas çok mutlu olmuştu. Şimdi, istediği kadar altın elde edecek, dünyanın ve evrenin en zengini olacaktı.

ALTINDAN GÜL TAMAM DA YA EKMEK DE ALTINLAŞIRSA!

Her şeyi altınlaştırmaya, bahçedeki güllere dokunarak başladı. Sonra sarayının duvarları, merdivenler, yattığı yatak, masalar, sandalyeler birer dokunuşla altınlaştılar. Midas, bir çocuk gibi her şeye dokunuyor ve sapsarı altına dönüştüğünü görünce, daha da iştahlanıyordu. Ama saatlerce süren bu altınlaştırma çabalarından sonra karnı açıktı. Sofraya oturdu ve ekmekten kopardığı ilk lokmanın da altına dönüştüğünü gördü. Bir su içmek istedi, su da likid bir altın haline geldi. Durumdan son derece dehşete düşen Midas, kapıdan giren kızına sarılıp rahatlamak istedi. Kızı da altınlaştı! Kral Midas, elindeki varlıkla yetinmemesinin faturasını, her şeyini altınlaştırarak ödemiş oldu. Midas’ın hem üzüntüsünden hem de açlıktan perişan şekilde öldüğünü söyler ünlü tarihçi Aristo.

Bu çok bilinen efsaneyi neden anlattık şimdi? Aradan geçen çok uzun 2700 seneye rağmen, insan doğasında bir türlü değişmeyen bir kalitesizlik unsurunu, günümüz gerçekleri ile anlatmak için. Bu insan duygusu o kadar egemen olmalı ki, Türkçede çok çeşitli karşılıkları bulunuyor. Hırs, açgözlülük, tamah, doyumsuzluk, harislik, iştah, oburluk, tül-ü emel, bu hiç de sevilmeyen, ama aramızda sürekli dolaşıp duran insan duygusu konusunda, eskilerin bize bıraktığı sadece birkaç isimlendirme.

AÇGÖZLÜLÜK KONUSUNDA İŞTAH TAMAHKARLIĞI!

Her toplumda olduğu gibi, Türk toplumunda da, var olduğumuzdan bu yana, bu özelliklere sahip belli bir kesim hep olmuştur. Orhun Yazıtlarından Divan-ı Lugat-ı Türk’e, Ahmed Yesevi’nin deyişlerinden Yunus Emre’nin ilahilerine kadar, Türk kültürünün hemen her eserinde şiddetle kınanan bir eylem ve düşünüş biçimidir açgözlülük.

İslamın hümanist özü olarak bilinen Sufizmin, Mevlana’dan Niyazi Mısri’ye, Pir Sultan Abdal’dan Edip Harabi’ye sürekli şekilde savaş edilmesi gerektiğini belirttiği “nefs” de bununla doğrudan ilişkilidir. Aslında her dinde olduğu gibi, İslamdaki hemen tüm ritüeller bu “nefs” dedikleri kontrolsüz insan duygularını kontrol altına alma çağrısıdırlar. Ramazan ayını geçirdiğimiz bugünlerdeki oruç ritüeli de en belirgin Nefs ile savaşma yöntemidir. Tüm dinler, buna benzer emirlerle bir türlü kontrol altına alınamayan bu “maymunumsu ama insanımsı” yaratığa bir yön verip, insanileştirme çabası sonucunda ortaya çıkıp, birer emirler ve yasaklar yumağı haline gelmişlerdir. Hazreti Musa’nın “10 Emir”ini hatırlasak yetecektir bu konudaki açıklamalarımız. Bu temel emirlerin 7 tanesi, doğrudan nefsin terbiyesi ve açgözlülüğün kınanması ile ilgilidir. Yani insanoğlunun varoluşunun ta başından beri, bir türlü başedemediği bir kalite problemidir açgözlülük.

HERKESİN HIZLA MİDAS’LAŞTIĞI ZAMANLARDAYIZ

Gelelim günümüze. Son depremin sebep olduğu felaket boyutundaki ölümler ve maddi zararların tamamı, aslında Gordion’lu Midas’ın kendi hayatının sona ermesine sebeb olduğu hırs ve açgözlülüğün bir çağdaş ifadesidir. Midas dokunduğu her şeyin altına dönüşmesi sonucunda hayatından olurken, deprem bölgesindeki binlerce küçük Midas’ların para hırsı ve açgözlülüğü, hem kendilerinin ve ailelerinin hem de binlerce masum insanın hayatlarının kararmasına sebep olmuştur. Bununla, sadece uyduruk bina yapan müteahitleri değil, inşaatların her aşamasında bu felakete imza atan mühendisi, mimarı, kontrol memurunu, belediye görevlisini, hatta ucuza mülk sahibi olmayı hedef haline getirip ne aldıklarını bile düşünmeyenleri de kastetmekteyiz. “Midas açgözlülüğü” artık krallardan en aşağılara kadar yayılan bir hastalık halindedir. Artık memleketimizin sokaklarında, şu ya da bu sebeple gözleri para ve varlıktan başka bir şey görmeyen şiddetli bir kalabalık dolaşmaktadır. Zaten yoksul olanların, hayatlarını sürdürmek için para peşinde olmaları elbette anlaşılabilir belli ölçülerde. Ama kadınıyla, kızıyla, erkeğiyle, genci ve yaşlısı ile, günde yirmi dört saat para hesabı yapan bir millet haline gelmiş olmak, aslında başımıza gelebilecek en büyük felakettir bizce.

Doğal felaketlerin yaraları belli bir zamanda sarılabilir ve halledilebilir. Ama Midaslaşmış milyonların oluşturduğu bir toplumda, tüm siyaset, sanat, spor, evlilik, aşk, yazarlık-çizerlik, kısacası tüm yaşama faaliyeti “para hırsı ve açgözlülük” yoluna doğru gidiyorsa, bizler için alarm zillerinin çoktan çalıyor olması gerek. Devletin en yukarılarından, dağlarımızın başına kadar Midaslaşılıyorsa, bizleri daha çok “asrın felaketleri” bekleyecektir. Ve şunu da bilmek gerekir ki, felaket sadece deprem şeklinde olmayabiliyor. Zaten binlerce yıllık o güzelim hümanist ve geleneksel değerlerimizi kaybetmiş olmamız, felaketlerin en büyüğü değil midir ki? Yunus sekiz yüz yıldır aynı konuda uyarıp durmuyor mu bizleri:

“Bunlar bir vakt beyler idi, kapıcılar korlar idi.

Gel şimdi gör bilmeyesin, bey kangidir, ya kulları!”