Atatürk ve Türkiye’de parlamenter yönetimin başlangıcı

Seçil Karal Akgün Yazdı

Seçil Karal Akgün

“Hakimiyet-i milliye öyle bir nurdur ki onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar, mahvolur. Milletlerin esareti üzerine kurulmuş müesseseler her tarafta yıkılmaya mahkumdurlar.” Atatürk’ün bu sözleri, Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasal ve toplumsal dayanağı ulusal egemenliği tanımlar ve gücünü anlatır. Ulusal egemenlik günümüzde ileri, uygar ülkelerin sıkı sıkıya sarıldıkları bağımsızlık-eşitlik-insan haklarıyla donanmış demokrasinin toplumun yaşamına yansıması, halkın seçtiği temsilciler eliyle yönetiminde söz ve güç sahibi olmasıdır. Ama bu başıboş bir güç değildir. Öncelikle ulus olmakla bağlantılıdır. Devletin hukuk düzeni içinde yasama, yürütme ve yargı erklerinin tek kimsede toplanmasını engelleyen, toplumsal yaşamı biçimlendiren anayasayla belirlenir, yasalarla sınırlanır. Devletin güvencesi altında Mecliste veya Parlamentoda yaptırım bulur. Son zamanlarda gündemimizden düşmeyen, akıllarda da türlü sorular uyandıran parlamenter sistemde egemenlik tartışmalarına, bu sistemi Türk toplumuna ve devletine kazandıran Atatürk’ün yaklaşımını anlatan bazı tarihsel hatırlamalarla daha yakından bakarak, soruların hiç değilse bir kısmını yanıtlayabiliriz. Buna devleti ve parlamentoyu tanımlayarak başlayalım:

Devlet, belli bir yerde yaşayan insan topluluğunun hukuki ve siyasi düzenini temsil eden, siyasi iktidarın kişiliğe ve egemenliğe sahip bir kurum şeklinde görünüşüdür. Devletin insanların tek başına yetersizliğinin doğal getirisi olduğunu, görevinin de uyumlu, erdemli, mutlu yaşamalarını sağlamak olduğunu öne süren Platon, yönetenlere aklı, bilgiyi ve adaleti temel alarak görev yapmalarını salık vererek, dünyada hiç eskimeyecek bir esin kaynağı olmuştur.

Devlet’in olmazsa olmazları toprak (belli sınırlar içinde ülke), halk (aynı topraklarda yaşayan insanlar) ve yönetimdir (siyasal güç). Farklı coğrafyalarda, farklı yönetimler altında birbiriyle bağlantısız değişik devletlerin oluşması, bu kavrama siyasal nitelik kazandırmıştır. Aristo’dan beri kabul edilmiş klasik bir ayrıma göre devletin hukuki güçleri yasama, yürütme, yargıdır. Yasama, hangi organ tarafından yapılırsa yapılsın hukuk kurallarını koyan, kanunları yapan güçtür. Yürütme de hukukun gerçekleşmesini sağlayandır. Yargıysa, bir hal veya işlemin hukuka uygunluğunu saptar, uygun olmadığı durumlarda gereken müeyyideyi, yani yaptırımı kararlaştırır. Bu güçler devletin hukuki varlığını sağlar, onu kurumlaştırır; üçünü egemen unsura göre birbirinden ayıran ölçütlerin niteliği de yönetim şeklini belirler. Bu asli güçler hükümdar (kral, imparator, padişah, vs.) olan tek kimsedeyse yönetim şekli Mutlak Monarşidir. Ulus adına bir heyette, yani Millet Meclisi ya da iki meclisten oluşan Parlamentodaysa, başkanı seçimle gelen Cumhuriyettir. Hem şahıs hem de heyetteyse hükümdarın başkanlığında Meşruti Monarşidir. Düşünsel kökeni eski çağlara kadar uzanan Cumhuriyet, ulusun egemen olduğu yönetim biçimidir. Toplumun istencinin siyasal kuruluşta yansıması olan Demokrasiyle birlikte eski Yunan ve Roma düşünürlerinin yapıtlarında yer almış, hatta bugünden farklı ölçütlerle uygulanmıştır. Yönetim biçimi olarak halkın egemenliğinde devletler şeklinde uygulanması çok sonradır.

En eski çağlarda egemen olan, toplumu ve ekonomiyi fiziksel güçle elde tutarken, zamanla doğaüstü kavramlara, totemlere, tanrılara sığınıp yetkilerini onların isteği olarak kullanır oldu. Düşüncenin gelişmesiyle toplumsal yaşam ilerleyip devletler, yöneten-yönetilenler, tek tanrılı dinler oluşunca, yönetimi ele geçiren, kendi ekonomik çıkarları uğruna egemenliği elde tutmak için dinin sorgulamaya yer tanımadığını gözeterek, din adamlarıyla birlikte hareket etmeyi seçti. Bu ikili ortaçağa damgasını vuran feodal düzende güçlerini insanüstü bir kimliğe, Tanrı egemenliğine dayandırarak tartışılmaz yaptı. Dünya devletlerinin hemen hepsini, yüzyıllarca tanrı adına hareket eden hükümdarlar mutlak kurallarla yönetti. Bilimin öne geçip eğitimin düşünceye şekil vermesiyle, 18. yüzyıl içinde teokratik doktrinler gücünü kaybettikçe, yönetimlerde halkın egemenliği öne çıktı. Ne var ki insanlar hep yönetmek özleminde olduğundan devlet işlerini bir heyete danışarak yürütmek, toplu yaşamın başlangıcına kadar uzanan bir yöntemdi. Danışma organı anlamında Meclis veya adını İtalyanca konuşmak anlamına gelen parle sözünden alan Parlamento, en eski devletlerde de görülen bir uygulamaydı. 11. yüzyılda İngiltere’de kralın yasaları belirlerken danıştığı halk temsilcileri heyetinin Parlamento olarak adlandırılmasıyla siyasal literatüre girdi. İlk Anayasal uygulama olarak kabul edilen 1215 tarihli Magna Carta Libertatum’dan sonra da, yine bu ülkede zengin ve soyluların oluşturduğu Lordlar Kamarası’yla halkın temsilcilerini içeren Avam Kamarası’nın ortak toplandığı meclis anlamında kullanılmaya başlandı.

18. yüzyılın son çeyreğinde insan hakları ve ulusal bağımsızlık çerçevesinde yapılan Amerikan ve Fransız devrimleriyle egemenliğin gökten yere indirilmesi, düşünürlerin iktidarın yasallığının kaynağını tanrı iradesinde değil, toplumda araması gerektiği görüşünü işlemelerinin ürünüydü. Nitekim, bu devrimlerden sonra ulusal egemenlik, din adına şiddet ve baskı kullanarak insanların hükmedip ezilmesine tepki olarak yaygınlaştı ve pek çok anayasanın temel ilkesi oldu. Kullardan oluşan toplum, haklarının sahibi ulus oldu; yurttaş olarak siyasal kimlik ve güç kazandı. Dinsel ve metafizik değerlere dayanan devlet yönetimi de akılcı ve bilimsel değerlere dayandırılarak halkın eline geçti. İlk ulus devlet olarak 1776’da kurulan Amerika, yazılı anayasa ve parlamenter sistemle yönetilen ilk cumhuriyet oldu. Bunu başkaları izlediyse de özetlendiği gibi ulusların kendilerini yönetmeleri pek çok mücadeleden sonra gerçekleşti.

TBMM’YE DOĞRU

Türk halkının ulus kimliği gibi, bağımsızlığını ve egemenliğini kazanması da kolay olmadı. Hatta Osmanlı İmparatorluğu Avrupa’yı karanlık çağlardan kurtaran Rönesans, Reform, Aydınlanma, Endüstri ve ulusal devrimler gibi toplumu olgunlaştıran, bilinçlendiren aşamaları yaşamadığından, bu kavramlara daha da zor ulaştı. Batı’da halkın aydınlanmasıyla din adamlarının nüfuzunun azaldığını, hatta kaybolduğunu gözleyen ulema, aynı akıbete uğramamak için çareyi din adına ülkeyi Batı’nın birbirini tetikleyen düşünsel ve teknik yeniliklerine kapatmakta gördü. Padişahın Halife de olduğu teokratik devlet yapısıysa bunu kolaylaştırdı. Böylece Osmanlı gitgide Avrupa’nın gerisinde kalırken Batı devletleri, bu ülkeyi de endüstri devriminden sonra hızla gelişen emperyalist emellerinin odağı yaptılar. Onların kışkırtmasıyla İmparatorluğu oluşturan değişik unsurlar, yönetimden yakınarak ayaklanıp bağımsızlıklarını kazanmak peşine düşünce, devletin gücünü ve bütünlüğünü korumak için yenilik hareketlerine girişildi. Bunların son aşaması 1876’da Anayasa (Kanun-ı Esasi) ile tüm unsurlara siyasal platformda söz hakkı sağlayan Meşrutiyet’ti. Padişah’ın üst bürokratlar arasından atadığı üyeleri içeren Meclis-i Ayan ve Meclis-i Mebusan’ın birlikte oluşturduğu, seçilen mebusların toplandığı Meclis-i Umumi’yle parlamenter sistem başlatıldı. Aslında Osmanlı Devleti’nde danışma (meşveret) ve devlet işlerinin görüşüldüğü divan olmakla birlikte mutlak güç hep Padişahtı. Meşrutiyet dahil tüm yenilik hareketleri de toplumun hakları ve çıkarları yerine devleti güçlendirmeye yönelik olduğundan, ülkeyi çöküşten kurtarmakta yetersiz kaldılar. İçten ve dıştan yıpratmalarla dağılma noktasına gelen devlet, yenildiği Birinci Dünya Savaşı sonunda Mondoros silah bırakışmasında, Türklere bırakılan yerlerin işgal edilmesiyle kendi sınırları içinde bile egemenliğini yitirdi; yönetimi bu toprakların bütünlüğünü de ortadan kaldırmak isteyen yayılmacı devletlerin işgal güçlerine tutsak oldu. Kurtuluş Savaşı Türklere tanınan sınırların haksız çiğnenişine karşı koyma olarak başladı.

Atatürk’ün bu direnişi örgütlemek amacıyla Anadolu’ ya geçerken bildiği, mutlak monarşilerde yöneticinin ülkeye; onun kanatları altında korunan inancın da yönetime, yargıya, eğitime hâkim olduğu; bu şekilde yönetilmiş Osmanlı’da da ulusal bir hareketin zorluğuydu. Türk halkının kurtuluşu için düşündüğü tek çözümse, ulusun egemenliğinde kayıtsız, koşulsuz bağımsız yeni bir Türk devletinin kurulmasını sağlamaktı. Özgürlüğün önemini ve değerini bilen, kendini Hürriyet ve istiklal benim karakterimdir diye tanımlayan kimse olarak kanısı, Türk halkına bu duyguyu kazandırılarak yeni devletin kurulabileceğiydi. Kurtuluş Savaşının tarihsel dökümünü yaptığı NUTUK’ta da altını çizdiği gibi, yerel güçlerin işgalci devletlere karşı koymasını durdurmak üzere gönderildiği Anadolu’da Kuvayı Milliyecileri kurtuluş için bütüncül bir savaşa yönlendirdi ve amaçladığı sonuca ulaştı. Bu savaşı elbette tek başına kazanmadı. Ama, Türk topraklarını savunmaya koşan asker-sivil binlerce insanı ulusal bütünlük için örgütleyen, savaşın stratejisini tam bağımsızlık üzerine geliştiren, siyasal temelini de ulusun egemen olduğu Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni kurarak atan, savaşa başlarken üniformasını çıkarıp halkın iradesinden başka hiçbir irade tanımayan Atatürk’tü. Nitekim kurduğu Mecliste de yöneticilerin kişisel hırslara kapıldığı ülkelerde çöküşün kaçınılmaz olduğunun altını çizerek, toplumun üzerinde bireysel egemenlik kurmaktan hep kaçındı. Türk halkının otokratik yönetime, sorgulamadan yönetilmeye alışkanlığını kırarak askeri-siyasi kararların sadece ulus adına söz söylemeye yetkili Meclis’te alınmasını sağladı.

Osmanlı döneminde hiç dikkate alınmayan, hatta Meşrutiyet döneminde bile gözetilmeyen halkın isteğinin, ilk kez Kurtuluş Savaşı’nın bir tür duyurusu olan Amasya Genelgesi’nde ulusun bağımsızlığını ancak ulusal istencin kurtaracağı sözlerinde belirmesi, Türk ulusunun kendi egemenliğinde söz sahibi olacağı yönetime doğru ilk adım oldu. Erzurum Kongresi kararları arasında da “Kuvayı milliyeyi amil, iradeyi milliyeyi hakim kılmak esastır” sözüyle tekrarlanan sınırsal bütünlük, siyasal bağımsızlık ve egemenlik ülküsü Sivas Kongresi’nde, bu kongrenin başarısı olarak İstanbul’da toplanacak Mebuslar Meclisi’nde duyurulmak üzere Ankara’da hazırlanan Misak-ı Milli’de ve onu izleyen her adımda yer aldı. Nitekim hükümet yerine hareket etmek üzere oluşturulan Heyet-i Temsiliye Atatürk’ün başkanlığında Sivas’tan Ankara’ya geldiğinde O, dağınık güçlerin sürdürdüğü savaşın başarıya ulaşması için önce silahlı güçlerin birleştirilip düzenli ordu kurulmasını isteyenlere her kerameti meclisten beklediğini söyleyip “önce meclis” diyerek karşı çıktı. Pek çok vatan evladının canına mal olacak bütüncül bir savaşın kararını ancak Mecliste, ulusun seçtiği temsilcilerin alabileceğini hatırlatıp TBMM’nin açılmasını ilk hedef olarak gösterdi. Öyle de oldu. Yurdun her yanında kurtuluş için silahlar patlarken, ulusun egemenliğinde parlamenter yönetim Türk siyasal yaşamında yerini aldı.

Bu gelişme aslında Atatürk’ün kişiliğiyle doğrudan bağlantıdır. Onu silah ve kader arkadaşlarından ayıran belki de en büyük özelliği çok iyi bir okuyucu olması, özellikle uygarlık tarihini çok iyi bilip, dünyadaki gelişmeleri yakından izlemesiydi. Antik dönem filozoflarının; Voltaire, Montesquieu, Ruosseau gibi 18. yüzyılın büyük devrimlerinin beyin takımı olan Batılı düşünürlerin, August Compte, Emile Durkheim gibi 19. yüzyıl sosyologlarının yapıtlarından demokrasinin önemini, özgürlüğün değerini, eksikliklerinin insanlıktan vaz geçmek olduğunu, kolektif bilinçlenmeyi, pozitivizmi, bu kavramların insanlara bağımsızlık ve eşitlik kazandırdığını öğrenmesiydi. Okuduklarıyla halkın özgürlük deyince kuralsızlığı değil, köle olmamayı anlaması gerektiğini; yönetenin de kendinden efendilik değil, yöneticilik beklendiğini kavraması, ikisinin yasalara uymasının da toplumu her türlü boyunduruktan koruyacağını da öğrenmişti. Çağdaş, ileri toplumların yönetimi olan halkın temsil edildiği parlamenter sistemin temelinin hiçbir inanca, sınıfa ayrıcalık veya üstünlük tanımayan demokrasi olduğu, bunun da kurumlarıyla gelişen bir kültür olduğu, toplum bilincini geliştirdiği, halkın istencini saymayanın desteğini de kazanamayacağı da hep okuduklarındandı.

Atatürk böylece demokratik yönetimde yasaların amacının özgürlük, eşitlik ve gönenç sağlamak olduğunu kavramış, kamusal yarara yönelik bu anlayışın Türkiye’de de halkın aydınlanmasıyla yaşam bulacağına, düşünce-vicdan özgürlüğünü ilke edinmiş yasama organında gelişeceğine, gücünü Hukuk’tan alacağına inanmıştı. Tarihten de Batı’nın düşünceyi geliştirerek ilerlediğini, temeli Antik dönemde atılan özgür düşüncenin demokrasiyi, laikliği, aydınlanmayı yeni çağlara taşıyan araç olduğunu öğrendiğinden, yurt için düşüncelerini Türk toplumunun gerçekleri üzerine kurmak Atatürk’ün tek ve şaşmaz yöntemi olmuştu. Bunun içindir ki O, kurtuluş ve bağımsızlık savaşının hem kumandanı hem beyni oldu. Bu savaşı yönettiği gibi, yeni Türkiye’nin temeli olan TBMM’nin kuruluşunu ve çalışmalarını da O yönlendirdi. Bu yönlendirmede anlamsız, mantıksız düşüncelerin topluma yararı olmayacağını, akıl ve mantık dışı inançlar ve gelenekler üzerine yapılanan toplumların felçli kalacağını hatırlatarak, gösterdiği yolu bilimsellik ve akılcı düşünce üzerine yapılandırdı. Meclisin ülkenin nesnel tinsel bağımsızlığını sağlayacak ilkelerle çalışmasını, yasama yetkisi doğrultusunda hukukun koruyucusu olarak yeni Türkiye’yi yönetmesini hedefledi. İlkeler sarsılırsa en iyi yasaların bile rejim aleyhine işleyebileceğini gözardı etmeyerek, TBMM’yi kurarken sağlam hukuksal ve demokratik temellere oturmasına, yasallıkla gelişmesine önem verdi, özen gösterdi.

16 Mart 1920’de İstanbul’un İtilaf Devletleri tarafından resmen işgal edilip Meclis-i Mebusan’ın dağıtılmasıyla yasama organının yok olması, yürütme organının da işgal güçlerinin elinde tutsak olması, TBMM’nin açılmasının hukusal; Atatürk’ün Heyet-i Temsiliye Reisi olarak yayınladığı 19 Mart yönergesiyle yapılan genel seçimde kazanan mebusların Mecliste yer almaları, demokratik temeliydi. Meclisin yasallıkla gelişeceğinin göstergesi de 1908 yılında II. Meşrutiyetin duyurulmasıyla tekrar yürürlüğe konan Kanun-ı Esasi’ye göre kurulmasına karşın, ulusal egemenlik ilkesini temel alan Teşkilatı Esasiye Kanunu hazırlayıp, açılış yılı içinde yürürlüğe koymasıydı. TBMM’yi Cumhuriyete taşıyan bu yasanın, Şeriat hükümlerinin yürütülmesi dahil bütün yasaların her türlü yaptırımının Meclise ait olduğunu belirten 7. Maddesi, düpedüz Padişah-Halife’nin hukuki yetkilerinin artık Meclise geçtiğini anlatıyordu.

TBMM 23 Nisan 1920’de açıldı. Aslında Meclisin temelinde “devlet” kavramının öngördüğü toprak-halk-yönetim’i tanımlayan Misak-ı Milli olması, açık söylenmese de yeni Türk devletinin kurulmasıydı ve bu hem hukuki hem de siyasi bir olaydı. Açılışa gelebilen mebuslar ve dağıtılan Meclisi Mebusan’dan kaçıp, ulusal harekete katılmak için Ankara’ya gelenler 1 sayılı kararla Meclisin kuruluşunu saptadılar. Ertesi gün Atatürk, 120 mebusun 110’unun oyuyla Cumhuriyet duyurulana kadar süren Meclis Başkanlığına seçildi. Bunun üzerine yaptığı uzun konuşmada ulusun haklarını savunup, ülkenin kaderini saptamaya küçük bir temsil heyetinin değil, ancak ulus adına hareket eden geniş tabanlı meclisin yetkili olduğunu belirterek, hem kuruluşunu gerekçelendirdi, hem ‘artık Meclisin üstünde bir güç yoktur’ diyerek padişahın, halifenin, İstanbul Hükümetinin yetkisinin kalmadığını vurguladı, hem de hukukun üstünlüğünü öne çıkararak kendisi dahil, bireysel egemenlik için bütün kapıları kapatmış oldu. Nitekim TBMM Hükümeti döneminde Meclisin onayından geçmeyen hiç bir uygulama olmadı. Öte yandan, O’nun yönlendirmesiyle yüzyılların ümmet anlayışının yerine ulusu, teokrasinin yerine laikliği, saltanatın yerine demokrasiyi yerleştiren bu meclis, gerçekleştirdiği köklü değişikliklerle bir ihtilal meclisi oldu. Ne var ki bu devrimci yapı içinde kurtuluş için çabalayan, ama ondan sonra Osmanlı saltanatının sürmesini bekleyen ve isteyen çok sayıda tutucu mebus da olduğundan, başlangıçtaki uyumlu çalışmaların yerini zamanla sert çekişmeler aldı ve saltanatçı kanat, Atatürk’ün yanında yer alan devrimcilere karşı güçlü bir muhalefet oluşturdu.

TBMM’NİN KARAKTERİ

TBMM, kurtarıcı-kurucu-birleştirici-kurumlaştırıcı kimliği olan bir ihtilal meclisiydi. Bu özelliği, tutsak İstanbul Hükümeti görevini yerine getiremediği için, ülkenin yönetimine fiilen el koyarak açılmasından ileri geliyordu. İslamcı, sosyalist, komünist, gelenekçi mebuslarla hükümet sorunu çözümlemek için değil, ulusu işgallerden kurtarmak ve egemenliğini sağlamak üzere, ama hedefi Saltanatla Halifeliği kurtarmak da olduğundan, monarşiyi sürdürmek çelişkisiyle kurulmuştu. Bu çelişkinin nedeni Saltanat yönetimine bağlılığı süren meclis üyelerini ve kamuoyunu bölmemek, İstanbul’un da Meclise karşı bir eyleme kalkışmasını önlemek, ayrıca İtilaf Devletlerinin Padişah-Halifeyi savunma perdesi altında iç bunalım çıkarmalarına meydan vermemek için yapılanı açıkça ifade edememekti.

Atatürk’ün “bir millet için saadet olan bir şey, diğer millet için felaket olabilir” düşüncesiyle Meclis kurulurken taklitçiliğe gidilmemiş, ülkenin siyasal yönetimi ve içinde olduğu durum dikkate alınarak saptanan gereklere göre yapılandırılmış, toplumsal çıkarların gözetildiği, halkın yönetime geniş katılımını sağlayacak yasalarla kurumlaşmıştı. Meclisin üstünde hiçbir güç tanımayan ideolojik esasları halkçılık beyannamesi ve Teşkilatı Esasiye Kanunu ile duyurulmuş, siyasi müesseseler bu esaslar çerçevesinde oluşturulmuştu. Mart ayı sonunda yapılan genel seçimde seçilen mebuslar ve 1919’da Meclis-i Mebusan’a seçilip İstanbul’un işgalinden sonra Anadolu’ya geçenlerden oluşan Meclis, dünya Anayasa tarihinde ender rastlanan bir uygulamayla iki genel seçim sonunda kurulmuştu.

Atatürk, yeni bir devlet anlamına da gelen bu meclisi kurarken çok sesli, geniş tabanlı olmasına özen gösterdi; “ülkenin başına gelen felaketlerin çoğu şahsi idareden gelmiştir” deyip, yönlendirirken öne çıkmayarak monarşik bir karakter almamasını sağladı. Bu oluşum yeni Türkiye’nin temel ilkelerini de şekillendireceğinden Kurucu Meclis olarak adlandırılmasını istedi. Ama yeni yapıyı Meclis-i Mebusan’ın devamı gibi görmek isteyenler bunu kabul etmeyince, Olaganüstü Yetkilere Sahip (salahiyeti fevkaladeye malik) Meclis olarak adlandırıldı; bu niteliğinden dolayı da “Büyük” sözüyle güçlendirildi. Gereksiz tartışmalara yol açmamak için hükümet üyelerinin İstanbul Meclisindeki nazırların yerine değil, onları temsilen görev yaptığını anlatan vekil sözü kullanıldı. TBMM’nin bir an önce kurumlaşması için niteliği ve görevleri belirlenirken, Atatürk’ün iç siyasete ve rejime ilişkin tartışmaların savaşın seyrini etkileyebileceğini, hatta Osmanlı Devleti’ni korumak adına İtilaf Devletlerinin müdahalesine yol açabileceğini hatırlatması üzerine, devlet başkanlığı konu edilmediği gibi Meclis Başkanının hükümetin de başı olması kararlaştırıldı. Ama sözü edilmese de bu, Türk devletinin de başkanlığıydı. Meclisin görevleri ve sorumlulukları açık ve gizli oturumlarda ele alınıp uzun uzun görüşülerek, dikkatle belirlendi: Meclisin vatanı ve Saltanat-Hilafet makamını kurtarmak amacıyla kurulduğunun, bu gerçekleştiğinde görevinin son bulacağının altı çizilerek o zamana kadar yasama ve yürütme de tek yetkili olacağı, içinden seçilecek kurulun hükümet işlerine bakacağı, Meclis Başkanının hükümete de başkanlık yapacağı yurt içinde ve dışında duyuruldu. Bu ilkelerin sonuna Hatıra sözüyle eklenen notta, Padişah ve Halifenin baskı ve zordan kurtulduğunda Meclisin düzenleyeceği yasalara uygun olarak yerini alacağı, bu makamın geleceğinin Türk ulusunun sesi olan Meclise bağlı olduğunu anlatarak ihtilal meclisi kimliğini pekiştiriyordu.

Böylece kuvvetler birliği ilkesiyle çalışmaya başlayan Mecliste yasama, yürütme, 11 Eylül’de İstiklal Mahkemelerinin kurulmasıyla da yargı gücünün tek elde toplanması, 20 Ocak 1921’de 85 sayılı yasa olarak kabul edilen Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nda, İcra Vekilleri Heyeti’nin üyelerinin içinden başkanını seçeceği (9. Madde) yer alana kadar sürdü. Ancak aynı maddede Meclis Başkanının İcra Vekilleri Heyeti’nin de doğal başkanı olduğunun belirtilmesi yine çelişik bir durum yarattıysa da, Meclisin meşruiyet (yasallık) ilkesinin sarsılmamasını çok önemseyen Atatürk, bilgisi, akılcılığı ve bunların kazandığı ikna yeteneği ile çoğu kez genel ilkelerini sarsmadan, ülkenin çıkarı için doğru bulduğu kararın alınmasını sağladı. Hükümet (İcra Vekilleri) Programı görüşülürken “milletin bekası tehlikeye düştüğü bir sırada nazari, karışık, uzun süren muamelelere başvurulmayacağı” benimsendiği noktasından hareketle çok gerekli gördüğü durumlarda kişisel ve siyasal gücünü baskı aracı olarak kullanmaktan kaçınmamıştır. Elbette bu davranışları Meclisin olağanüstü yetkilerle donanmış bir ihtilal meclisi olmasıyla da açıklanabilir.

MİLLET MECLİSİNİN HALKÇI GÜÇLENMESİ

TBMM’nin bir yıl içinde halkın meclisi olarak güçlenmesinin önünü açan, Amasya’da söylem bulan “Hakimiyet Milletindir” ilkesiyle kurulması, düşünce farklılıklarına karşın da bir araya getirilen üyelerinin ulusun sesi olduğu geniş tabanlı demokratik yapısıdır. Güçlenme aşamaların başında gelense, Atatürk’ün ulus adına söz söylemenin gerektirdiği siyasal sorumluğunun bilinciyle, halkı savaşla ilgilendirmek, savaşı da halka mal etmek için giriştiği halkçılık hareketi ve yayınladığı halkçılık bildirisidir. Kazım Karabekir’in öncülüğünde düzenlenen Erzurum Kongresi’nden önce Atatürk’ün askerlikten istifa edip, ulusal amaç uğruna bir ferd-i millet olarak çalışacağını duyurması, bir anlamda halkçılık hareketinin başlangıcıdır. Sonraki adımlar halkın kurduğu Müdafaa-i Hukuk gruplarının Sivas Kongresi’nde genel temsil organı olarak birleştirilmesi; bu yapıdan oluşturulan Heyet-i Temsiliye’nin TBMM’nin altyapısını hazırlaması, bunu yaparken Osmanlı Mebuslar Meclisi’nin biri yüksek kademelerdeki devlet görevlilerinin oluşturduğu Ayan Meclisi’yle ikili sistemini örnek almayarak memur, ağa, eşraf, köylü, işçi, kısacası her alandan halk temsilcilerini milletin vekilleri olarak Meclis’e taşımasıdır.

Halkçılık bildirisinin duyurulmasıysa 13 Eylül’dedir. Şöyle ki, Meclis kurulurken, özellikle II. Meşrutiyet döneminde yaşanan siyasal sorunlar gözetilerek partileşmeden kaçınılmıştı. Ancak, süregelen savaş sınıflar veya ekonomi sistemi için değil, kurtuluş ve bağımsızlık için yapıldığından, tüm üyeler kurutuluş hedefinde birleşseler de düşüncelerinin farklılığı çok geçmeden Halk Zümresi, İstiklal, İslahat, Tesanüd, Yeşilorducular, Müdafaa-i Hukukçular gibi grupların oluşmasına yol açtı. Bu grupların bir kısmı kısa zamanda erirken, kalan iki grup amaca ulaştıktan sonra ulusun egemen olduğu yönetimi isteyen milliyetçiler, yani devrimcilerle, saltanat ve halifeliğin sürmesini isteyen ümmetçiler, yani tutuculardı.

Atatürk, parlamenter sistemin gereği ve doğal getirisi olduğunu bildiği çok sesliliği bastırmaya gitmedi. Hatta Türk-Sovyet yakınlaşmasının da etkisiyle solculuk gelişince, 1920 Ekim’inde kısa ömürlü olan Türkiye Komünist Partisi’nin kurulmasını onayladı. Zaten Meclisin demokratik niteliğini saydamlaştıran bu gelişmeler sırasında gelişen Bolşevik devrimini yakından izliyor, halka dönük yönünü beğeniyor, ancak köylü-işçi yoksulluğunu gidermeye ağırlık verilmesini sınıf ayrımcılığı buluyordu. Bu bakışla, Türkiye’de yoksulluğa yol açan yaygın cahilliği eğitimle giderirken, üretim araçlarını ve yöntemlerini güçlendirerek toplumsal ekonominin ulusal bütünlük ve eşitlik çerçevesinde gelişmesini hedefleyen bir halkçılık programı hazırladı. Osmanlı döneminde ihmal edilen, hakir görülen, hatta Vahdettin’in “Bir millet var, koyun sürüsü, ben de onun çobanıyım” diye tanımladığı Türk halkını, köylü-işçi ayırmadan ilk kez aktif bir unsur olarak siyaset sahnesine çıkaran bu programın Meclise Hükümet Beyannamesi olarak sunulması, belgeye hükümet programı niteliği kazandırdı. Atatürk’ün, sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitle dediği Türk halkının batıya tutsaklıktan kurtulması için öngördüğü ve Mecliste “gücün, hakimiyetin ve idarenin doğrudan doğruya halka verilmesi, halkın elinde bulundurulmasıdır” sözüyle tartışmaya açtığı metin üzerinde yapılan düzenlemelerle halkçılık ilkesinin hakim olduğu Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ortaya çıktı.

Anayasa TBMM’nin hukuki kimliğini güçlendirdiyse de, İstanbul’daki hükümetin resmi varlığının yol açtığı hükümet ve Anayasa ikilemini gideremedi. Hükümet ikilemi, İstanbul Hükümetinin çağrılı olduğu Lozan görüşmelerine katılmayı doğal hakkı sayması üzerine 1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılması, böylece Osmanlı Devleti’nin tarihe karışmasıyla son buldu. Ama Anayasal ikilem Kanun-ı Esasi 1924 Anayasasıyla kaldırılana kadar sürdü.

Öte yandan, Meclisteki gurupların çekişmeleri Teşkilat-ı Esasiye Kanun tasarısı görüşülürken çok sertleşince, 10 Mayıs 1921’de Mustafa Kemal Paşa başkanı da olduğu Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu’nu kurdu. Mebusların çoğunun katıldığı bu gruba girmeyenler, 1922 yılı başında ayrılanlarla birleşerek II. Grup’u kurdular. Bu gelişmeden sonra Müdafaa-i Hukuk Grubu, I. Grup olarak adlandırıldı. Atatürk’e ve görüşlerine karşı olanlarla şeriat, saltanat, halifelik yanlılarının toplandığı II. Grup üyeleriyse, Mecliste sert muhalefet yapmakla birlikte grup programının da kapsadığı ulusal egemenlik, ülke bütünlüğü ve kişi özgürlükleri konularında duyarlı davrandılar. TBMM, özetlenen süreçte özünde olan ve Meclis kürsüsünün üstünde yazılı Hakimiyet Milletindir anlayışı ile çalıştı; Kurtuluş Savaşı zaferle sona erince de misyonu tamamlandı. Bundan sonrası için bir açıklama olmadığından, I. ve II. grupların iktidar çekişmesi yoğunlaştı. Olayların akışıysa Meclisin yeni şeklini belirledi:

Saltanatın Halifelikten ayrılarak kaldırılması görüşülürken, buna karşı olan tutucular seslerini yükseltmekten çekinmeyince Mecliste en büyük gerilimlerden biri yaşandı. Kararın oylamasından önce Atatürk’ün, Osmanlı Saltanatının zaten Meclisin açılmasıyla etkinliğini yitirdiğini hatırlatıp gelinen noktada, bazı kellelerin gitmesi gerekse de kararın alınacağını söylemesi, Meclisin demokratik işleyişine karşın ihtilal meclisi olduğunu bir kez daha hatırlatmak içindi. Bu konuşmayı izleyen oylamayla Osmanlı Devletine son veren tarihi karar alındı. Saltanatın Meclis kararıyla kaldırılması, büyük bir olasılıkla resmen yeni bir Türk devleti kurulmamış olduğundan, Lozan görüşmelerinin Türk heyetinin resmiliğine ilişkin bir tartışmayla başlamasını önlemek içindi.

Saltanat kaldırıldıktan sonra Halifeliğin ayrı bir makam olarak sürmesiyse, onun da kaldırılacağını çağrıştırarak gündeme Meclisin güçlenerek çıktığı bunalımlar getirmekte gecikmedi: 1 Kasım günü alınan kararla Vahdettin son Osmanlı Padişahı olarak tarihe geçerken, Sünni İslamın başı olan Halifelik görevinde bırakıldı. Ne ki İstanbul resmen TBMM yönetimine girince kendisinden hesap sorulacağı kaygısına düştü ve Halifeliğini İslam ülkelerinden birinde sürdürmeyi umarak İşgal Orduları Başkumandanı Harrington’dan sığınma dileğinde bulundu ve ardından 17 Kasım’da bir İngiliz savaş gemisiyle yurtdışına kaçtı. Makamın boş kalmasının din adına karşı koymaları tetikleyeceğini akla getirdiğinden Meclis, oldukça hızla hareket edip aynı gün Şeriye Vekili’nden Vahdettin’in hal’i ve Halifelik makamının boşaldığı fetvası alıp, Osmanlı tahtına geçmeyi bekleyen Abdülmecit Efendi’yi oylamayla Halife seçti.

Ancak, Halifeliği Meclisin yönetiminde bir göreve dönüştüren bu işlem, hiç de kolay olmadı. Atatürk’ün, Halifeliğin Papalık gibi dinsel yetkileri bulunmasa da dünya Müslümanlarının başı olarak dinsel ve uluslararası nitelikleriyle zaten seçilmiş bir başkanı olan ulusal Mecliste yeri veya özel durumu olamayacağını anlatması, ona Mecliste ruhani lider olarak siyasal güç sağlamak isteyen II. Grubu susturmaya yetmedi. Laik bir Türkiye’ye doğru gidildiğini elbette kavrayan tutucular, bu kez de karardan kolay dönülebilmesi için fetva alındığına göre oylamaya gerek olmadığını öne sürdülerse de, Atatürk’ün, fetvanın da oylanması gerektiğini söylemesi üzerine yapılan oylamada Abdülmecit Efendi 163 katılımcının 148’inin oyuyla, Meclisin belirlediği kurallarla sürdürmek kaydıyla Halife seçildi.

Oylama Meclisi güçlendirirken Halifeliği devlet memurluğuna dönüştürdüğü gibi, Halife-Padişahın bile vermeye yetkili olmadığı fetvayı da Meclis onayını gerektiren bir uygulama yapmıştı. Oturuma katılanların azlığı, katılmayanların olumsuz kanatta yer aldığını ama durumlarını açık etmekten çekindiklerini anlatıyordu. Kaldı ki izleyen gelişmeler de bu kanıyı doğruladı.

Osmanlı Devleti’nin son bulması TBMM’nin yeni bir yapılanma içinde görevini sürdürmesinin önünü açmıştı. Meclisin yenilenmesi için seçim yapılacağı konuşulmaya başlayınca, bütün ilerici adımların düşün babasının Atatürk olduğunu bilen muhalifler, Mecliste yönetime hakim olmak için seçim yasasını, adayların Türkiye’nin o günkü sınırları içinde doğmuş olması ve seçim çevresinde en az beş yıl oturmuş olmasını öngörecek şekilde değiştirerek, O’nu Meclisin dışında bırakmayı denediler. 2 Aralık’ta Mecliste okunan önerge Atatürk’ün akılcı açıklamaları üzerine geri çevrilince, Halifeyi Meclise yerleştirebilmek için “Hilafeti İslamiyet ve Büyük Millet Meclisi” başlıklı bir kitapçık hazırlayıp, Ocak ayı başında yurt gezisinde olmasını fırsat bilerek Mecliste dağıttılar. İçeriğinde “Halife Meclisin, Meclis Halifenindir” satırıyla Halifenin yürütme yetkisine sahip olması gerektiğinin öne sürülmesi, karşıtların Meclisin kararını hiçe sayıp, onu devletin başında görme isteğini yansıtıyordu. Yani bu kanat Meclise evet, ama ulusun egemenliğinde yönetime hayır diyordu.

CUMHURİYET MECLİSİ

Atatürk, son aylarda Mecliste sürekli yükselen tansiyonun genel seçimle normale döneceğini düşünüyordu. Üstelik savaşın bitmesiyle Meclisin görevi de tamamlandığına göre, yeni yapılanmanın zamanı gelmişti. Ancak, çok çekişmeli geçmekte olan Lozan görüşmelerinin TBMM’deki sorunlar bahane edilerek aksatılmasını da istemiyordu. Dolayısıyla, Şubat ayında kesintiye uğrayan konferansın tekrar başlaması için 31 Mart’ta İtilaf Devletlerinden çağrı gelene kadar bu yönde bir girişinde bulunmadı. 1 Nisan 1923’de Meclisin genel seçim yapılmasını kararlaştırıp dağılma kararı almasının haftasında Atatürk, Müdafaa-i Hukuk Grubu Başkanı olarak hazırladığı 9 Umde olarak bilinen seçim programını duyurdu. Bir süre sonra kurulacak Halk Partisi’nin ilkeleri de olan 9 maddelik programın ilk maddesi ulusun egemenliği ve TBMM’nin ulusun tek temsilcisi olduğuydu. Öbürlerinde de güvenlik, adalet, eğitim-öğretim, sağlık, ekonomi, demiryolları, doğal kaynaklar, askerlik ve kamu hizmetlerinin toplum çıkarlarına göre iyileştirileceği vurgulanmıştı.

Olaysız geçen seçimleri I. Grup kazandı. 11 Ağustos’ta TBMM, 31 Mart 1931’e kadar süren II. Dönem çalışmalarına başladı. II. Meclis, Lozan’ı onayan, Cumhuriyeti duyuran, Türkiye’yi çağdaş uygarlığa taşıyan Türk Devrimi’ni başlatan Meclis oldu. Öte yandan, devletin yönetim biçimini duyurmanın zamanı geldiğinden Atatürk, Meclisteki mebusların programı bilinen siyasal partinin temsilcileri olması için Halk Fırkası’nı kurdu. Bundan kısa bir süre sonra Atatürk’ün bir yabancı gazeteciye Meclisin ve hükümetin yetkilerinde yapılacak Anayasa değişikliğiyle yönetiminin Cumhuriyet olacağını, Ankara’nın da Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti olduğunu söylemesi Rauf Bey, Ali Fuat, Adnan Adıvar, Kazım Karabekir gibi Atatürk’ün yakın çevresinin de katıldığı II. grubu tekrar hareketlendirdi. Atatürk’ün başlangıçtan beri elindeki güce rağmen kendine unvan veya tek-adam hükümranlığı sağlamaya niyetinin olmadığını anlatmasına karşın, Halifeliğin kaldırılacağı söylentileri dolaşmaya başlayınca; bu kurumu yaşatmak isteyenlerin ona yaptığı Halifelik önerisini, Müslümanları bir Halife hayaliyle hala meşgul edip kandırmaya çalışanların İslamın, özellikle de Türkiye’nin düşmanı oldukları açıklamasıyla geri çevirmesi, bu konuda ısrarlı olanları vazgeçirmedi. Devletin başında Halifenin olmasını isteyen bu kimselerin yarattığı hükümet bunalımı Cumhuriyetin duyurulmasını zamanladı. Meclis 29 Ekim’de, üç yıldır süregelen yönetimin adını duyurup Atatürk’ü Cumhurbaşkanı seçtikten sonra, çalışmalarını ilkiyle aynı ilkelerle sürdürdü. Cumhuriyetin ilk yıllarında rejimin henüz özümsenmemesinden kaynaklanan gerginliklere sahne olduysa da, hepsi özenle kurulmuş sistemin güçlenmesiyle sonuçlandı.

Barış sağlandıktan sonra monarşik yönetimin süreceğini varsayan II. Grup, Cumhuriyeti önleyemese de, Atatürk’ü ikna ederek Cumhurbaşkanı olmasını engellemek istedi. Bunu da başaramayınca muhalifler, saltanatın kaldırılışından beri süregelen huzursuzluklarını Tanin, İkdam, Tevhid-i Efkar gibi çok okunan gazetelerin sütunlarında eleştirel, küçümseyici, kimi de alaylı yazılarla dile getirdiler. Atatürk yeni yönetimin basın özgürlüğüne de saygılı demokratik karakterini, hükümetin gücünü kullanarak bu yazıları susturma girişiminde bulunmadığı gibi, yeni rejimi eleştiren konuşmalara, dergilere, kitaplara baskı uygulamayarak belli etti. Yeni göreviyle siyasal sorumluluğunun arttığının da bilinciyle, konuşmalarında Cumhuriyet’in düşündüğünü özgürce ifade etmek demek olan demokrasinin siyasal adı olduğunu sürekli tekrarlarken, farklı eğilimleri baskı altında tutmamayı gerektirdiğini de biliyordu. Bunu göz ardı etmeyerek Cumhuriyetin duyurulmasını izleyen yıl Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın, 1930 yılında da Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kurulmasını onayladı. Ne var ki çok partili sisteme geçiş deneyimleri, Mecliste çok seslilik yerine kutuplaşmaları derinleştirip, yurt çapında siyasal gerginliklere yol açınca partilerin kapatılmasıyla sonlandı. Bununla birlikte bu deneyimler II. Dünya Savaşı sonunda yerleşecek olan bu düzenin öncülüğünü yaptı.

SONUÇ

Osmanlı Devleti’ni sonlandıran TBMM, ulusal devlet modelinin yeni sosyal ve siyasal yapısının hukuki temelini atmış, ilk müesseselerini kurmuş, dünya anayasa tarihinde en uzun ömürlü meclis hükümeti rejimi olmuştur. Meclisin açılmasıyla cumhuriyetle yönetilen Türk devleti de facto kurulmuşsa da, öncelikli hedef Kurtuluş Savaşının kazanılması olduğundan, bu açıkça belirtilmemiş, Cumhuriyetin duyurulması ve Türkiye’yi çağdaş uygarlığa taşıyacak olan Türk Devrimi, II. Büyük Millet Meclisi’ne bırakılmıştır.

Birinci görevi ülkeyi işgalden kurtarmak olan I. TBMM, yoğun çalışmalarına halkın seçtiği mebuslar ve güçler birliği ilkesi ile başlamıştı. Nitekim, ilk yılı içinde düzenli ordu kurdu, askerlikle siyaseti ayırdı, Kurtuluş Savaşı sürerken dayanağı olan anayasayı hazırladı, yönetimine karşı çıkarılan iç ayaklanmaları bastırdı, Hıyaneti Vataniye Kanunu ve İstiklal Mahkemeleri gibi yasalarla otoritesini pekiştirdi, çok kısa zamanda ve en olumsuz koşullarda yurt içinde ve dışında kendini tanıttı, kabul ettirdi, temsilcileriyle Türkiye adına savaşın kazanılmasını izleyen Lozan Barış Konferansı’na katıldı. Atatürk ise kurucusu olduğu TBMM Hükümetini “ulusaldır, bütünüyle maddidir; gerçekçidir” sözleriyle tanımlamış, programını “tam bağımsızlık ve kayıtsız koşulsuz ulusal egemenlik” kavramlarıyla özetlemiş, bu meclisin Kurtuluş Savaşı veren bir ulusu bütüncül, laik, dünyada ünlü ve saygın bir devlet haline getirmesini yönlendirmişti. TBMM İkinci Döneminde, hatta onu izleyen dönemlerde de çalışmalarını, ilkinin yapılandığı bilimsellikle sürdürüp toplumu çağdışı tutsaklıklardan kurtaran Türk Devrimini gerçekleştirirken, sert olsa da gelenekçiliğe yaslandığından yeterince güçlenemeyen muhalefet, akılcılığa teslim olmuş, tek partili Meclis de totaliter rejime dönüşmeden ulusal egemenlik, demokrasi ve laiklik çizgisini korumuştu.

Yüzyıllarca teokratik sistemle ümmet olarak yönetilmiş Türk halkını, ulusal bilinç ve bütünlük kazandırarak egemen olduğu parlamenter sisteme taşıyan ilk Meclisin kuruluşunu bazı tarihsel ayrıntılara yer vererek anlatmak istemem, bu olağanüstü işin mimarı ve işçisi olan Atatürk’ün, bugün kendisine yüklenmek istenen tek adam hükümranlığına ne kadar uzak olduğunu kavrayamayanlara göstermek, bilgi birikimi ve evrensel demokrasi anlayışıyla kurduğu TBMM’yi bilime, akla dayanan isabetli yönlendirmeleriyle ne kadar sağlam bir yapı haline getirdiğini açıklamak içindir. “Kendilerine bir milletin talihi tevdi olunan adamlar, milletin kuvvet ve kudretini yalnız ve ancak yine milletin hakiki ve kabili istihsal menfaatleri yolunda kullanmakla mükellef olduklarını bir an hatırdan çıkarmamalıdırlar” diyen Atatürk, kendini öne çıkarmaktan kaçınmış, Kurtuluş Savaşı sonuçlandığında “Bu muazzam zaferin en yüce sonucu Türk ulusunun egemenliğini kayıtsız koşulsuz eline almış olmasıdır” diyerek askeri ve siyasi başarıyı halka mal etmiştir. En güçlü olmasına, her istediği unvanı sağlayabilecek konumda olmasına karşın, zafer kazanıldıktan sonra gücünü cumhuriyetin güçlenmesine vermiş, Türkiye’nin ileri ülkeler yanında yer almasını sağlayacak devrimlere yönelmiş, Cumhurbaşkanlığına seçilerek gelmiş ve bu görevini dört kez seçilerek sürdürmüştür. Daha önemlisi, demokrasiye çizgisi değişmeyen güven ve saygısıyla Türkiye’de parlamenter yaşamın ilerleyen yıllarına hem örnek olacak hem de yol gösterecek bir anlayış kazandırmış, Türk ulusuna da her zaman için tazeliğini koruyan şu öneride bulunmuştur:

“...Muhterem milletime şunu tavsiye ederim ki sinesinde yetiştirerek başının üstüne kadar çıkaracağı adamların kanında, vicdanındaki cevher-i asliyeyi çok iyi tahlil etmekten bir an feragat etmesin.”

Sonraki Haber