15 Temmuz’da

Yol kesme haberleri almaya başladığımda, Ankara Etiler Orduevi’ne gireli daha yarım saat bile olmamıştı. Bahçede bilgisayarımı kurup neler olduğunu anlamaya çalışırken benim masa haber merkezine dönüştü.
Özel Kuvvetler’deki çatışmayı, Aksaz’dan gemilerin çıkışını, bombardıman yapan uçakların Akıncı’dan havalandığını, hatta pilotların rütbelerini dahi öğrendiğimde, diğer kanallar ne olduğunun bile farkında değildi. Özel Kuvvetler nizamiyesinden çatışma haberini veren arkadaşım şöyle diyordu: “Abi bizimkiler nizamiyede birbiriyle çatışıyor.” Orduevi’nin tam karşısındaki Emniyet Müdürlüğü binası bir Süper Kobra tarafından vurulurken, sağdan soldan gelen mermiler tepemizde uçuşuyordu.
Aydınlık GYY İlker Yücel ile halkın paniğe kapılmaması için her haberi anında duyurmamak gerektiğine karar verdik. Duyduklarımız ne kadar sarsıcı olursa olsun… İlk andan itibaren bunun bir FETÖ kalkışması olduğunu ve en güçlü karşı koyuşun yine Türk Ordusu’ndan geldiğini de biliyorduk.
Ben bu haberleri alıp verdiğim sırada, gelip soru soranları da bilgilendiriyordum. O sırada bazıları yanımdaki kardeşime bir kişiyi göstererek uyarmışlar, “komutana haber ver, bak şu adam onu sürekli takip ediyor ve bir yerlere bilgi veriyor…” Kardeşim, benim nasıl olsa olayın farkında olduğumu düşünerek o anda bir şey söylememiş.
Sabah Orduevi'nden çıkarken bir grup polisle karşılaştım, içlerinden biri tanıdı: “Siz Oktay Yıldırım değil misiniz?” Kimliğimi gösterdim, tokalaştık, “Ağabey biz gelmesek onlar gelecekti” dedi, bir başka polis. “Bak bize ne yaptılar” diye cep telefonundan bombalanan Polis Özel Harekât merkezinin fotoğraflarını gösterdi. Çok sinirliydiler, içeride arama yapacaklardı, onlara seslendim: “Arkadaşlar, içeridekiler sizin silah arkadaşlarınız ve onların aileleridir, lütfen onları rencide etmeyin. Bize saldıranlar silah arkadaşlarımız değildir, üniformalarımızın arkasına saklanmış millet düşmanlarıdır, onlar Türk Ordusu değil…” Yaklaşık on dakika süren karşılıklı konuşmadan sonra tokalaşarak ayrıldım.
Ancak bundan sonra peşimde dolaşan adamı öğrenebildim kardeşimden, demek başarsalar, celladımız peşimizde geziyordu.

BACAĞI KURTAR YETER

Bir proje olarak başa getirildiler, devlet geleneğinden bihaber ve hınçlıydılar. Danıştay cinayetinde belki doğrudan payları yoktu, ama o cinayeti işletecek bütün marazı tetiklemişlerdi. FETÖ’nün savcıları ve polisleri ellerinde düzmece Ergenekon şemasıyla gelip, “sizi bu beladan kurtaracağız” dediklerinde sonunu düşünmeden açmışlardı devletin kapılarını… Çünkü hayat felsefeleri şuydu: “Her koyun kendi bacağından asılır.” O halde, “Benim bacak kurtulsun da…”
Cemaatle el ele biricik ordumuzu fuhuşçu, darbeci, çocuk katili, bombacı, casus ilan ettikten sonra baktılar ki, bacak yine tehlikede… Aynı içgüdüyle, “milli orduya kumpas” diye sarıldılar doğruya…
Bir süre doğru yolda gittiler, ama… 15 Temmuz ihanetine yine Türk Ordusu’nun engel olduğunu, daha sabahında unutup, çöp kamyonlarını diziverdiler kışlaların önüne… Kafa aynı kafaydı çünkü… Tepkiler yükselince kamyonlar çekildi.
Bir yıl geçti…
15 Temmuz kutlaması için “afiş hazırlayın” diye emir verilmiş ya... Emri alan kifayetsiz düşünmüş, “nasıl yapsam?” Hemen soruvermiş Google hazretlerine, “ağlayan asker resmi.”
Ve…
Zırlayan bir Amerikan askerine Türk askeri üniforması giydirip, darbe afişlerine malzeme yapıverdiler…
El Bab’ta, terör hendeklerinde milli namusumuzu koruyanın aynı ordu olduğunu, bütün bu saldırılara rağmen vatanını sevmekten ve korumaktan vazgeçmediğini unuttular yine…
Kardeşi milletvekili olan Dişli darbeci var mıydı o resimlerde? Damadı cemaat abisi olan ağlak kasaba avukatı? Damadı FETÖ finansörü olan belediye başkanı? Kafası gözü kırık soysuz generallerden ya da polis müdürlerinden herhangi biri? Hayır yoktu.
Ama “kötü figür” olarak Mehmetçik vardı!
Ya iyi figür? Kahraman şehit Ömer Halisdemir var mıydı? Darbecilere tekmeyi basıp vur emrini veren Zekai Aksakallı? Ya o düzmece generalleri tutuklayan astsubay? Hainlerle çatışırken şehit olan emekli albay? Hiç biri yoktu, ama kar maskeli bir polis vardı iyi figür olarak! Yüzü bile yoktu…
En ufak bir toplum psikolojisi, sosyoloji ve siyasal iletişim bilgisi olmayanlar, yine orduya saldırıyorlardı. Dün Ergenekon’da yaptıklarının aynısını, yine yapıyorlardı.
Sonra baktılar bacak yine tehlikede. Çünkü millet yutkunmadı, istifa çağrıları, tepkiler çığ gibi büyüdü. Hemen kahramanların fotoğraflarından yeni afişler hazırladılar.
“Evet, hata yaptık” diyecek feraset yoktu, ama “alınganlık yapmayın” diye üste çıkmaya çalışıyorlardı… Bu döngü başka konularda yarın da böyle sürüp gidecek, çünkü tarihin hiçbir döneminde kifayetsizlik bu kadar cüretkâr olamadı…

HASANSÖR

Daha önce tren, otobüs, uçak, otomobil, gemi süreni, çeşit çeşit iş makinesi kullananı görmüştüm de asansör sürücüsü görmemiştim hiç…
Yer Ankara, İbn-i Sina Hastanesi. Babamın tetkiklerini yaptırıyoruz. Asansör geldi, kapı açıldı, içeridekilere pek dikkat etmeden elimi düğmelere tam uzatmıştım ki, bir ses, “basma düğmeye” dedi. Asansör içindeki bir makam koltuğunda oturan ve yaptığı işi iyice içselleştirdiği anlaşılan şişman, badem bıyıklı bir adam, “kaçıncı kat” dedi, ben, “11. Kat” dedikten sonra, “6, 7, 8, 9, 10 var mı” diye sordu ve düğmeye bastı. Şaşkınlıkla sordum: “Sizin göreviniz bu asansörü kullanmak mı, yani sabahtan akşama kadar bu işi mi yapıyorsunuz”, ters ters bakarak “evet” dedi, bir soru daha soramadım.
O gün hastane içindeki bütün iniş ve çıkışlarımızda bir taksi şoförü gibi indirip çıkardı bizi…
Randevu almak için hastaneye ulaşmak neredeyse mümkün değil, telefonlara bakan yok, para ödemeden muayene olmak -ki, muayene olacağınız hoca ise bu para daha da artıyor- yine mümkün değil, doktorun istediği MR, tomografi ya da benzeri tetkik bir aydan önce mümkün değil… Ama asansör sürücüsü var…

ŞAŞKIN

ABD ile Türkiye arasında PKK ve FETÖ başta olmak üzere bütün açmazları, nasıl hasım olduğumuzu defalarca yazdım, tekrar etmeyeceğim. En son Türkiye’ye açıkça düşmanlık ettiğini daha net anlatmak için ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson, “Türkiye ile karşılıklı güveni kaybettik” diye açıklama yaptı… Ama… Bizim hariciye, bambaşka bir dünyada kardeşim…
Dışişleri Bakanımız 15 Temmuz akşamı FETÖ’nün en büyük desteği İncirlik’ten aldığını, halkın orayı kuşattığını, elektriklerinin bile kesildiğini unutmuş olmalı ki, ABD’de bir konferansta ABD yetkililerine sesleniyor: “Dostlarımızı uyarmamız gerek, FETÖ Türk-ABD ittifakını zehirleyecek…”
Ne desem bilemedim…

HERO

Silivri 1 Nolu cezaevindeyiz. İkinci müdürlerden biri var, Yozgatlı, seyrek dişli, kısa boylu, o kadar da militan ki, FETÖ’cü olduğu konusunda hiç birimizin kuşkusu yok. Bir gün Soner Yalçın ile birlikte, kitaplarımızı kucağımıza alıp fotoğraf çektireceğiz. Dizdik kitapları, en üste de Mehmetçik kitabını koydum, karşıdan okunacak şekilde… Bir hafta sonra gelen fotoğrafların arasında bu poz yok. Sorduk fotoğrafçıya, “ikinci müdür sansürledi” dedi. Nasıl, neden? Derken görüşme talep ettik, odaya geldi bu… Sorduk, “niye?” Son derece kendisinden emin bir şekilde, “O kitap mesaj veriyordu” dedi, biz “ne mesajı müdür bey, Türkçe Mehmetçik yazıyordu, bu nasıl bir mesaj olabilir” dedik. Göğsünde çember şeklinde birleştirdiği iki elinin baş ve işaret parmaklarını, ileriye doğru uzatarak oluşturduğu çemberi büyütürken, bir yandan da dudaklarını elleri gibi çember şekline sokarak, “bööööyle mesaj veriyordu efendim, böööyle…” dedi.
O gün Türkçe Mehmetçik yazan kitap sansürlenirken bugün Amerikanca “kahraman” yazan tişört içeri sokulup, FETÖ sanıkları tarafından mahkemelerde gövde gösterisi yapılıyorsa…
Bir yerlerde, bir yanlışlık vardır. Yetkililer bir baksın bence, o Yozgatlı müdür ya da onun gibi biri var mı oralarda? Asıl Hero O’dur işte!.