‘4. taşıyıcı kolon’un farkında mısınız ?

“8 Nolu Not Defteri”ne, henüz Cumhuriyet’in ilan edilmediği 1922’de şöyle yazmış; “Türkiye devletinin temelleri bugün kurulacak değildir…O sarsılmaz temeller, binlerce sene evvel kurulmuştur… Bugün o temeller üzerine inşa edilecek binayı, 4 taşıyıcı sütun yükseltecektir;

  • 1)“Maarif” (Eğitim),
  • 2)“İktisat” (Ekonomi)
  • 3)“İmar”
  • 4)“Sanat” !…

Yıllarca tozlu raflarda saklı kalmış bu sözler Mustafa Kemal Atatürk’ün… Genelkurmay Eski Başkanı İlker Başbuğ, yeri gelince anlatıyor. Ulusal Kanal’da Gülgûn Feyman’ın programına konuk olduğunda dinlemiştik biz de. Basına yansıdığı kadarıyla, en son Antalya’da yine anlatmış. Özetleyecek olursak, şöyle diyor:

“Atatürk’ün, binbaşılığından itibaren not defterleri tutma adeti var. Biz bu not defterlerini benim genelkurmay başkanlığım dönemimde, eski yazıdan çevirtip, bastırdık. Fakat o kitapta olmayıp da daha sonraki çalışmalarımda araştırırken, 8 No’lu defterinde bu sözleri buldum. Büyük Taarruz Savaşı öncesinde yazmış… Okuduğumda çok hayıflandım. Nasıl olup da atladık, böyle bir şeyi şimdiye kadar? Bizim unuttuğumuz veya üstünde pek fazla düşünmediğimiz kavramlar bunlar… Ve düşünün, hangimiz sanatı, bu 4’üncü sütuna yazardık ?”...

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda, artık planlı olarak bu temeller üzerine yükseltildiğine şüphemiz var mı? 1920’lerin, 30’ların, hatta 40’ların Türkiye’sinde olup bitenlere bakınca, tam da bu dört taşıcıyı kolonun her biri için, “az zamanda, çok ve büyük işler” yapıldığını kolaylıkla görebiliriz.

Ya bugün?

Yalnızca bodrumumuzda kalmış gibi görünen bu kolonlarımızın her biri şimdi ne durumdalar? Cevabı hepimiz biliyoruz;

Eğitim; Köy Estitüleri’nin kapatılmasından bu yana, temel dinamosunu kaybetmiş; giderek sadece ezberciliğe ve sınav sistemine indirgenmiş; “parasız eğitim”, “paralı” hale getirilmiş; 8 yıllık zorunlu eğitim kazanımı 4+4 sistemi ile geri alınmış; gençlerimiz, hele ki son dönemde pinpon topu gibi oynanan gelecekleri için, hiç bu derece ümitsiz olmamış; mahalle liselerinin büyük çoğunluğu imam hatiplere dönüşmüş; dershaneden bozma apartman üniversiteleri furyasıyla, mesleki eğitimin kalitesinden söz etmek imkansız hale gelmiş…

Ekonomi; tarihin en borçlu, en üretimsiz, en çok tüketime ve ithalata dayalı döneminde. Fazla söz istemez, hepimiz yaşıyoruz…

İmar; Cumhuriyetin 1950’lere kadar son derece katı uyguladığı imar yasaları, Demokrat Parti iktidarından beri delinegelmekte… Şehirlerimiz, her mahalleye bir “milyoner” yaratma sevdasına, estetikten uzak; üst üste apartman mimarisine çoktan teslim edilmişti ama bugünün apartman milyarderleri, ne “orman arazisi” dinliyor ne “SİT alanı”… Sonuçta balon gibi şişmiş bir envanter ile bir “hayalet apartmanları ülkesi” görünümündeyiz. Güzelim Cumhuriyet mimarisine ait binaları da arazilerinin rantı ve tarihi silme garezleriyle “ille yıkalacak” diye tutturmaları yok mu? ... Atatürk Kültür Merkezi’nden sonra, son dayatma Ankara Garı’na karşı. (Ayın 19’unda Ankaralılar, buna karşı gar önünde buluşuyor bizden hatırlatması… )

***

Ve gözlerden uzakta kalıp, akla gelmeyen 4. Sütundayız şimdi; sanat...

Zaman zaman “ucube” denilerek, en büyük sanatçılarımızın bitmemiş en büyük eserleri yıkılsa ve gerçek ucubeler, sanat diye meydanlarda, parklarda göz zevkimizi bozsa da bu karamsar tabloda, sanat için hala diğerlerine kıyasla, daha mı iyimseriz yoksa? ...

Şimdiye kadar Güzel Sanatlar Akademileri’nden mezun binlerce “sanatçı”mız olması; ve hasbelkader kendi küçük dünyalarında, ne yaptıklarına fazla “karışılmadığı”nı düşünmek kafi midir? Ya da hala her şeye rağmen güzide kurumlarımız, Devlet Tiyatroları ve Devlet Opera ve Balesi’nin yanında, İstanbul Şehir Tiyatroları ya da çeşitli illerde oluşturmuş belediye tiyatroları, ya da özel tiyatro atölyelerimiz var diye “çok şükür” mü demeliyiz gerçekten… Ya da sinemada zaman zaman dünya ile yarışır filmler çıkardığımız için, şanslı mı saymalıyız bu kolonu… Şimdilik, her birinin içindeki “ah”ları duyacak kadar yaklaşmayı, sonraya bırakalım…

***

Fakat bir daha düşünelim sanat kolonunu, bu kez daima beraber gelegeldiği üzere, “kültür”ü de arayarak içinde… Böyle bakınca, görünen tabloya bakmaya korkacak durumdayız maalesef…

Hani bir zamanlar, her türlü baskı ve aşağılamaya karşı, “zalım dünya”da, direnmek yerine ancak “kara bahtı”na yanmayı marifet sayan “boynu bükük”, arabesk kültürümüz vardı ya… Ona bile rahmet okuduğumuz bir “kötülük kültürü” içindeyiz şimdi… (Yaşar Nuri Öztürk “kötülük toplumu” deyimini kullanmaktaydı hatırlarsanız… ) Meğer o arabeskte bile, kötülüğe ‘kötü” denirmiş, kötünün ezdiğine mazlum diyebilmek bile, bir naiflikmiş.

Çünkü, ondan sonra cıstak-cıstak “pop” kalkıp, “şok! şok” magazinle otururken, birden “anasının gözü” kültürüne nasıl geçiverdi milyonlarımız…Üzerinde çalışsalar, sosyologlarımızın, siyaset bilimcilerimizin dünya çapında ünlü olacakları tez konuları çıkacak içinden…

Televizyonlarda milyonların gözü önünde, en zavallı, en küçük düşürücü bir nevi işkenceleri, nasıl hiçbir beis görmeden para için yerine getirir bir insan profilimiz ve bunları, takım tutar gibi fanatikçe izleyen bir halk kültürümüz oluştu. Karısının yaşayacağı ızdırabı hiçe sayıp, en acı biberleri, en çok yedirmeye çalışan bir de güya “aşkito”su! olacak “yarışmacı” kocalar, kınanmak yerine; nasıl bu derece alkışlanır bir kültürün içindeyiz…

Bir zamanların Adile Naşit’lerinin, Ayşen Gurudalarının “yok valla olmaz, önce sen” kültürü, nasıl yerini, bu derece egoistliğe, narsistliğe; her an küstahlaşmaya hazır temelsiz, “yürüyen özgüven”lere bıraktı da çarpışınca birbirinin “gözünü oyma”larını seyretmek, “normal” hale geldi…

Biçare sanatçılarımızın, her tür şiddet ve silahlanmanın sular seller gibi aktığı “yersiz uzun, yerli dizi”lerde, yıllardır oynamak zorunda kaldıkları rollerden, topluma akan “kültür-sanat” ! işte bunlar değil mi?

Bütün insani erdemlerin aptallık sayılıp; kötülükte şeytana pabucunu ters giydirmenin binbir yolunun, yönteminin kitabını yazan bu kültürün, yüzlerce kez televizyon ekranlarından milletin beyin damarlarına şırınga edilmesinin sorumluları kimlerdir?

Yalnızca müptelacasına bunları izleyen “halkımız” mı? yoksa daima yumurta mı tavuktan hikayesiyle “halk böyle istiyor” savunmasını yapan yapımcılar; yönetmenler, senaristler; televizyon sahipleri mi?

Yoksa tüm bunların sorumluluğu RTÜK gibi bir üst kurul, kurulup geliştirilmişken; Kültür Bakanlığı gibi bir bakanlık varken, siyasi erkin omuzlarında mıdır? Balık mı yumurtadan çıkar, yumurta mı baştan kokar?

***

Şimdi seçim meydanlarında, eh böyle bir tabloda aslında normal saymamız gerekensen-ben üslubunun tahrikkar noktalara vardığı ‘kabalık devri’nde, ha bir duysak ya, “kültür” sözcüğünü “sanat”la yan yana, ağızlarından…

Cumhurbaşkanı adaylarının ve siyasi partilerin, kültür-sanata, işte yalnız bir cephesi bu derece çürümüş görünen dördüncü temel taşıyıcı kolonumuza ilişkin ne vaatlerini duydunuz şimdiye kadar?

Buraya kadar maksadımız sadece bir giriş yapmak; bunları sormak, düşündürmekti. Ancak bundan sonra ikinci bölümümüzün anlamı daha iyi anlaşılabilecekti.

***

Merak etmeyin, biz, sizler için seçim bildirgelerinde ve-veya basın toplantılarında, siyasal partilerin kültür ve sanat vaatlerini karşılaştırmalı olarak eni konu irdeledik. Seçime katılan, AKP, CHP, İyi Parti, HDP, Saadet Partisi ve Vatan Partisi’ni, bu gözle mercekle inceledik.

Bulduklarımız, şaşırtacak derecede manidar ! Bazılarında çok heyecan verici, bazılarında çok endişelendirici...

Fakat bunların hepsini, bu yazıya sığdıramaz, yetiremeyiz. Yazımızın ikinci bölümü (umuyoruz hemen yarın…) tüm detaylarını içerecek…

Yine de size vereceğimiz tüyo şu olsun:

Bilirsiniz Atatürk “Sanatçı, ışığı alnında ilk hissedendir” demiş...

Gördüğümüz o ki sanatçılar, ışığı çoktan görmüş gibiler… Arıların ne pahasına olursa olsun, aydınlığa doğru yönelmekten, vazgeçmedikleri ortaya çıkmış. Sanatçılarımız da bizi hepimizi, aydınlığa taşıyacak öncü arılarımız değil mi?

***

Şimdi Atatürk’ün notlarında söylediği, sütunların altındaki, “binyıllar öncesine dayanan temel değerler”e , bir kez daha düşünelim… Anlaşılan, savaşın puslu havasında, oturup açık açık yazma fırsatı kabil olmamış Atatürk için… (Belki de azıcık da bizim düşünmemiz için, böylesi daha iyi olmuştur...)

Burada elbette, kasdetmiş olabileceği temel değerler, Türk milleti için tarihsel bir gelenek olarak en başta “bağımsızlık” ve “özgürlük” olsa gerek. Fakat bunun dışında bizim aklımıza, yazar, araştırmacı, belgesel film yapımcısı ve yönetmeni Ayşe Acar’ın, bir röportajındaki şu sözleri de gelmekte:

“Atatürk’ü başarıya ulaştıran değerleridir. O benim gözümde, binyıllar öncesinden gelen değerleriyle Anadolu irfanının, vücut bulmuş son meyvesidir…”

Sıklıkla kullanılagelmeye başlanan “Anadolu irfanı”nın içine sığan değerlerin, doğrusunu merak edenler için -çünkü yalan yanlış şeyler de atılmaya çalışılıyor- Ayşe Acar’ın yazdığı kitaplar ya da belgeselleri bir kaynak olarak işaret etmiş olalım…

Biz burada sadece, “kültürümüz ve sanatımız”ın rotası için, yukarıda sözünü ettiğimiz ‘garabet kötülük kültürünün’ aksine, şu değerleri bir hatırlayalım:

“Dayanışma ve yardımlaşma; “iyilik ve doğruluk”; “dostluk ve kardeşlik”, “haysiyet ve saygınlık”; “dürüstlük ve özgür ifade”; “adalet ve hoşgörü”; “bilgelik ve tevazu” Ve daha insanlığın güzel ahlakına, erdemlerine ilişkin ne varsa hepsi...

***

Atatürk’ten feyz almışken, bugünün siyasetinin kabalığının aksine, içindeki inceliğe iç çekeceğimiz bir hikaye daha sığdıralım buraya… Vasfi Rıza Zobu (Devlet Sanatçısı, 1902-1992), bizi o zamana götürüyor:

“(… ) Bir gece, İstanbul’da Şehir Tiyatrosu’na, gelecekleri Dolmabahçe’den haber verildiği vakit, başlama zamanı Ertuğrul Muhsin’in perdeyi tam zamanında açtırdığını; biraz sonra tiyatroya geldiklerinde, çevresindeki dalkavukların rejisörün beklemediğini ( …) söylemeleri üzerine, Atatürk’ün, ‘Biz geç geldik, böyle bir müessese zamanında perdesini açmaya mecburdur, onlar vazifelerini yaptılar’ dediğini; sonra Muhsin Ertuğrul’u localarında kabul edip, iltifatta bulunduklarını da duymuş, okumuşsunuzdur…”

Kaynak Yayınları’nın, bu yıl Nisan ayında bastığı, “Atatürk ve Cumhuriyet Tiyatrosu” kitabından bir alıntı bu hikaye. Kitabın yazarı Prof Dr. Özdemir Nutku, aynı kitapta, 1932’de Muhsin Ertuğrul’un (1892-1979) bir başyazısında, şöyle dediğini de kaydetmiş:

“Bize bir tiyatro lazım, masrafı millet tarafından verilen ve kapısı bedava açık duran bir tiyatro. (…) Maarif, nasıl mektepleri saçağının altına aldıysa, vatandaşları zorla ve bedava okutuyorsa, tiyatroyu da irfan müesseseleri arasına almalı ve halka zorla tiyatro gösterilmelidir. İşte o zaman hakiki tiyatroyu, ciddi çehresiyle karşımızda görürüz…”

Bir zamanlar 70 bin kişinin çalıştığı söylenen Zonguldak Türkiye Taşkömürü Kurumu’nda, fabrika binaları arasında sinema ve tiyatro salonlarına gitti aklımız. Mış’lı geçmiş zaman kullanmak, ne kadar acı gelmekte hepimize…

Fakat tüm bunlar, cesareti olan siyasilerin, siyasi partilerin, sanatçıların ve kültür sanatla ilgili sorumluluğu olan tüm yöneticilerin ellerindeki meşaleler değil midir?