Dünyada Türk İmajı ve Merkez-Çevre Dikotomisi Bağlamında Kültür Emperyalizmi Üzerine Düşünceler

Geçmişten günümüze Türklerin dünya kamuoyundaki imajında genel olarak pejoratif anlamlar vardır. Türklerin Haçlı orduları ile karşılaşması ve neticesinde Haçlılara karşı zaferler kazanması Avrupalıların bakış açısında Türkler’e olumsuz imgeler yüklenmesine yol açmıştır. Ancak Kanuni Sultan Süleyman döneminde Batılı tüccarlara tanınan ticari imtiyazlar ile Batılılar Türkleri yakından tanıma imkânı elde etmişlerdir. Bu proseste Batılı seyyahların çalışmalarında Türklere yönelik olumlu söylemlerinde olduğu görülmektedir. Günümüzde Avrupalıların Doğulu halklara sosyal Darwinist anlayışları devam etmektedir. Örneğin; Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Avrupa Birliği’ne girememesinin en önemli sebeplerinden birisi de Avrupalıların Türklere karşı takındığı önyargılı tutumların olduğu da bilinmektedir. Kültür emperyalizmi ise 1960’lı yıllarda ortaya çıkan bir kavramdır. Günümüzde sosyal medya ve sinema aracılığıyla Türk toplumu Amerikanlaşma sürecine girmiştir. Soğuk Savaş döneminde kültür emperyalizmi sürecinde en büyük tehdit olarak “komünizm” görülürken, şimdiki süreçte Amerikan hegemonyasının güdümünde popüler kültür insanları mankurtlaştırmaktadır. Çalışmanın amacı; Türk imajının dünyada nasıl algılandığı ve merkez-çevre uzlaşmaz çelişkisi içerisinde kültür emperyalizminin Türk toplumuna yansımalarını ortaya koyabilmektir. Çalışmadaki hedef; Türk toplumunun “Milli Şuur” çerçevesinde hareket ederek öz kültürüne sahip çıkması gerektiğini anlatabilmektir. Yöntemsel olarak yerli ve yabancı kaynaklardan faydalanarak popüler kültür sorunsalının tezahürleri araştırılmıştır.

Kültür kelimesinin ortaya çıkışı ile ilgili görüşler kelimenin tarım ile ilgili kök anlamı üzerinde birleşmektedir. Dilbilimciler “kültür” sözcüğünün Latincede toprak kültürü anlamında kullanılan “edere-cultura” sözcüğünden geldiğini belirtmişlerdir. Kültür kelimesi 15. yüzyılda İngilizceye “culture” olarak geçmiştir. 16. yüzyıldan itibaren kültür kelimesi insan gelişimini alacak şekilde genişletilmiştir. Kimi yazılarda bu kelimeyi insanı da kapsayacak şekilde genişleten ilk filozoflar “Cicero ve Horatius” olduğu belirtilmiştir. Kültür kelimesi İngiliz ve Fransız dilinde uygarlık olarak kullanılmaktadır (Oğuz, 2010: 15-17).

Milletlerin ortaya çıkışında ve varlıklarının devamında en önemli faktörün kültür olduğu söylenebilir. Kültür, milletler arasında farklılıkları belirleyen ve milletleri millet yapan bir olgudur. Her milletin kültürü kendine özgüdür. Dil, din, örf-adet ve davranışlar milletlerin kaynaşması neticesinde kültürü meydana getirir. Ziya Gökalp bu özelliği : “Bir cemiyetin fertlerini birbirine bağlayan yâni aralarındaki tesanüdü husule getiren müesseseler harsî müesseselerdir. Bu müesseselerin mecmuu, o cemiyetin harsını teşkil eder” (Gökalp, 1918; Çay, 1986: 49-66) şeklinde belirttikten sonra başka bir yazısında da şöyle demektedir: “Hars yalnız bir milletin dinî, ahlâkî, hukukî muakalevî, bediî, lisanî, İktisadî ve fennî hayatlarının' ahenkdâr bir mecmuasıdır” (Çay, 1986: 49-66). Gökalp’ten bu yana medeniyet ve kültürün farklı olduğu belirtilmektedir. Kültürün milletlerarası değer kazanması ait oldukları toplumun medeni unsurlarını teşkil etmektedir. Örneğin; Batı medeniyeti, Roma Hukuku, Hristiyanlık ve müsbet ilimlerden ibarettir. Medeniyet zümresinde yer alan her milletin kendine özgü bir kültürü vardır. Fransızlar, İngilizler ve Almanlar ayrı kültürleri temsil etmektedirler. Aynı şekilde Arap, Türk ve Farslar’da farklı kültürü ihtiva etmektedirler (Çay, 1986: 49-66). Başka bir ifade ile medeniyet kavramı evrensel bir olgu iken kültür, makro ölçekte yerlidir.

Her toplumun medeniyetler tarihinde kendine özgü imajı vardır. Örneğin; Türklerin dünyada oluşturduğu imajı her dönem farklılık göstermiştir. Bu imajın oluşturduğu algı, kuşaktan kuşağa aktarılarak toplumların hafızasına kazınmıştır. Üretilen önyargılar ötekileştirme ve ırkçılığı da beraberinde getirmiştir. Avrupalılar kendi kimliklerini tanımlamak için ötekiye ihtiyaç duymuştur. Tarihsel öteki ise her zaman “Doğu” olmuştur (Eravcı, 2010: 17-18; Mertoğlu, 2021: 609-629). Avrupa merkezcilik Batı’ya ait bütün değerleri diğer milletlerin değer yargılarından üstün görme düşüncesidir. Avrupa merkezcilik aynı zamanda kendi içerisinde etnomerkezciliği de barındırmaktadır. Etnomerkezcilik ırkçı bir düşünce yapısıdır. Avrupa merkezcilik Rönesans ile başlamıştır. Rönesans kapitalizmin tarihsel köklerini oluşturur. Kapitalizm Batı’da doğmuştur. Kapitalizmin Doğu’da gelişmemesinin sebebinin Doğu’da devletin güçlü olmasından kaynaklandığı söylenebilir (Mertoğlu, 2021: 609-629). Avrupa merkezci düşüncenin gelişimini 11. yüzyıla kadar götürülebilir. Türklerin 1071 Malzgirt Savaşı’nın kazanması, Haçlı Savaşlarında Türklerin Müslümanlığın koruyuculuğu üstlenmesi ve İstanbul’un fethedilmesiyle başlayan süreçte Avrupalılar Türklere yönelik pejoratif imgeler kullanmışlardır. Ancak II. Viyana Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin uğradığı büyük yenilgi sonrası Avrupalılar Türklere yönelik küçümseyici ifadeler kullanmaya başlamışlardır. (Mertoğlu, 2021: 609-629). Bu yaklaşım İstiklâl Savaşı’na kadar devam etmiştir.

Erol Güngör, Batı’nın Türklere yönelik olumsuz tutumlarına rağmen ülkemizin Batı merkezli modernleşme çalışmalarına eleştiriler getirmiştir. Güngör’e göre; Türkiye modernleşme çabalarını yeniden gözden geçirmelidir. Yeniden öze dönüş olmalıdır. Türk medeniyeti kendine özgü kültürü olan bir millettir (Güngör, 1984: 143-144). Güngör kültür ve modernleşme konularına milliyetçi bir bakış açısı ile yaklaşan aydınlarımızdandır.

Kültür emperyalizmi kavramının tarihsel kökleri 1960’lı yıllara dayanmaktadır. 1960’lı yıllara kadar birkaç yerli yazarın haricinde bu kavram kullanılmamaktaydı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra az gelişmiş ülkelerin bağımsızlıklarını yeniden kazanması ile birlikte kültür emperyalizmi kavramı farklı bir retorik kazanmıştır. Milliyetçi-muhafazakâr kesimde kültür emperyalizmine karşı koyacak unsur olarak “Milli kültür” görülürken, İslâmcı cenahta “din” ön plana çıkmıştır. Sol ise kültür emperyalizmini kapitalist sömürünün bir varyantı olarak değerlendirmiş ve kültür emperyalizmine karşı çıkmayı kapitalizme karşı çıkmakla eşdeğer görmüştür (Çelik, 2021: 629-675). Milliyetçi-mukaddesatçı çevreler meseleye kültürel açıdan yaklaşırken, sol kesim meseleyi sistemsel açıdan değerlendirmektedir.

Nitekim başka kültür, din ve törelerin istilâsı ile yok olarak silinmiş milletler ve kaybedilmiş vatanlar çoktur: Asuriler, Frigyalılar, Normanlar, Hunlar, Urartular, Berberiler ve Hititler. Bu milletler fiili güçle değil, başka kültürlerin sömürgesi altına girerek yok olmuşlardır. Bu milletler milli kültürleri konusunda mesela Yunanlılar, İranlılar, Museviler kadar hassas olmadıkları için çökmüşlerdir. Buna karşın Yunan, İran, Mısır kavimleri tarih boyunca Romanın, İskenderin, Barbarların, Hristiyanlığın, İslamlığın, Türklüğün istilalarına maruz kalmış ama milli kültür şahsiyeti denilen “hars”larına bağlı kaldıkları için yok olmamışlardır (Kabaklı, 1975: 18). Gökalp’in tabriyle “hars” yani milli kültür toplumları birbirinden farklı kılan yegâne özelliklerden birisidir

Yazıda öncelikle kültür-kişilik ilişkisi, çok-kültürlülük ve Türklerin medeniyete katkılarına değinildikten sonra dünyadaki milletlerin Türkleri nasıl algıladığına, kültür emperyalizminin topluma yönelik sosyo-ekonomik zararlarına vurgu yapılacaktır.

KÜLTÜR-KİŞİLİK İLİŞKİSİ, ÇOK KÜLTÜRLÜLÜK VE TÜRKLERİN MEDENİYETE KATKILARI

Kültür-kişilik konusunda ilk yayın yapan M. Mead idi. Kültür incelemelerinin psikolojik özelliklere göre yapılabileceğini savunan R. Benedict kültürlerin etnografyasında psikolojiye yer verir. Benedict, Freud’un Derinlik Psikolojisinden çok geçen yüzyılın klasik psikolojisine daha yatkındır. Ona göre; her kültürün kendine özgü amaç ve motivasyonları vardır. Kültürler kendi amaçlarına uygun davranış kalıplarını seçerler. Kültürler amaçlarına göre seçtikleri davranışlarla bir bütün oluştururlar. Kültürler benzer kurum ve kuruluşlara sahip olsalar da birbirlerine benzemeyebilirler. Kültürün kapsadığı alan her kültürde farklıdır. Kültürde davranışların incelenmesi ile kültür-kişilik analizi yapılabilir. Yeni Freudçular’dan E. Fromm, Kardiner ve Erickson ise kültürü, toplumun çoğu üyelerinin ortaklaşa paylaştığı karakter yapısının özü olarak değerlendirirler (Emiroğlu, 1977: 103-116). Yani kültür, toplumların davranış kalıplarını içermektedir.

Kültür insana has bir tecrübe olarak evrensel bir olgu olmasına rağmen, kültür yöreye göre değişebilen bir olgudur. Kültür insanın davranışlarını şekillendirir ama bireyler nadiren bunun farkındadır. Kültür istikrarlıdır, ayrıca dinamik olmasından dolayı daimi değişim halindedir. En genel anlamıyla kültür, hayat tarzıdır. Kültürlenme sürecinde adet ve gelenekler başrol oynamaktadır. Bu bakımdan kültür sosyal bir mirastır da denilebilir. Her millette kendine özgü temel davranış kalıpları vardır. Öte yandan kültürler değişime uğrayabilir. Bu kendiliğinden, yayılma veya kültürleşme olabildiği gibi, zorlama, planlı veya güdümlü de olabilir (Erdentuğ, 1986: 229-246). Örneğin; Amerikan Devletinin popüler kültür vasıtasıyla toplumları değişime uğratması planlı yayılma olarak değerlendirilebilir.

Benzer coğrafi şartlarda yaşayan insan topluluklarının varlıklarını sürdürebilmek için benzer çözümler bulmaları ve benzer adet ve görenekler benimsemeleri mümkündür. Bu belli bir coğrafik alanda ortak kültür mirası oluşturma da denilebilir. Kültür kalıplarının bazı coğrafyalarda benzerlikler göstermesi ortak özelliklere sahip olmasından dolayı bir kültür alanı olarak görmek gerekebilir. Bu kültür alanı, genellikle idari ve politik sınırları aşabilir. Kültür alanı çalışmalarında, kültür alanlarının sınırları belli değildir. Kişiye göre değişmektedir (Erdentuğ, 1986: 229-246). Örneğin; Türk kültürü’nün ana kaynağının Orta Asya olduğu bilinmektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nde günümüzde varlığını sürdüren “Türkiye kültürü”nde dört köken, dörtlü bir bileşke vardır. “1- Özgün Türk kültürü (Orta Asya),2- İslam kültürü (Arap-İran), 3- Anadolu yerli kültürleri, 4- Batı (Avrupa) kültürü.” Tarihin akışı içerisinde coğrafyanın belirlediği bu gerçekler karşısında Türklerin evrensel kültürünü Türk-İslam sentezi olarak indirgemek bilimsel bir yaklaşım değildir (Turan, 2000: 54). Turan’ın bahsetmek istediği Türk kültürünün bir mozaik olduğudur. Yani belli bir kalıba sokulamayacak kadar evrenseldir.

Kültür kavramını dört farklı açıdan yorumlayabiliriz: “1-Kültür, bir toplumun ya da bütün toplumların birikimli uygarlığıdır. 2. Kültür, belli bir toplumun kendisidir. 3. Kültür, bir dizi sosyal süreçlerin bileşkesidir. 4. Kültür, bir insan ve toplum kuramıdır.” (Çüçen, 2005: 111-115; Güvenç, 1974: 95) Evrensel değerleri içeren bilim ve teknoloji medeniyeti oluşturur. Üst kültür ile alt kültür her zaman bir ilişkiye girmektedir. Bu ilişki her zaman eşit ilişki değildir. Çünkü üst kültür her zaman alt kültürü değişime zorlamaktadır. Böylece merkez ve çevre arasında çatışma yaşanmaktadır. Evrensel kültür/uygarlık insanların yarattığı evrensel değerlerdir. Bilim, sanat, teknoloji bunlara örnek olarak gösterilebilir. Ulusal kültür ise bir milleti başkalarından ayıran etmenlerdir. Yerel kültür, bir zaman diliminde bir arada yaşayan insan topluluklarının paylaştığı değer yargılardır. Örneğin; köy kültürü, işçi kültürü ve doğu kültürü gibi. Bu kültürlerin uyum içinde bir arada bulunmasına çok kültürlülük denilmektedir. Çok kültürlülük aynı zamanda değişime de neden olmaktadır. Farklı kültürlere sahip bireyler ancak eğitim yoluyla kültür oluşturabilir ve barış içinde yaşayabilir (Çüçen, 2005: 111-115). Ancak günümüzde Avrupamerkezci yaklaşımlar evrensel barışın önüne engeller koymaktadır. Bu anlayış bir bakıma sosyal Darwinist anlayışın ürünüdür denilebilir.

Türkler geçmişten günümüze medeniyete önemli katkıları olan bir millettir. Prof. Dr. Necati Demir bu konuyla ilgili şunları söylemiştir: “Matbaa ve pusulanın Çinliler tarafından icat edildiği yanlış bir bilgidir. Oğuz Nameye göre tekerliğin ve arabanın icadı Türkler tarafından gerçekleştirilmiştir. Türkiye’deki çeşitli türbeler üzerindeki şekillerin aslında Oğuz damgalarından hareketle oluşturulmuştur. Dünya medeniyetlerine yaptığımız bir diğer katkı ise halılar üzerindeki eşsiz motiflerimizdir. Halılar üzerine tarih yazılmış ancak okuyan bulunmamıştır diyen Prof. Dr. Necati Demir sözlerini şöyle sürdürür: Kaya üzerine yazılan yazıların ve birçok resmin de Türklerin dünya medeniyetine katkıları arasındadır. Bugünkü giyim, kuşam da Türklerin dünya medeniyetine katkıları arasında söylenebilir. On iki hayvanlı Türk Takvimi ile dünyayı takvim ile tanıştıran yine büyük Türk milletidir. Büyük bir milletin evlatlarıyız, bunun bilicinde olarak Tarih alanında çok okumalıyız. Tarihimizi çok iyi bilmeliyiz.” (DPÜ Haber Portalı, 2016: 1) Türkler bilim alanında da önemli insanlar yetiştirmiştir. Örneğin; “Cahit Arf, Aziz Sancar, Kerim Erim, İbrahim Hakkı, Kambur Vesim, Evliya Çelebi, Katip Çelebi, Ali Kuşçu, Mimar Koca Sinan, Piri Reis, Uluğ Bey, Akşemseddin, Bursalı Kadızâde Rumi, El Cezerî, Fârâbî” (Süslü, 2015: 6-16) örnek olarak gösterilebilir.

DÜNYANIN BÜYÜK KORKUSU: TÜRKLER

On altıncı asrın son çeyreğinde Türkiye’de bulunan bir çok kesimden insan anılarında Türkler hakkında bir çok şey yazmıştır. Bunların büyük bölümü tüccar sınıfına mensup kişilerdir. Örneğin; Avrupa kraliyet ailelerinin akrabası olan ve ticaret için Ortadoğu’ya gelen Anthony Sherley Kıbrıs’a çıktığında Türk valisinin kendilerine ikramlarda bulunduğunu ama diğer bölgelerde sıkıntılar yaşadığını ifade etmiştir. Buna yönelik olarak Türkleri “karacahil, barbar, kibirli, zalim, vahşi, dinsizler durmadan içen ve daima yalan söyleyen” bireyler olarak tarif etmiştir. 1585 yılında Kraliçe’nin encümen üyesi Walshingham, sultana gidecek olan İngiliz büyükelçisi William Harborne’i İngilizler ve Türkler arasında askeri ittifak yapmaya ikna edecektir. Böylece İspanya’nın gücü dengelenecektir. Walshingham, İspanyolları ve Türkleri “şeytanın kolları ve bacakları” olarak gösterir. Walshingham’dan on beş yıl sonra 1599 yılında İstanbul’a gelen İngiliz seyyah Thomas Dallam Türkleri, “köpek yaradılışlı, deri yüzücü, dinsizlerin çocukları” olarak değerlendirir (Eravcı, 2010: 75-76).

İslam dini yayıldıkça, Hristiyan kilisesi, cemaatinin bu dine geçmesini engellemek için onu bir günah dini olarak nitelendirmiştir. Euthymius Zygabenus, İslam İlmihali adlı eserinde, “Müslümanları, Cobar adıyla Venüs Yıldızı’na tapınmakla” suçlamıştır. John Damascene’e göre Hz Muhammed kendi zinalarını haklı göstermek için çok eşliliğe müsaade etmiştir. Müslümanlar, Kabe taşına tapınan putperestlerdi (Servante, 2016: 31).

Batılı yazarlardan bazılarına göre Türklerin anayurdu İskityadır. Bu eserler Türkler hakkında pejoratif ifadeler kullanmıştır. Eserlerde Türkler hakkında “barbar, hırsız, dolandırıcı ve hukuksuz” olarak bahsedilmiştir. 16. yüzyıl kronikçileri Türklerin orjinini Truvalılara bağlamıştır (Lanza, 2016: 88-89) .

Ancak Türkler hakkında olumlu ifadeler kullanan yazarlar da yok değildir. Örneğin; İspanyol roman yazarı Vicente Blasco Ibanez, Türkleri sevdiğini, asil bir millet, iyi ve açık yürekli insanlar olduklarını belirtmiştir (Önalp, 2016: 262-263).

Rus edebiyatında da Türkler’e yönelik önyargılı tutum vardır. Örneğin; Rus edebiyat yazılarında bizdeki “Moskof” sözcüğünün karşılığı sayılabilecek “Turok” kelimesi kullanılmıştır. Bilinen Rus atasözlerinde “Çağrısız konuk Tatardan kötüdür” Tatar sözcüğü üzerinden Türklere yönelik eleştiri vardır. Rus Tv kanallarında Türk kelimesi “kıskançlık ve şiddet” kavramları üzerinden yorumlanmaktadır (Behramoğlu, 2016: 236). Seyyah Francisco De Miran’da seyahatnamesinde, Türkiye’de erkekler tarafından gayet iyi karşılandığını ancak kadın ve çocuklardan aynı düzeyde bir iyiniyet görmediğini belirtmiştir (Kutlu, 2016: 287-288).

Doğuyu yorumlamada Hegel’in takipçisi olan Immanuel Kant, aydınlıkçı ve barışçı bir çizgide giderken, ırk kavramını ortaya çıkarmıştır. Ona göre; Avrupalılar hem Doğu’dan hem de Afrikalılardan üstündür. Avrupalıların üstünlüğü aklın ürünüdür. Buna yönelik olarak Avrupalıların birleşmesi gerektiğini savunmaktadır (Karagöz, 2017: 43-63). İngiliz seyyah Henry Blunt (1602-1682), Türkleri yenilik ve girişkenlik alanında üstün görse de onun da zaman zaman Türk ve Müslüman önyargısı dışa vurmuştur. Ona göre¸ “Türk tarzı barbarca görünmektedir.” (Eravcı, 2010: 77-78) Richar Knolles 1603’te yazdığı “The Genaral Historie of the Turks (Türklerin Genel Tarihi)” adlı eserinde Türkleri “dünyanın büyük korkusu” olarak gördüğü için bu eseri kaleme aldığını ifade etmiştir. Eravcı Batılıların Türklere yönelik düşünceleri hakkında şu bilgileri vermektedir: “XVII. Yüzyılda Osmanlı Devleti’nin gerilemesine bağlı olarak cahil, gelişmeyen, kendisinden başka kimseyi bilmeyen ve yeni yerler tanımayan, bulunduğu yeri temiz tutmayan, üretmeyen ve ehl-i keyf vb sıfatların öne çıktığı görülmektedir” (Eravcı, 2010: 83). İngiliz elçi katibi Paul Rycaut’da da Türkler hakkında olumsuz ifadeler vardır. Ona göre; Türkler, kibirli, küstah ve diğer hükümdarların gücü ve kudreti hakkında az bilgi sahibidirler (Eravcı, 2010: 77).

Batılılara göre; dünya barışının önündeki en büyük engel “Doğu” dur dolayısıyla Doğu’nun ötekileştirilmesi gerekmektedir. Türk düşmanlığı konusunda ön plana çıkanlardan birisi de William Gladstone olmuştur. Gladstone, Türkleri bütün dünyaya barbar bir kavim olarak tanıtmıştır. Gladstone aynı zamanda Sömürgeler Bakanı olarak görev yapmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun paylaşılması konusunda Ruslar ile işbirliği yapan kişilerden birisidir. Gladstone’nun oluşturduğu yanlış algı öylesine güçlü olmuştur ki, Balkanlar’da Türklerin yaşadığı trajedi hakkında tüm dünya sessiz kalmıştır. Türklerin on altıncı yüzyıla kadar Avrupa’da oluşturduğu algı korku, on altıncı yüzyıldan sonra korkudan saygıya geçiş ve Osmanlı Devleti’nin gerilemesiyle birlikte küçümsemeye doğru evrilmiştir. On dokuzuncu yüzyıldan sonra ise düşmanca bir tutum ortaya çıkmıştır. Günümüzde dahi Avrupalıların Türkler hakkındaki önyargıları değişmemiştir. Bu algı Haçlı Seferlerini meşrulaştırmış ve gerçekte kültür emperyalizm çağında işe yaramıştır (Karagöz, 2017: 43-63). Nitekim Batılı ülkelerde yaşayan Türk göçmenlerinin yaşadığı sıkıntılar Batılıların etnomerkezci yaklaşımının tezahürleridir.

Batı kamuoyu yakın zamana kadar Türkiye’yi görmezlikten geliyordu. Avrupa Komisyonu’nun 1976’da yaptığı bir araştırmada, “Avrupa Birliği’ne yakın gelecekte girmesini istediğiniz başka ülkeler var mı? Varsa hangileri?” sorusunda Türkiye sonuncu olmuştur. 2002 yılında yapılan bir araştırmada ise Türkiye’nin turizmdeki gelişmelerine bağlı olarak bazı ilerlemeler olsa da hâlâ Avrupalıların büyük bir bölümü Türkiye’yi Avrupa Birliği’nde görmek istememektedir. Avrupa Birliği’ne üye olan 15 ülkede ankete katılanlardan %47’si Türklerin üyeliğine karşı çıkmaktadır (Servante, 2016: 27-28). Bu tepkilerin ardında yatan sebebin tarihsel Türk düşmanlığı olduğu söylenebilir.

MERKEZ-ÇEVRE UZLAŞMAZ ZITLIĞINDA KÜLTÜR EMPERYALİZMİ

“Batı” coğrafi izafeti belirleyen bir kavramdır. Ancak insanlar bu tabiri coğrafi bir kelimeden ziyade bir medeniyeti izah etmek için kullanmaktadır. Başka bir ifadeyle Avrupalı ülkelerin değer yargıları ve dünya görüşünü ifade etmektedir. Bu medeniyetin kaynağı zannedildiği gibi sadece Grek medeniyetinin ürünü değildir. Aynı zamanda İslam medeniyetinin de Batı paradigmasının oluşmasında katkıları vardır. Ortaçağ’da karanlık bir dönem yaşayan Batı, on iki ve on üçüncü yüzyıllarda İslam’ın ilim ve medeniyetine ait eserlerini tercüme etmiş ve pratiğe aktarmıştır. Günümüzde Batılılaşmaktan ziyade Batıcılılaşma yaşanmaktadır. Bunun yeni adı “Avrupa Birliği” yani “Hristiyan kulübü”dür. Batılılaşmayı Atatürk’e mâl etme çabaları vardır. Oysa Atatürk Batıcılılaşmaktan ziyade “Çağdaşlaşmacı” idi. Yani Atatürk’ün temel amacı medeniyeti yakalamaktır (Yakıt, 2012: 250-253).

Tomlinson’un belirttiğinden farklı olarak kültür emperyalizmi kavramı dilimize 1960’lı yıllardan önce girmiştir. Bu kelimeyi günümüzde hemen hemen duymayan yok gibidir. Ancak bu kavramı 1950’li yıllarda ilk kullanan düşün insanı “Osman Yüksel Serdengeçti” olmuştur. Her dönemin kendine has görüntüsü olduğu düşünülürse bu kavram emperyalist ülkelerin kötü amaçları için kullanılan bir kavram olmuştur. Örneğin; Atatürk’ün Türkçe’yi yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmaya çalışması, Şemsettin Günaltay’ın milleti fikir çalışmalarına yönlendirmesi örnek gösterilebilir. Kültür emperyalizmi kavramının en yoğun biçimde kullanıldığı dönem 1960’lı yıllar olmuştur. Çünkü İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bağımsızlıklarını kazanan geri kalmış ülkelerin emperyalizm ile mücadelesi Türkiye’de de yankı bulmuştur. Türkiye’de sağ ve sol klikler kendilerine özgü biçimde kültür emperyalizmi kavramını yorumlamışlardır. Sol görüşte Hikmet Kıvılcımlı ve Mehmet Ali Aybar, sağ düşüncede ise Mücadelecilerin çıkardığı “Yeniden Milli Mücadele” dergisi bu arayışların sembolü olmuştur. Sol kesim genellikle Yön Dergisi etrafında kümelenmiş aydınlar vasıtasıyla kapitalizme eleştiriler getirmiştir. Bu entelektüeller Cezayir bağımsızlık savaşından etkilenmişlerdir. Sağda kültür emperyalizmine en çok değinen düşün insanlarından birisi “Osman Yüksel Serdengeçti” olmuştur. Serdengeçti’nin “Kültür Emperyalizmi” adlı makalesi 1963 yılında değişikliğe uğrayarak Fedai Dergisinde yayımlanmıştır. Serdengeçti’ye göre; bir milletin kültürünün yabancı bir kültürün istilasına uğraması son derece tehlikeliydi. Kültür emperyalizmi sonucunda bir millet yok olma tehlikesi ile karşılabilirdi. Yapılması gereken Kuva-yı Milliye ruhunun yeniden canlanması idi. Serdengeçti isim vermeden Cumhuriyet devrimlerinin Batıcı yönünü eleştirmiştir. Yazar, yaptığı yorumların yanlış anlaşılmaması için Türk-Amerikan dostluğuna vurgu yapmıştır. Dönemin siyasi, ekonomik ve askeri şartlarından ötürü bu ittifak zorunlu idi. Yazar bunu şöyle formüle etmişti: “Truman’ı sever ve sayarız. Noel Baba’yı asla!” (Çelik, 2021: 629-675). Yazarın Amerika hakkında olumsuz ifadeler kullanmamasının sebebinin “Soğuk Savaş” psikolojisi olduğu söylenebilir.

Necip Fazıl Kısakürek’de Tanzimat’tan itibaren başlayan Batılılaşma sürecini eleştirenler arasındadır. Nurettin Topçu kültür emperyalizm kelimesini kullanmadan Batılılaşma düşüncesine karşı çıkmıştır. Semiha Ayverdi ise meseleye kültüralist bir yaklaşım sergilemiştir. Türkiye’nin sorunlarını çözmesinde milli kültür politikalarına ağırlık verilmesini önermiştir. Bu savaşta başarılı olabilmek için komünizm ile mücadele edilmeli ve sol eğilimli kişiler eğitim alanından uzaklaştırılmalıdır (Çelik, 2021: 629-675).

Teknolojik gelişmelere paralel olarak kültür emperyalizmi çok boyutlu bir hâle gelmiştir. Popüler kültürün az gelişmiş veyahut gelişmekte olan ülkelerde uygulanabilmesi için doğrudan olmasa bile dolaylı pek çok yöntemi vardır. Küresel iletişimin gelişmesiyle birlikte özellikle Amerikan sahipli çok uluslu şirketlerin liderliğinde Batılı güçlerin, az gelişmiş veyahut gelişmekte olan ülkelerin ulusal kimliklerine zarar verecek şekilde tekelleştikleri öne sürülmektedir. Marksist cepheye göre; iletişim araçları, teknolojik olarak ileri ülkeler tarafından modern kültürü yaymak, tüketime yönelik standart bir yaşam tarzı oluşturmak ve insanların tutum ve davranışlarını değiştirmek için yönlendirmektedir. Dolayısıyla kültürel tahakküm konuları medya baskısına dönüşmektedir (Sungur, 2007: iii). İletişim araçlarının tüketim yönünde insanları güdülemesi piyasa ekonomisinin çıkarına olduğu söylenebilir. Bu durum emek-sermaye arasındaki çelişkinin sanallaşmasına sebep olmaktadır.

Popüler kültür gündelik yaşamın kendisidir ve yapay mutluluklar üretir. Popüler kültür genellikle hegemonik kesimler tarafından üretildiğinden dolayı gerçeklerin görülmesine engel olmaktadır. Egemen sınıfların ürettiği popüler kültür toplumu edilgenleştirmektedir. Popüler kültürün toplumlar tarafından emilmesi ile siyasi sonuçlar da ortaya çıkmaktadır. Çalışan kesimlerin tüketiminde kınanacak bir yan yoktur ancak tüketim toplumunun meydana gelmesiyle tüketimin tek mutluluk kaynağı olmadığı belirlenebilir. Tüketimin olumsuz yanı ise, bireylerin servet biriktirdikçe sınıf duygusu ve dayanışmasını yitirmeleridir. Bunun yanı sıra üretici güçler sekiz saatlik çalışmasından sonra zihin gücü harcamak yerine eğlenmeyi tercih ederler. Televizyonlarda yayınlanan ürünlerde muhalif bir çizgi yoktur. Böylelikle kitleler edilgenleşmektedir (Sungur, 2007: 266-269). Televizyonlardaki tek yönlü yayınlar kitlelerin gerçekleri görmesine engel olmaktadır.

Günümüzde televizyonun yaygınlaşması ile kırsal kesimin ufkunun genişlediği ileri sürülmektedir. Ancak alınan bilgiler manipülatiftir. Ancak yayınların kır-kent işçi sınıfının dünyasını zenginleştirdiği de açıktır. Bir başka açıdan bakıldığında, televizyonun alt sınıfları değiştirip dönüştürdüğü söylenebilir. Ancak yapılan yayınların egemen sınıfların ideolojisini yaydığı gerçeğini unutmamak gerekebilir. Dolayısıyla kırsal kesimdeki insanlar başka dünyaların olduğunu görmesi açısından televizyonun yararlı olduğu gerçeğini inkâr etmek pek mümkün değildir (Sungur, 2007: 269). Popüler kültürün ideolojik bağlamında “yabancılaşma” kavramına da değinmek gerekir. Karl Marx, El Yazmaları kitabında “yabancılaşma” kavramına emek sömürüsü boyutunda açıklama getirmektedir. Ona göre; nesneye adanan yaşam insanı kendisine düşman eder. Böylelikle yabancılaşan insan, yabancılaşmış gereksinimlerin esiri olmaktadır. Yani kendiliğinden hareket eden metalar hâline gelmektedirler. Böylelikle reklam kurumları tarafından üretilen sanal ortamda yapay arzuları güdülenmektedir. Yabancılaşmış bireyler anlık zevklerin peşinden giderler (Sungur, 2007: 272). Yabancılaşma sadece emek boyutu ile değil aynı zamanda kendi kültürüne dair uzlaşmazlıkları da ifade edebilir.

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Amerikan popüler kültürünün yoğunlaşması, Amerika’nın yayılma stratejisinin bir parçası hâline gelmiştir. Bu dönemde, Amerika Birleşik Devletleri Pazar ekonomisine güç katmak için tüketim toplumu inşa etmeye çalışmış ve başarılı da olmuştur. Bugün popüler kültür denince ilk akla gelen Amerikan yaşam tarzıdır. Sungur’un verdiği bilgilere göre: “Dünyanın Amerikanlaması ideolojisini 1898 yılında dile getiren dönemin ABD Bakanı Theodore Roosevelt, dünyanın “Amerikanlaşmasının bir kader olduğunu” ifade etmiştir. Amerikanlaşma genellikle Amerika’da egemen olan giysilere, tarzlara ve geleneklere alışmak anlamına gelir.” (Sungur, 2007: 274). Türk insanı McDonald’s, Burger King, Pizza Hut, Kentucky Fried Chicken, Mr. Sandwich, Baskin Robins, Steak House, Open Buffet, Home Center, Sauder, Leather Mode, Shopping Center/Mall, Sports Center, Disneyland gibi isimlere gayet aşinadır. Bazı düşünürlere göre bu durum Türkiye’nin artık küresel bir köy hâline geldiğinin işaretidir (Sungur, 2007: 277). Günümüzde dünyanın geri kalmış veya gelişmekte olan ülkelerinde yaşanan küresel köy olma olgusunun hangi ülkelerin çıkarına olduğu tartışmalı bir konu olmuştur.

Sosyal medya cinsellik, spor, magazin, mizah, oyun gibi unsurları içerdiğinden dolayı tercih edilmektedir. Popüler kültürün dürtülediği paylaşım yapma tutkusu sosyal medya kullanımının artışına sebep olmaktadır. Sosyal medya sayesinde milyonlarca insan birbirleri ile iletişime geçme imkânı elde etmektedir. Kullancılar sosyal medya kullanarak popüler kültürün gelişimine katkı sağlamaktadırlar. Sosyal medyanın yarar ve zararları göz önüne alındığında insanları yalnızlaştırdığı sonucuna varılabilir. Sosyal medya kullanan insanlar bir süre sonra etkileşime girdiği kültürün değer yargılarını benimsemektedir. Bu durumda bireyler kendi kültürlerine yabancılaşmaktadırlar. Sosyal medya ağları yeni bir kültür oluşumuna neden olmaktadır. Yani sosyal medya kullanıcıları küresel melez bir kültür anlayışına maruz kalmaktadırlar. Egemen kültürlerin yayılmasında sosyal medya önemli bir vazife görmektedir. Sosyal medya ağlarında bulunan kişiler egemen kültürün hâkimiyetine girmektedirler. Sosyal medya aynı zamanda gerçek iletişim dilini de tahrip etmektedir. Sosyal medya, özellikle genç kesime bireycilik fikrini aşılayarak kuşaklar arasında iletişimi hasara uğratmaktadır. Sosyal medyada kullanılan dil amaçsız ve sonuçsuzdur. Sosyal medyanın popülerliğinin artması ile birlikte kitap okuma alışkanlığı da zayıflamaktadır. Sosyal medya ile Türkçe’de kullanılan dil arasında da çok fark vardır. Sosyal medya, toplumların dillerini sanallaştırmaktadır (Bozdemir, 2020: 69-71). Bir kültürü diğerlerinden ayıran en önemli özelliklerden birisinin “dil” olduğu düşünüldüğünde sosyal medyanın oluşturduğu kültürel dilin zararları daha iyi kavranabilir.

Kaynağı Batı olan her kültür ürünü, emperyalizme az ya da çok hizmet etmektedir. Holywood filmleri, televizyon yayınları, pop müzik şarkıları ve bilgisayar oyunları kendilerine özgü bir işleyiş mekanizmasına sahiptir. Netflix’de ABD emperyalizminin kendi iç dinamiklerinde gelişmiş bir emperyalizm ürünüdür. Netflix, liberal, yerleşik ve çok katmanlı yapısıyla ahlaki normları zorlamaktadır. Bu hâli ile ideolojik ve kültürel hedeflerine uygun bir misyonu vardır. Yabancı kültür normları iki aşamalıdır. Birinci evresinde günlük pratikler ve tüketim davranışlarını etkilerken, ikinci aşamada değerler üzerinde etki yapmaktadır. Günümüzde Netflix ara dönemdedir. Tutarlı bir milli politika ile Netflix’in etkileri kırılabilir ve topyekun bir uyanış gerçekleşebilir (http://www.gaffaryakinca.com/2020/07/31/emperyalizm-teorisi-acisindan-netflixi-okumak/).

Türkiye’de 1960’ların sonlarında gecekondularda yaşayan kırsal göçmenlerin özlemlerini yansıtan yeni bir müzik türü ortaya çıkmıştır. Arabesk adı verilen müzik türü, Türk klasik ve halk motiflerinin Batı ve Mısır unsurlarıyla iç içe geçtiği karma bir tarzdır. Melez bir müzik tarzı olan arabesk, 1970’lerde bir dönüm noktası geçirmiştir. Bu süreçte arabesk özgünlüğünü yitirdi ve neo-liberal ekonomik reformların ve yeni muhafazakâr düşüncelerin etkisi altına girmiştir. Arabesk müzik türü ticarileşmiştir. Aydınlar bu müzik türüne karşı çıkmıştır. Kente göç eden ötekiler kimliklerini bu müzik türünde yakalamıştır ancak aydınlar “biz kimiz” ve “nasıl yaşamalıyız” sorularını gündeme getirmiştir. Aydınların genel değerlendirmesine göre; arabesk müzik “aşağı bir tarz” idi. Arabesk müzik onlara göre; yarı köylü kitlelerin eğlence kaynağıydı. Arabesk “yabancılaşmanın müziği” diye tanımlanmıştır. Bürokratlar ve sanatçılar da aydınlar gibi arabesk türünün kaba, bayağı ve yoz bir tarz olduğu görüşünü paylaşmıştır. Gerçekten de arabesk tür, müziğin bir taklidi anlamına geliyordu. Bizim kültürümüze ait olmadığı söylenebilir. Önsel olarak arabeskin kendini ifade etme tarzı Türk modernleşmesinin bir mecazı olarak da düşünülebilir (Özbek, 1998: 189-210). Türk modernleşmesinin mecazı anlama gelmesi günümüzde pek çok tartışmalı konuyu da beraberinde getirmiştir. Örneğin; laik-anti-laik çatışması veyahut kır-kent kültürünün uzlaşmaz çelişkisi gibi.

SONUÇ

Dünyada Türklere yönelik olumsuz algının tarihsel arka planı Haçlı Seferlerine kadar gitmektedir. Haçlı Seferlerinde Müslüman Doğu’nun koruyuculuğunu yapan Türkler, Haçlılara karşı önemli bir direniş göstermiştir. Daha sonra 1071 Malazgirt Meydan Muharebesinin kazanılması ve Anadolu’nun Türklere yurt olmasıyla Avrupalıların gözünde artık Türk “acımasız ve barbar” idi. 1453’te İstanbul’un fethedilmesi ve Türklerin Viyana kapılarına kadar gelmesi Türk korkusunu konsolide etmiştir. Özellikle Kanuni Sultan Süleyman Han döneminde Avrupalılara birtakım ticari imtiyazlar verilmiş ve Batılı seyyahlar Türkleri yakından tanıma fırsatı elde etmişledir. Bu dönemde Türklere önyargılı yaklaşıp pejoratif ifadeler kullanan seyyah ve bürokratlar olduğu gibi olumlu (en azından tarafsız) yaklaşanlarda (Seyyah Francisco De Miran) olmuştur. Osmanlı Devleti’nin II. Viyana Kuşatmasını kaybetmesiyle Batılılarda Türklere karşı küçümseyici ifadelerin ortaya çıktığı söylenebilir. Rönesans hareketlerinin başlaması kapitalizmin doğuşunu beraberinde getirmiştir. Bu dönemde artı-değer yaratabilen Avrupalılar, aynı zamanda kendi kültürlerini az gelişmiş ülkelere yaymaya çabaladıkları görülmektedir. Bu prosesi yirminci yüzyılın ortalarına kadar gerçekleştiren İngiltere iken, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Amerika Birleşik Devletleri kültürel emperyalizmin uygulayıcısı olmuştur. Holywood filmleri, pop müzik, bilgisayar oyunları ve televizyon yayınları ile bunu gerçekleştirmeye çalışan Amerikalılar, bu amaçlarına belli ölçülerde ulaşmışlardır. Amerikalılar, pazar ekonomisine fayda sağlaması için tüketim toplumu oluşturmak istemektedir. Tek tip birey oluşturmada en çok fayda sağlayan alanlardan birisi de sosyal medya platformları olmuştur. Bu alanda yeni bir kültür ve dil yaratan emperyalizm ideologları, sosyal medyayı milli kültüre zarar verici bir uygulama alanı haline getirmişlerdir. Televizyonlarda sorgulayıcı ve eleştirel yayınlardan ziyade avantür yayınlar gösterilmektedir. Egemen sınıflar toplumun düşünmesini istememektedir. İnsanlar hegemonların öne sürdükleri kadar gerçekleri bilmektedirler dolayısıyla internet, televizyon ve sosyal medya platformları gerçekleri gizlemeye yarayan aparatlar görevi yapmaktadır. Toplumda çalışan insanlar zihinsel faaliyetler yerine bahsedilen mecralarda eğlenmeyi ve üretim yapmak yerine tüketime yönelmeyi tercih etmektedir. Böylelikle insanlar sınıf duygusu ve dayanışmacı kimliğini kaybetmektedirler.

Sonuç olarak az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerin küresel köy olmaktan sıyrılarak milli politikalara yönelmesi gerekmektedir. Milli bilincini yitirmiş milletlerin tarih sahnesinden silinmesi tehlikesi vardır. Geçmişte Anadolu uygarlıklarının kaybolmasının sebebini bu süreçte aramak gerekir. Oysa milli bilinci güçlü olan Farslar, Yunanlılar ve Araplar geçmişte pek çok kez işgale uğrasalar da ulusal kimliklerini korumayı başarmışlar ve tarih sahnesinden silinmemişlerdir.