Dünyanın İnsancıl Gidişi ve İdeolojinin Yüce Nesnesi

Edward Hallet Carr şunu vurguluyordu: “Nesnel tarih yoktur.” Ayrıca yazdığı makalelerde nesnel olmaya çabalamanın sonuçsuz bir girişim olduğunu yazıyordu. Ona göre; hiçbir tarihçi veyahut tarih okulu nesnel gerçekliğe ulaşamaz. (Carr, 2015: 12) Lord Acton’a göre Carr’ın böyle düşünmesinin başlıca sebebi tarihçiye sosyal çevresinden yapılan baskılardır. Bu baskılar yüzünden tarihçiler sadece ansiklopedi yazıcısına dönüşmektedir. Oysa tarihçilik bir belgeler fetişizmi değildir. Bu kertede yazıdaki temel amaçlardan birisi de interdisipliner çalışarak ansiklopedi tarihçiliği konumuna düşmemektir.

Uygarlık nedir? Uygarlık ne zaman ve nasıl başlamıştır? Tarihin itici güçleri ve sınıfları nedir? İnsanlığın gelişim-dönüşüm süreci nasıl olmuştur? gibi sorular bu çalışmanın temel sorunsalı olmuştur. Bu sorulardaki cevapların temel kesişim noktasının tarih-üretim ilişkilerinde aramak gerektiğini söyleyebiliriz. Yani barbarlıktan medeniyete (kent) geçiş prosesi. Somut durumun somut tahliline göre Müfit İşler bu durumu şöyle açıklamaktadır:

“Antik ve antik öncesi toplumlarda, sermayenin potansiyel olarak varlığı, sabit ve dolaşan sermayenin prototiplerini içinde barındırır. Kabaca, antik kent cumhuriyetlerinin kendisi, hem kendisi için hem diğer kentler için hem de göçebe aşiretler için potansiyel anlamda sabit bir sermayedir. Sermaye ayrıca bu ham ve hem açık hem gizli hâlinden ayrı, alabildiğine soyut ve yine hem gizli hem açık olarak kendinde sabit ve dolaşan nitelikleri üzerindeki karşıtlığıyla kendini, dolaşımda ve mübadele vaaz ettirir. Ayrıca hem dolaşımın mübadelesi hem de mübadelenin dolaşımı en dinamik biçimlerde tüm bu açtığımız dinamiklerin karşıt bütünlüğü, toplumu, coğrafyayı, tarihi ve tekniği dokur. Yani üretici güçlerin üretim ilişkilerini yaratışı, üretim ilişkilerinin üretici güçleri yaratışı karşıtlığı hep akar döner, kendini yeniden üretir. Bu süreçler hep kendi içinde bir incelemeye doğru daha makro boyutları kucaklamaya aday olur. Ve bunalım doyum anını hazırlar. Ya da doyum anı, bunalımı patlatır.” (İşler, 2007: 112)

Yazının ileriki süreçlerinde de bahsedilen beş tip kapitalizmden tüccar kapitalizmini anlatan yazar aynı zamanda tarihteki üretici güçlerin fonksiyonunun da altını çizmiştir. Son tahlilde ise bu sirkülasyonun toplumsal patlamalara yol açabileceğini de ekleyebilirim. Tarihsel devrimlerin pek çoğu da bu şekilde cereyan etmiştir. 1789 Burjuva Devrimi, 1841 Devrimi, 1871 Paris Komünü Deneyimi, 1917 Devrimi vd…

Tarihsel proseste itiraz etmeyi başarabilen halklar bu devrimleri gerçekleştirebilirken diğerleri bu toplumsal gelişim biçimlerini başaramamıştır. Marks’a göre ise “Devrimler toplumsal ilerlemenin motorudur.” O hâlde bu mantığa göre devrim yapamayan toplumların geri kalmaya mâhkum olduğunu söyleyebiliriz.

Dünya tarihine genel bir bakış sunmadan önce sorunsalın başlangıç noktasından yani tarihsel süreçte insanlığın başından geçenleri özetlemek gerekir.

1. TARİHİ SÜREÇTE İNSANLIĞIN BAŞINDAN GEÇENLER

İnsanlığın başından geçenleri iki sürece ayırabiliriz:

1) Tarih öncesi: Yani medeniyet öncesi çağlar. Yazısız tarihte diyebiliriz.

2) Tarih: Medeniyet sonrası çağlar. (Kıvılcımlı, 2012: 21)

Tarih öncesi dönem yazısız olduğu için genelde bu dönemle ilgili bulgular arkeoloji ve antropoloji bilimi sayesinde aydınlatılmaya çalışılmaktadır dolayısıyla soyut sosyoloji ile bazı şeyleri bilmekteyiz.

Sadece medeniyetleri anlatan tarih ise antika tarih ve modern tarih diye ikiye ayrılmaktadır. Antika Tarih Protosümerler’den Batı Roma’nın yıkılışına dek medeniyetleri konu edinirken modern tarih daha çok işveren medeniyetini ele alır. Ayrıca bu iki medeniyetin arasına Ortaçağ’ı koyan tarihçiler de mevcuttur (Kıvılcımlı, 2012a: 21).

Tarihöncesi dönemde tarihin tek vurucu gücü olan barbarların (ilkel-komünler) kollektif aksiyonlar içerisinde olduğunu söyleyebiliriz. Ancak medeniyet doğarken artık yeryüzünde vahşet kalmamıştır. Dünyada en azından çömlekçilik yapan Aşağı Barbarlardan yukarıya doğru, Orta Barbarlar ve Yukarı Barbarlar vardır (Kıvılcımlı, 2012a: 26).

Antika Medeniyette Modern Tarihtekine benzer şekilde sosyal devrim olması mümkün görülmemektedir. Zira Antika Medeniyette Modern toplumdakine benzer nitelikte sosyal sınıflar mevcut değildir. İlkel-sosyalist toplumlar olan barbarlarda kolektif eylem ve gelenek-töre önemlidir. Üretici güçlerde bölüşüm mevcuttur. Toplumsal devrimlerin oluşmasının da sübjektif ve objektif şartları vardır. Bu şartlar barbarlarda yoktur zaten olmasını gerektirecek durum da söz konusu değildir. Bu toplumlar kolektif aksiyondan yoksun bırakılınca sınıflar ortaya çıkmaya başlamış ve bu tarihsel zorunluluk medeniyet kalesini zorlamaya başlamıştır. İnsanlık ilkel komünal yaşamdayken savaş yoktu. Ancak Güneybatı Almanya’daki Talheim ölüm çukuru, MÖ 5000’lerin Erken Neolitik dönem dünyasıyla ilgili ürkütücü bir gerçeği ortaya çıkarıyordu. İnsanlar savaşmaya başlamıştı. Eski Taş Devri boyunca, 2,5 milyon yıl süresince küçük insan grupları avcılık-toplayıcılık ve leş yiyiciliği yaparak, yiyecek peşinde koşuyordu. Birbirleri ile de nadiren karşılaşıyordu. Ama insan sayısı ve karşılaşma olasılığı arttıkça anlaşmazlıklar baş gösterdi. Mağara resimleri ve taş oymacılığı bunun kanıtlarıdır diyebiliriz. Ancak bu anlaşmazlıklara savaş diyemeyiz çünkü savaş geniş tanımlı ve örgütlü bir mücadeledir. MÖ 7500 civarında başlayan Tarım Devrimine kadar böyle bir süreç yaşanmamıştır (Faulkner, 2013: 31).

Tarım ile uğraşmak avcılığa nazaran daha verimli olduğundan dolayı Yeni Taş Devri’nde nüfus önemli ölçüde arttı. Ancak nüfus artarken toprak sınırsız değildi. Nüfus büyüdükçe mevcut köyler herkesi besleyemiyor ve öncü gruplar yeni yerleşim yerleri aramaya başlıyordu. Toprak açlığı ve yiyecek kıtlığı komşu grupları çatışmaya itiyordu. İlk insanların ortak mülkiyete sahip olduğunu belirtmiştik ancak Tarım Devrimi’nden sonra insan gruplarının yiyecek kıtlığı ile başka köylerin mallarını gasp etmesi ilkel bir mücadeleye sebep olmuştur. Talheim ölüm çukuru da buna tanıklık etmiş olma ihtimali yüksek görünüyor (Faulkner, 2013: 32).

Karşı tarafı yenmek için özel eğitilmiş savaşçılara ve aletlere ihtiyaç duyuldu. MÖ 3500 civarında Britanya’da özel savaşçıların olduğu tespit edildi. Wiltshire’da bulunan Windmill Tepesi, 15 adet futbol sahası büyüklüğündeydi ve burada dini ayinler ve siyasi toplantılar yapılıyordu. West Kennet gibi uzun höyükler anıtmezar olarak kullanılıyordu. Erken Neolitik Çağ’da grupları birbirine bağlayan şey “inanç ve ritüllerdi”(Faulkner, 2013: 33). Artık büyü ve din insan gruplarında ayrıcalıklı bir ruhban sınıfının oluşmasını sağladı. Kabileler arasındaki savaşta din ve ayinler savaşçıları motive etmeden kullanılmaya başlandı. İlk sınıflı toplumların ortaya çıkışı da bu eksen de olmuştur. Rahipler, savaşçılar ve yöneticiler vs. Bu süreçte farklı bir şey var: “Teknik geliştikçe insanların doğaya olan bağımlılığı azaldığı için dine olan ihtiyaçları da zamanla azalmıştır.” Avrupa’da Rönesans ve Reform hareketlerinden sonra olduğu gibi.

Aile Tarihi ile ilgili ilk çalışmaları yapanlardan birisi de Bachofen idi. Aile Tarihi onun eserleriyle başlamış ve yeni fikirler ileri sürmüştür:

1)   Bütün normlardan azade cinsel ilişkiler süreci;

2)   Soy zincirinin anneye bağlı kalması (anahanlık);

3)   Kadın hakimiyeti;

4)   Tek eşliliğe geçişin dinin ürünü olduğu (Kıvılcımlı, 2018b: 39).

Bachofen’in ortaya attığı tezler dinsel düşüncelerin tam tersiydi ve devrim niteliğindeydi. Henry Maine’nin babahanlık tezinin tam tersini savunuyordu. Maine tamamen finans kapitalin ve bağnaz milliyetçiliğin savunucusuydu. Bachofen ona göre daha demokrat kaldı. Daha sonra ise komünü evrenselleştiren Lewis Henry Morgan Karl Marx’ın insanlık tarihine ilişkin tezlerinin başlıca kaynağı olmuştur. Özellikle tarihçil maddeci aydınlara göre cinsel yasaklar toplumsal yasakları meydana getirmiştir. Örneğin komünal yaşamı araştıran Morgan, New York eyaleti içerisinde yaşayan İrokualar’ın içerisinde yaşayarak saha araştırması yapmış ve bu toplulukta ilkel komünal yaşamın izlerini bulmuştur. Morgan bu toplulukta “iki başlı aile” terimiyle adlandırdığı, taraflardan her ikisince güçlük olmadan bozulabilen karı-koca evliliğini ve İrokualalı erkeklerin aynı zamanda yalnız kendi çocuklarına değil, erkek kardeşlerinin çocuklarına da kızım dediğini gözlemlemiştir. Aynı gözlemleri Havai adasında da bulmuştur (Engels, 2015: 36)

McLennan ise komünal yaşayan insanların yaşam tarzlarını totemizm ile değiştirdiğini iddia etmiştir. İnsanlık tarihindeki dinsel törenlerde kurban kesme adetine ilk değinen “Kutsallaşma Elemanı” kavramıyla William Robertson Smith olmuştur. Edward Wastermarck gibi skolâstik Darvinciler ise yasaksız komünal toplumu anlamakta zorluk çekmişlerdir. Wastermarck olaya biyopolitik açıdan yaklaşma gereğini duymuştur. Düşünür, Vahşi Komün ile Barbar Komün’ü ayırma gereksinimi duymamıştır.

1.1. TARİHÇİL GİDİŞ VE ÜRETİCİ GÜÇLER

Marksistler genel olarak bu iki kavramı iki şekilde ele alır:

1)       Ekonomik Determinizmi Üretici Güçler açısından ele almak

2)       İnsancıl ilişkileri toplumcul ve tarihçil açıdan yorumlamak (Kıvılcımlı, 2018c: 121)

Marksizm’e göre; 1) Tarih bir toplumsal gidiştir; 2) Toplumu devam ettirenler de üretici güçlerdir yani emek.

Burada sorulması gereken şudur kanaatimce:

Akıl mı üstündür yoksa emek mi? Liberallere göre akıl, Marksistlere göre emek üstündür. İnsan bir küme yaratığı olduğuna göre bana göre her ikisi de önemlidir. Yeniden üretim için ikisi de gereklidir ancak akıl kimlerden oluşacak asıl sorun burada başlıyor. Devlet mi yoksa özel müteşebbis mi?

Kişilerin özel mülkiyetinin nereden kaynaklandığını ise Rousseau şöyle açıklıyor:

“Bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip “bu bana aittir.” Diyebilen, buna inanabilecek kadar saf insanlar bulabilen ilk insan, uygar toplumun gerçek kurucusu oldu. Bu sınır kazıklarını söküp atacak ya da hendeği dolduracak, sonra da hemcinslerine “Bu sahtekâra kulak vermekten sakınınız! Meyvelerin herkese ait olduğunu, toprağın ise kimsenin olmadığını unutursanız, mahvolursunuz. Diye haykıracak olan adam, insan türünü nice suçlardan, nice savaşlardan, nice yoksulluklardan ve nice korkunç olaylardan esirgemiş olurdu!” (Rousseau, 1995: 135)

Ortodoks Marksistler ve Zizek gibi Post-Marksistlere göre tarihin itici gücü üretici güçlerdir. Ortodoks Marksistler ise temel olarak ekonomik determinizmi öngörür. Ayrıca üretici güçler nelerdir?

1)    İnsanların birbirleri ile olan ilişkileri

2)    İnsanların doğa ile ilişkileri.

Marksistlere göre; en ilk üretici komündür ve uygarlığın gelişiminde başat faktör oynar. Ruhban sınıfı, bürokrasi, burjuva gibi sömürgen sınıflar ona göre sonradan üretici güçleri sömürmek için ortaya çıkmış ve onları köle yapmıştır. Maddecil teknik en çok kapitalizmde ilahlaştırılmıştır. ( Kıvılcımlı, 2018c: 123)

Tarihöncesinde ortak mülkiyetin olduğunu savunan Marksistler bütün mülkiyet biçimlerini kabile davranışı şeklinde yorumlamıştır. Her topluluğun da kendine özgü mülkiyet biçimi ve üretim tarzı olduğunu savunan Marks, örneğin Doğulu toplumları da Doğu Despotizmi içinde Asya Tipi Üretim şeklinde yorumlamıştır. Yani kavimlerin doğacıl tutumuna göre bu durum değişmektedir.

Kontraktüalistler ise insanların bir araya gelip antlaşma yaptıkları ve toplum hâline geldiklerini iddia ederler. Bu okulun sözcüleri: Brunschwig, Fouillee, Rauch, Parodi, Lupie… Bu görüş tümevarım şeklinde olduğunu söyleyebilirim. Zira her toplumun bu şekilde sağduyulu olduğu oldukça ütopik bir yaklaşım. Bu anlayış Rousseau’dan beri iflas etmiştir (Kıvılcımlı, 2016: 116). Toplumlarda sınıflar olduğu bu yaklaşımda göz ardı edilmektedir.

Medeniyete geçişle sınıf kavramının ortaya çıkması pek çok haksızlığı da beraberinde getirmiştir. Ancak tarihin itici gücü olan sınıf işçi, köylü, burjuva veya orta sınıf mı olacağı son derece tartışmalıdır. Dünya tarihi okunduğunda ise en güçlü sınıfların ruhban ve bürokrasi olduğu görülmektedir. Marksistlerin itici güç olarak gördüğü işçi sınıfı ise günümüzde prekaryalaşmıştır. (Sosyal güvencesiz çalışanlar) İtici bir güç vazifesi görebilir mi? “Tartışılmalıdır.”

Özgürlük istenci ise psikolojik bir vaka mıdır? Bu soruyu evet diyebilirim. Çünkü baskıcı toplumlardan bunalan bireyler veyahut sınıflar psikolojik olarak bu duyguyu bünyesinde barındırabilir (Fromm, 1993: 20). İnsanlık tarihinde medyana gelen devrimler ise genelde bu ruh hâlinde ortaya çıkmıştır. Tarihin itici sınıfının kim olacağı bilinmemektedir. Örneğin; Fransız Devrimi, 1848 Devrimi, 1871 Paris Komünü deneyimini hiçbir aydın öngörememiştir.

İnsanın bencil tarafı olduğu gibi sencil tarafı da vardır Tarihsel Devrimlerdeki psikolojik hava daha çok sencil bir psikolojiyi de beraberinde getirmektedir. İnsanlığın gelişimi bu anlayışa bağlı olarak gelişmiştir. Örneğin Lukacs şöyle yazıyor: “Kurtuluşun yarattığı hava, bir değişikliğe zorladı.”L’Existentialismeest un Humanisme’de “Kendi özgürlüğümle birlikte başkalarının özgürlüğünü de istemek zorundayım” diyordu (Foulqie, 1998: 92).

1.2. UYGARLIKLARIN GELİŞİMİ VE BATI MEDENİYETİNİN AİLE BİREYLERİ

Öncelikle uygarlığın tanımını yapmak ile başlamak gerekir. Uygarlık bir halkı başka halktan ayıran ve onun özgün yanlarını ortaya koyan yaşayış biçimlerinin, kullanılan aletlerin, çalışma biçim ve yöntemlerinin, inançların, düşünsel ve sanatsal faaliyetlerin, siyasal ve sosyal örgütlenme biçimlerinin bütünüdür diyebiliriz. (Tanilli, 1991: 1)

Batı medeniyeti Ortaçağın sonlarına doğru başlayan bir gelişmenin ürünüdür. Bu gelişmede kapitalizmin payı büyüktür. (Tanilli, 1991: 21) Bu gelişmenin en büyük mimarı ise ticaretle uğraşan burjuva sınıfıdır. Bu gelişmenin yaşanmasının arka planında ise Yunan ve Roma mirası vardır. Yunanlılar Doğu despotizmine karşı kendi demokrasi anlayışlarını uygulayarak bir ilki başardılar. Ancak Atina’yı demokrasinin başkenti sayarak göklere çıkarmak son derece yalınkat bir yorum olabilir. Zira demokrat Atinalıların Sokrates’i öldürdükleri, Aristo ve Anaksagoras’ı şehirden kovduklarını bilmekteyiz. Zira Atina demokrasisinin kadınlara ve kölelere karşı yaklaşımları da son derece olumsuzdur. Ancak tiyatronun mucitlerinin Yunanlılar olduğunu ayrıca düşünme ve tartışma özgürlüğünü Yunanlılara borçlu olduğumuzu da ifade etmek gerekir.

Demokrasi (demokratia) kelimesinin Latinceye, 1260’ta, Dominikan Rahibi Moerbeke Friar William’ın, Aristo’nun “Politika” eserini çevirmesiyle girdiği bilinmektedir. Aristo, çok farklı türden politik rejimlerin, birtakım demokratik unsurlar taşımasının mümkün olabileceğini (Dunn, 2017: 70) söylemiştir. Aristo’nun Orta Çağ Avrupası’na miras bıraktığı kelime, politik bir kavrayışla yeni bir yönetim biçimi olarak Avrupa’nın düşünce dünyasına girmiş oldu. Demokrasinin, çoğunluğun hizmetine adanmış görünümlü grup çıkarlarına dönüşmüş bir rejim olarak her yönüyle kendi içinde çelişkili, “Güçlü haklıdır.” anlayışının hâkim olduğu bir düzen olduğunu söyleyebiliriz. Aristo’nun 2500 yıl önce yaşadığı sorunlar, günümüzde yaşadığımız dünyada da mevcuttur. Bu düzen, toplumda idareye katılma ve toplumsal birliği sağlayabilecek mi? Demokrasi gelir eşitsizliği, zenginlerin ve yüksek konumdaki kişi ve grupların çıkarlarına ait bir rejim olarak karmaşık yönleriyle varlığını devam ettirmektedir. Politika, bütün insan davranışlarını içine alan bir disiplin olarak kabul edilir. Yani ahlak da politikanın bir parçasıdır. Politika daha geniş anlamıyla ahlakın bir parçası olmalıdır (Yalçın, 1976: 73). Aristoteles’in yüzyıllar boyunca Avrupalı hatiplere öğrettiği üzere, demokrasi, kendi içinde her yönüyle kötü niyetli ve rezil bir şeydi (Yalçın, 1976: 75). Antik Çağ’dan günümüze kadar gelen yeni sorunlara çözüm bulmada, birçok siyaset bilimcisi, bu karmaşık konulara kafa yormaktadır. Batı kültür çevresinin kurucu düşünürleri, bugüne kadar süregelen başlıca ilkelerin kaynağını, Antik Çağ felsefesi ve bu felsefeden doğmuş, Helenizm-Roma felsefesinin olduğunu söylemektedir. Batı kültür çevresinin bugünkü dünya anlayışı da Antik felsefenin varmış olduğu sonuçlarla doludur (Gökberk, 1961: 11-16). Batı kültüründeki köklü değişimlerin Antik Çağ filozoflarının düşüncesi doğrultusunda değiştiğini görürüz. İlhamını Antik Çağ felsefesindeki Epikurosculuk ve Stoacılar akımlarından alan Batılı düşünür ve filozoflar, doktrinlerine bu doğrultuda yön vermektedir (Aydın, 1976: 168). Fransızca kökenli olan “renaissance” deyimi, Antik Çağ üzerindeki incelemelerin yenilenmesi, yeniden doğması demektir. İlk Çağ ve Orta Çağ’ın vardığı sonuçların büsbütün yeniden görülmesidir. Rönesans, Avrupa kültür çevresinin bir meselesidir. Bu konuda Macit Gökberk şöyle demektedir: “Rönesans Yeni Çağ’ı oluşturan Avrupa kültür çevre‐ sinin ancak bir parçasıdır. Bu çevrenin, Batı Roma’nın varisi olmuş  olan Latin‐Cermen bölümüdür. Bizans kültürü (Doğu Roma) içinde yer alan ulusların (Bütün Slav dünyasının) Rönesans’ın oluşma ve gelişmesinde doğrudan doğruya bir payı olmamıştır.” (Karakuş, 2021: 21-22)

Bireycilik de aslında Rönesans ve Reformist düşüncenin ürünü olduğu gibi feodal ekonomik sistemden acemi kapitalist sisteme geçişin de başlangıcıdır diyebiliriz. Diyalektik düşünmek gerekirse bu dönemde feodal güçler statükocu iken sermaye sınıfı devrimcidir. Sermayenin bu politikasının gerekçesi ise çıkarlarıdır. İdeolojik fantezilerin de bu dönem de yavaş yavaş palazlandığını görmekteyiz. Rousseau, Hobbes, Hume, Voltaire gibi filozofların bu dönemde ortaya çıktığını ifade edebiliriz. Zizek’in Marx’dan alıntıladığı üzere “Bilmiyorlar ama yapıyorlardır” (Zizek, 1999: 46). Metanın fetişleştirilmesi ise atölyelerden imalathanelere ve imalathanelerden fabrikalara dönüşüm ile olacak ve bunu şiddetle dile getiren filozoflar ise Marx-Engels olacaktır.

Avrupa’da sermayenin devrimci olması ile negatif korelasyonu olan ülke Osmanlı olmuştur. Osmanlı’da bilindiği üzere yeniliklere karşı çıkan iki sınıf vardı. Ulema ve Yeniçeriler. Bu iki devlet sınıfında yeniçeriler askerliğin yanında ticaretle (Esnaf örgütlenmesi) uğraşıyordu. Aynı zamanda yeniçerilere sermayedar da diyebiliriz. Ancak yapılan her yeniliğe de karşı çıkıyordu. Neden Osmanlı’da Batı’dakinin tersine Osmanlı’da yeniçeriler yeniliklere karşı çıkıyordu? Bu konuyu şöyle açıklayabiliriz: “On dokuzuncu yüzyılda Türkiye’deki ordu, ordu olma özelliğini kaybetmişti. Bir sermaye örgütü hâline gelmişti ve bu yüzden yenilik hareketlerinin karşısındadır. Yeniçerilik aynı zamanda ulema ile de ittifak hâlinde idi. Ordu ulemadan fetva almadan hiçbir işe girişmezdi. Osmanlı, yeniçeriliği ortadan kaldırmakla sermayeyi vurucu gücünden yoksun bırakmıştır.” (Küçük, 1984: 36) Sermaye doğası gereği çıkarına uygun olduğunda devrimci, çıkarına zararlı olduğun da ise statükocu olur. Avrupa’da da burjuvazi haklarını alana kadar devrimciydi sonrasında ise statükocu olmuştur. Türkiye’de de böyle olmuştur.

Burjuvazinin tavrını analiz edebilmek için önsel olarak Paris Komünü, 1917 Ekim ve Çin Devrimi’de takındıkları tavrı iyi analiz edilmelidir. Özellikle bazı tarihçiler 1917 Ekim Devrimi’ni Rusya’nın içine düştüğü durumdan dolayı olduğunu ifade eder. Ancak bu yaklaşım tarihe aşağıdan değil yukarıdan bakmak demektir. Zira onların anarşi diye değerlendirdikleri durum aslında devlet mekanizmasının aşınmasıdır. Darbe diye ifade ettikleri şey ise halkın kendi demokratik isteklerini bu şekilde ifade etmek istemesidir. Burjuva ise bu gelişmelerden tamamen rahatsız olduğu için yukarıda ismini saydığım tarihsel gelişmelere her zaman karşı çıkmıştır. (Faulkner, 2013: 266-267)

Burjuvazinin Avrupa’da en köklü iki düşmanı vardı: “Kilise ve devlet bürokrasisinin koruduğu feodal beyler”. Burjuvazi düzen ile hareket noktasında hareketi tercih ederek iki düşmanını pasifize etti. Özellikle Fransa’daki mülk sahipleri mistik olmayan bir felsefe ile Katolik din adamları ile çıkarları ölçüsünde iyi yaklaştı (Tanilli, 1997: 280). Aynı durum feodal sistem için de geçerlidir. Doğası gereği sermaye pragmatisttir diyebiliriz.

1.3. UYGARLIK NE DEĞİLDİR?

Uygarlık ne değildir? Mal mülk haklarını benimsemek uygar toplumun temel özelliğidir diyemeyiz. Hayvanlarda böyle bir şey olmadığı için doğrudur. Wastermack’a göre birçok vahşi insanlarda mülkiyet duygusu vardır. Ancak beyazlar gelene kadar Amerikan yerlilerinin arasında hırsızlık nedir hemen hemen kimse bilmiyordu. Tanrı’ya ve diğer dünyaya inanmak sadece uygar toplumlara özgü bir şey değildir. Birçok vahşi toplumlarda da böyle bir duygunun olduğu bilinmektedir. Avustralya ormanlarında ve Afrika’nın uçsuz bucaksız ovalarında yaşayan insanların da Tanrı inancı olduğu kanıtlanmıştır. Bu insanların samimi bir şekilde dindar topluluklar olduğu bilinmektedir. Genel olarak insanlar uygarlığın ölçütü olarak yaşanılan toplumun kadına ne ölçüde değer verdiğini baz almaktadır. Ancak Bushmanlar, Veddahlar ve Andamanlılar gibi günümüz ölçütlerinde uygar sayılamayacak topluluklarında kadına oldukça değer verdiği görülmektedir. Westmark’a göre bu topluluklar kadına Atinalı’lardan daha fazla değer vermektedir. Oysa, Tan ve Sung zamanının uygar Çin’i kadınlara çiftlik hayvanlarından farklı davranmazdı. Gerçekte, yamyam diyebileceğimiz insanların pek çok erdemi vardır. Naziklik, dürüstlük ve çalışkanlık gibi. Hatta kaşiflerin keşiflerinde bu insanların dürüstlükleri kendilerini çok şaşırtmıştır. Andamanlılar ve Bushmanlar yalan söylemeyi büyük günah sayardı. Diğer taraftan, Giritlilerin bu konuda kötü ünleri vardır. Britanya’ya takılan lakap ise “kalleş”tir. Monbuttu’ya bağlı Mege’ler ise sürekli yıkanırlardı. Roma İmparatorluğu yıkıldıktan sonra kraliçe Victoria’nın tahta geçişine kadar acaba kaç Avrupalı yılda bir defa yıkandı?   Pek çok cinsel ahlak konularında da, geri halkların uygar olarak adlandırılan toplumlardan daha iyi olduğu görülmektedir (Bell, 1998: 20-21).  Örneğin; Brosweller zinadan nefret ederlerdi. İbniFadlan’ın Seyahatnamesinde de Türkler’in cinsel konularda hassas olduğu belirtilmektedir ( Fadlan, 2017). Veddahlar ve Andamanlılar’da aynı uygar dünyada olduğu gibi tek eşlilik mevcuttu. Kar Nicobar yerlilerinde ise zinanın cezası ölümdü. Bu örneklere binaen Sokrates, Shakespeare, Raffaello ile Titian, Ceasar ile Napolyon, Wellington dukası ile Geoge Eliot, Luzan’dakiİrrogote toplumunun bile yakışıksız sayacağı bir hayat sürmüştür. Çin, Roma ve Bizans tarihi de bunlardan farkı yoktur.

Yurtseverliği de sadece uygar topluma has bir mefhum olarak görmemeliyiz. Zira Kuzey Amerika yerlileri de katıksız yurtseverdi. Afrika Yoruba’ları için Mr. Mac Gregor: “Hiçbir insan ırkı, onlar kadar yurduna bağlı olamaz.” diye yazmıştır. Aynı örnekleri Fijililer, Solomon adalılar için de söyleyebiliriz (Bell, 1998: 23).

Aslında bu toplumların uygar olmayan yaratıklar şeklinde nitelendirilmelerinin temel sebebi tarihsel açından ne üretebildikleri ile alakalı bir durumdur. Marks’ın tarih kuramını ekonomik indirgemecilikle (Blackledge, 2017: 50) suçlayanlar aslında dönüp dolaşıp iktisadi konulara göre meseleleri yorumlamaktadır. Tarihçilere göre uygar toplumlar artı-değer yaratabilmelere gerekir eğer bunu yapamıyorsa o toplum uygar değildir. Ancak moral değer açısından bakıldığında bu toplumların diğerlerinden altta kalır hiçbir yanları yoktur diyebiliriz. 

2. SONUÇ

Eleştirel düşüncenin bilim dünyasında ne olduğu yönünde temel bir uzlaşı olmadığı görülmektedir. Eleştirel düşünce nosyonu bazı bilim insanları tarafından metaforik olarak nitelendirilmektedir. Ancak bilimsel çalışmanın saf, nötr, evrensel olması gerektiğini savunanlar da yok değildir. (Öngen, 2009: 16)

Ekonomi politik düşüncenin eleştirel bir tarzı olduğunu söyleyebiliriz bu kontekste ilk insanın tarih-üretim ilişkiselliği üzerine tezlerimizi ortaya atarken aynı zamanda tarihsel meselelere değindim.

İnsanlık tarımsal devrimle üretime geçtiğinden bu yana son 5.000 yıldır belirsiz bir ilerleme hâlindedir. Tarihin itici gücü olarak şunları ifade edebiliriz: “Teknolojik yenilikler”, “rekabet” ve “sınıflar arasındaki mücadele”. Özellikle tarihin bu üç motorunun hızı Sanayi Devrimi ile artış göstermiştir. Açlık, kıtlık, adaletsizlik ve yoksulluk 250 yıl öncesine göre artış göstermiştir. (Faulkner, 2012: 382)

İnsanlık ilk çağlardan bu yana öngörülemez biçimde zenginlik yaratabilme becerisini geliştirmiş ancak bu zenginliği paylaşmasını öğrenememiştir. Bugün itibariyle insanların çalıştığı yerler modern Kolezyumlar hâline gelmiştir. Yâni modern kölelikte diyebiliriz buna.

İnsanlık tarihinde 5 farklı kapitalizm ortaya çıkmıştır: 1)Tüccar kapitalizmi; 2) Sanayi Kapitalizmi; 3) Emperyal Kapitalizm; 4) Devlet Kapitalizmi 5) Neo-liberal Kapitalizm. Oysa insanlık 6 bin yıl boyunca sınıfsız bir biçimde yaşamıştı. Tarımsal devrim ile özel mülkiyet ortaya çıkana kadar.

Sonuç olarak uygarlık tarihini çözümlediğimizde toplumda sınıfların var olduğunu görmekteyiz. Tarihin itici gücü olarak görülen tarihsel devrimlerin ise genel olarak istisnalar olsa da önderliğini küçük burjuva/orta sınıfın yaptığını ifade edebiliriz. Neden yoksulların vurucu güç olamadığı sorunsalının ise birçok cevabı vardır. Biat kültürü, kaderci anlayış, elindekini yitirme korkusu, bir şeyin değişeceğine dair inançsızlık, var olan sistemde kendini gerçekleştirebileceğine dair umut gibi. Oysa dünyadaki zenginliğin büyük bir bölümüne sahip olan azınlığa karşı yoksulların/ezilenlerin/alt gelir gruplarının bilinçli olması büyük değişikliklere yol açabilir. Bundan dolayı da zenginliği elinde bulunduranlar hiçbir zaman toplumun genelinin aydınlanmasını istemezler. Tarihte bazı devrimlerde yoksulların ileri atılışları vardır ancak bunlar iki elin parmak sayısını geçmez ama bu sıçrayışlarda dahi halkı koordine edenler yine seçkinler veya görece eğitimli insanlar olmuştur.

KAYNAKÇA

*Daha önce bu sempozyum bildirisi 6. International Istanbul Scientific Research Congress’de yayımlandı. Aydınlık gazetesinde yayımlanması için gerekli izinler alınmıştır.

Bell, C. (1998). Uygarlık. İstanbul: Toplumsal Dönüşüm Yayınları.

Blackledge, P. (2017). Marksist Tarih Kuramı Üzerine.İstanbul: Yordam Kitap.

Carr, H. E. (2015). Tarih Nedir?. İstanbul: İletişim Yayınları.

Dunn, J. (2017). Halkın Özgürlüğü. Çev. Akın Emre Pilgir, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Engels, F. (2015). Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni. Ankara: Sol Yayınları.

Fadlan, İ. (2017). Seyahatname.İstanbul: Yeditepe Yayınları.

Faulkner, N. (2012). Marksist Dünya Tarihi. İstanbul: Yordam Kitap.

Foulquie, P. (1998). Varoluşçunun Varoluşu. İstanbul: Toplumsal Dönüşüm Yayınları.

Fromm, E. (1993). Özgürlükten Kaçış.Ankara: Öteki Yayınevi.

Gökberk, M. (1961). Felsefe Tarihi. İstanbul, Remzi Kitabevi.

İşler, M. (2007). Grundrisse İçin Analitik Notlar.İstanbul: El Yayınevi.

Karakuş, G. (2021). Eleştirel Eleştirinin Eleştirisi.Ankara: Siyasal Kitabevi.

Kıvılcımlı, H. (2012). Tarih Devrim Sosyalizm.  İstanbul: Derleniş Yayınları.

Kıvılcımlı, H. (2016). Metafizik Sosyolojiler. İstanbul: Derleniş Yayınları.

Kıvılcımlı, H. (2018). Komün Gücü (Siklus Temeli). İstanbul: Derleniş Yayınları.

Kıvılcımlı, H. (2018). Toplum Biçimlerinin Gelişimi. İstanbul: Derleniş Yayınları.

Küçük, Y. (1984). Aydın Üzerine Tezler (1830-1980).İstanbul: Tekin Yayınevi.

Öngen, T. (2009). Hangi Ekonomi Politik?,Yapı, Pratik ve Özne: Kapitalizmin Dönüşüm Süreçlerinin Ekonomi Politik Eleştirisi. Ankara: Dipnot Yayınları.

Rousseau, J.J. (1995). İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı. İstanbul: Say Yayınları.

Tanilli, S. (1991). Uygarlık Tarihi. İstanbul: Say Yayınları.

Tanilli, S. (1997). Yüzyılın Gerçeği ve Mirası (19. Yüzyıl: İlerlemenin Çelişmeleri). İstanbul: Adam Yayınları.

Yalçın, A. (1976).  İktisadi Doktrinler ve Sistemler Tarihi. Ankara: Ay Yıldız Matbaası.

Zizek, S. (1999). İdeolojinin Yüce Nesnesi. İstanbul: Metis Yayınları.