Egemenin meşruluğu

Bir siyasî iktidar meşruluğunu ne zaman ve nasıl kaybeder? Ya da kaybeder mi? Günlerdir bu soru kafamı kurcalıyor. Hukukçu olmadığım için soruyu doğru kavramlarla ve teknik olarak yanıtlama şansım yok. Fakat benim gibi sıradan insanlar genellikle kavramların tanımlarından ve tarihte yaşanmış olaylardan hareketle soruyu anlamaya çalışırlar. Bu anlayış çabasının gayet meşru olduğunu ve sağlam bir yöntem sağladığını düşünüyorum. Ayrıca bizim dünya görüşümüz hukukun en genelde hâkim sınıflara, siyasi iktidarlara, yasama organında çoğunluğu elinde tutan güçlere hizmet ettiğini; dolayısıyla esnek, konjonktüre göre değişen bir kavram olduğunu söyler. 1987 yılında bir arkadaşım, “Avukattan devrimci olmaz, çünkü her eylemi mevcut yasalarla sınırlamaya çalışır” demişti.

En ucuz yöntem gelişmiş kapitalist ülkelerin hukukuyla kıyaslama yapmaktır. Bunu yapanlar, oralardaki hukukun 400 yıl süren kanlı boğuşmalardan, din savaşlarından, sınıf mücadelelerinden ve iki dünya savaşından süzülüp gelen geniş mutabakat alanlarında soluk alabildiğini unuturlar. “Niye bizim parlamentomuz ve hukuk sistemimiz İngiltere’deki gibi değil?” diye sorarlar mesela.

Kamu vicdanının kabul ettiği şeye “meşru” diyoruz. Peki, eskilerin mâşerî şuur (toplum vicdanı) dediği şey ifadesini nerede buluyor da ortaya “meşru” olan çıkıyor? Parlamentonun yasama faaliyetinde buluyor olamaz, çünkü ilkel ve bağımlı bir kapitalist ülkede parlamento dışarıdan yapılan yönlendirmelerle, yüksek reklamasyon teknikleriyle, muazzam paralarla istikrarlı bir meclis çoğunluğuna kolayca teslim edilebilir. Böyle bir parlamento, istediği yasayı çıkarabilir, hatta kuruculuk vasfını üstlenerek -şekilde de gördüğümüz gibi- anayasa yapabilir. “Egemen” olanı bu şekilde ortaya çıkaran bir sistemde kamu (ülke halkının tümü) bölünür, vicdanı baskı altına alınır ve karartılır.

Bu şekilde “egemen” olanı, Nazi hukukçusu Carl Schmitt “olağanüstü hale karar veren” diye tanımlamıştır. Egemen, olağanüstü hale karar verebilmesini sağlayan bir iktidar konumuna her nasılsa gelebilmiş olandır; bizzat çıkardığı kanun ve kararnamelerle kendisini güvence altına almış, bunları ihlal edenleri cezalandırma yetkisiyle donatılmıştır. Egemen’in yaptıkları, bizzat çıkardığı kanunlara uygundur, fakat bu kanunların çıkarılmasında kamu vicdanının rolü ve etkisi yoktur, çünkü egemen kendi başına olağanüstü hale karar vermiştir. İşte bu durumda, 1961 Anayası’nın giriş bölümünde denildiği gibi, “meşruluğunu kaybetmiş bir iktidar”dan söz ederiz.
Ölçeği biraz daraltıp somutlaştırarak şunu sorabiliriz: Ülkenin başına emperyalizm tarafından monte edildikten sonra, zaman içinde kendi yarattığı yoksul ve muhtaç kitleleri maddi olarak kendisine bağlayıp her seçimde, referandumda vs hazır oy deposu haline getiren bir siyasî iktidarın meşruluğundan söz edilebilir mi? Edilemez, çünkü böyle bir sisteme Egemen’in bizzat kurduğu hukuk sistemi içinde kalarak muhalefet edilemez. Egemen, muhalefetin içinden geçerek yol alabileceği kanalları teker teker saptar ve anayasayı, siyasi partiler yasasını, ceza kanununu değiştirerek bu kanalları tıkar. Egemen’in yarattığı hukuk sistemi içinde kalınarak ona bir alternatif de oluşturulamaz. İşte bu durumda “meşruluğunu kaybetmiş bir iktidar”dan söz ederiz.

Sistemle bu şekilde oynamak kalıcı sonuçlar doğurabilir. “Egemen”i temsil eden bireyler bir şekilde tasfiye edilirse, onların yerine geçenler eylemlerini adalet, demokrasi, insan hakları gibi “söylemler”le cilalayarak aynı sistemi sürdürebilirler. Benzetmek gibi olmasın ama sömürgeleşmiş ülkelerdeki bütün iktidar değişikliklerinde bu süreç ve örüntü belirgin biçimde görülür. Bu ülkelerde, emperyal güçlerin ve uluslararası sermayeyle maddî bağları olan hâkim sınıfların çıkarları aynı egemenlik sisteminin sürdürülmesini sağlar. İşte bütün bu nedenlerden ötürü, gerçek bir değişim, adalet ve halk demokrasisi, ancak devrimle mümkündür.