Gramsci’nin taşları

“Derinlemesine düşünürsek, ‘insan nedir’ sorusunu sorarken ‘insan ne olabilir’ sorusunu sormak istediğimizi anlarız. Bu da şu manaya gelir: insan kendi kaderini belirleyebilir mi, kendi kendini oluşturabilir mi, kendi hayatına şekil verebilir mi? Öyleyse şunu söyleyeyim, insan bir süreçtir ve tam olarak kendi eylemlerinin sürecidir.”

Akdeniz’de İtalya’nın sıcak ve sevimli kıyılarına yakın bir ada imgesini, insanın belleğinde bolluk, mutluluk, özgürlük gibi hisleri çağrıştırır. Kıyılarına yanaşmadan önce uzaktan bakıldığında herhangi bir ada gibi sonsuz güzellikler vaat eden Sardinya adasına ayak basıldığında bambaşka bir coğrafi gerçekle yüzleşiriz.

Batı Akdeniz’deki stratejik konumu ve maden yatakları (kurşun, çinko, kalay, gümüş) yüzünden Sardinya kıyıları dört bin yıl boyunca işgal altında kalmıştı; önce Fenikeliler, Kartacalılar, Yunanlılar, Romalılar sonra Araplar, Pisalılar, İspanyollar.

Denize karadan bakıldığında insanda coşkun umutlara ilham olurken, Sardinya adasından denize bakıldığında insanda korku ve yarına karşı belirsizlik duygusu ağır basar. “Denizden hırsız gelir” der Sardinya halkı.

Yine pek çok adanın tersine denizci ve balıkçı bir halk değildir Sardinyalılar, çobandırlar. Taşlık iç kesimlerinde binlerce keçi ve koyuna ev sahipliği yapar. Bu adada insanın gözlerine en güçlü şekilde çarpan taş yığınlarıdır. Toprak kuru ve fakirdir. Adaya karakterini veren çok sayıda taşların varlığıdır. Ada insanının karakteri de hayatta kalabilmek için bu taşlarla giriştikleri mücadeleyle şekillenmiştir. İnsanlar verimsiz topraklarını işlemek için taşları bir yerde toplayıp yığarlar.

Küçük küçük binlerce taşı üst üste koyup, taşları sıvasız örerek taş kuleleri, Nuraghi’ler inşa etmişlerdir. Tarihi neolitik döneme kadar giden bu taştan yapılar hem barınmak, hem işgalcilere karşı askeri amaçla, hem de taşların serin sessizliği içinde ibadet amacıyla yapılmıştır.

Nuraghi’ler Sardinyalılar’ın piramitleridir. Coğrafyanın acımasız, sert gerçekliğini temsil eden taşlarla mücadele ederken ada halkı da bu taşlar gibi sağlam ve kararlı olmuşlardır. “Taş üstüne taş koyarak” yaşam mücadelesi vermeleriyle, belki de, sabretmek en büyük erdemleri olmuştur.

‘Kayıtsızlık irade yitimidir, asalaklıktır, korkaklıktır’

Gramsci, altı yaşından on iki yaşına kadar Sardinya Adası’nın merkezindeki küçük Ghilarza kasabasında yaşamıştı. Kasaba yakınlarındaki Ales köyünde doğmuştu. Yirmi yaşına kadar bu adadan hiç çıkmadı. Adadan ilk defa kazandığı burs sayesinde 1911’de Torino Üniversitesi’ne edebiyat okumaya gitmesiyle ayrıldı.

Torino bu dönemde Fiat, Lancia gibi şirketlerin ağır sanayi için hızla fabrikalar kurduğu, İtalya’nın birçok bölgesinden fakir işçilerin akın ettiği bir şehirdi. Hızla kurulan sendikalar, yaklaşan 1. Dünya Savaşı’nın gergin havası, grevler, siyasi belirsizlikler Gramsci’yi politikleştirmişti. Böylece 1913’de İtalya Sosyalist Partisi’ne katıldı. Sardinya’da taş maden yataklarında çalışan insanların fakirliğiyle geçen çocukluluğu, bu kez fakirliği demirin ve çeliğin keskinliğiyle deneyimlemiştir. Parlak zekâsı, keskin kuramsal yeteneğiyle kısa sürede İtalya’daki komünist hareketin en önemli liderlerinden birisi olur.

Ne var ki 1926’da Mussolini’ye suikast girişimi gerekçesiyle, Gramsci milletvekilliği dokunulmazlığına rağmen, hapse atılır. Önce Roma’daki Regina Coeli hapishanesine oradan Ustica Adası’na yollanır. Yıllar sonra yeniden bir adaya ve etrafı taşlarla kuşatılmış şekilde hapsedilir. Ertesi yıl, yirmi yıl cezaya çarptırılarak Turin’e gönderilir. Tek başına bir hücrede, taşların arasında derin bir sessizliğe mahkum edilir.

Gramsci ise, hapishanede değil Nuraghi’deymiş gibi 3000 sayfaya yakın 30 deftere Batı Marksizmi’nin en parlak ve yaratıcı fikirlerini not alır. “İnsan bir süreçtir” demiştir Gramsci; kendi kaderi her ne kadar faşizm tarafından gölgelense de o, eylemleri ve fikirleriyle kendi kaderini yaratmıştır.

Bugün bir manifesto niteliğinde ağırlığa sahip “iradenin iyimserliği, aklın kötümserliği” sözü bir anlamda Gramsci’nin hayata bakışını yansıtır. Faşizmin ve dünya savaşının insanlarda yarattığı kopkoyu karanlık karamsarlığa karşı ‘praksis felsefesini’ geliştirmiştir. Karamsarlığın yarattığı kayıtsızlığı mücadele edilmesi gereken en büyük zaaf olarak görür Gramsci:

“Kayıtsızlardan nefret ediyorum. Frederich Hebbel’in dediği gibi ‘yaşamak taraf tutmaktır’ bana kalırsa...Gerçekten yaşamak yurttaş olmaktır, taraflı olmaktır. Kayıtsızlık irade yitimidir, asalaklıktır, korkaklıktır. Kayıtsız olmak yaşamamaktır. Kayıtsızlardan bu yüzden nefret ediyorum... Kayıtsızlık, tarihin yüküdür. Yenilikçinin ayağına dolanan fazlalıktır, en güzel coşkuların içinde kalıp boğulduğu atıllık durumudur, akılcılığı yıkan şeylerin hammaddesidir.”

Dört duvar arasında kaleme aldığı her yazıda hayata müdahale etme, toplumu dönüştürme sorunu merkezindedir. Soyut, metafiziksel spekülasyonlara hiçbir zaman yönelmemiştir. Bedeni hapsedilse de beyni iktidarı almakla yanıp tutuşmaktadır. Ruhundaki isyan ateşini taş duvarların soğukluğu bile söndüremez:

“Olup bitenler, herkese eziyet çektiren kötülükler de, bir kahramanlığın sonucunda gelecek olası iyilikler de, hareket halindeki birkaç kişinin inisiyatifinden çok, kitlelerin kayıtsızlığının ve hareketsizliğinin sonucudur. Olup bitenler, az sayıda insan öyle istediği için değil, kitleler sorumluluk almadığı ve oluruna bıraktığı için böyle gerçekleşir. Düğümlerin öyle bir bağlanmasına izin verirler ki, zamanı geldiğinde ancak bir kılıç o düğümleri kesebilir. Öyle yasaların geçmesine izin verilir ki, iktidarı öyle adamların eline bırakırlar ki, zamanı geldiğinde ancak bir isyan onları indirebilir.”

Binlerce küçük taşın dizilmesiyle ortaya çıkan Nuraghi’ler gibi, binlerce insanın sabırla yan yana mücadele etmesiyle yeni bir yapının, yeni toplumun ortaya çıkacağına inanır.

Gramsci, hapisten çıktıktan kısa bir zaman sonra 1937’de Roma’da öldü. Ölümünün sekseninci yılında, gerek hapishane koşullarından gerekse yoğun sansür koşullarından dolayı ‘muğlak’ ve fazla ‘sistematik’ olmayan bir düşünsel miras bıraktı. Özellikle 20. Kongre sonrası yükselen Stalin karşıtlığı, 1968 Prag Baharı ve öğrenci hareketleri sonrası yükselen Avrupa solunun Gramsci’nin tezlerini bir anlamda ‘keyfince’ kullanmasıyla muğlaklık iyice artmıştır.

Bugün bu defterler yeniden ve dikkatlice okunmayı beklemektedir. Liberal kesimin Gramsci’yi ‘kendi tarafı’ gibi göstermeye çalışmasına rağmen, Gramsci’nin 3. Enternasyonal’de yerini almasını, İtalya’da Leninist İtalyan Komünist Partisi’ni kurmasını, Trokçi önderliğindeki muhalefeti açıktan eleştirmesini unutmamak gerekmektedir.

Gramsci, dört yaşında kucakta taşınırken yere düşmüş ve bu kaza, sağlığını kalıcı şekilde bozan omurga kaymasına neden olmuştu. Küçükken sırtındaki şekil bozukluğunu düzeltmek ve omuzlarını güçlendirmek için her gün taşlarla idman yapmıştır. Ghilarza kasabasında Gramsci’nin eşyalarının sergilendiği küçük bir müze vardır. Portakal büyüklüğündeki bu taşları görebilirsiniz.

Her şeyin akışkanlık içinde çözülüp eridiği, hiçbir siyasi hareketin biçimini koruyamadığı, siyasetin kayıtsızlığı içinde her karakterin aşındığı burjuva toplumunda, hayatın yıkımlarına karşı çağının en parlak ve umut dolu fikirlerini taş gibi sağlam iradesiyle nasıl yarattığını belki de en iyi Gramsici’nin taşları anlatmaktadır. Gramsci bu taşlar üzerine, Garibaldi’nin bağımsızlık bayrağını yeniden dikerek dalgalandırmıştır.

Berrak politik hedeflerle ve sarsılmaz etik ilkeleri olan sağlam iradeli kişilerin bu taşları yerinden kaldırıp oynatmasıyla, kitleler yeniden harekete geçirilerek, siyaseti kuşatan kayıtsızlığın karanlığı aydınlanır. İnsan taşları yontarak insan olmuştu. Bugünse taş üstüne taş koyup, çürümüş sistemin hegemonyasını yıkarak, insan olarak kalabilir.