Harp sonunda Almanya: ‘Amrum’
Atatürk’ün yakın silah arkadaşı, 1939-1942 yılları arasında Türkiye’nin Berlin Büyükelçisi olarak görev yapan Hüsrev Gerede, “Harb İçinde Almanya” (ABC Yay., 1994) adlı anılarında, yalnızca cephelerdeki durumu ve siyasi gelişmeleri değil, Alman halkının moral durumundan manzaraları da aktarır. Savaş yıllarının ortasında, özellikle Sovyet cephesindeki olumsuz gelişmeler bıkkınlık yaratmış, yiyecek içecek ve giysi sıkıntısı baş göstermiş, halkın maneviyatı gerilemeye başlamıştır. “Yeterli gıda alamamanın verdiği biyolojik yorgunluğun ürünü olan güvensizliğin etkisini de dikkat almak gerekiyordu.” (s. 357) diyen Gerede, Alman halkının maneviyatını yükseltecek olumlu gelişmenin bir türlü gerçekleşmediğinin altını çizer.
Savaşın ortalarında bu durumda olan Alman halkının savaşın sonunda, üstelik de Hitler’in ölüm haberi duyulduktan sonra ne vaziyette olduğunu ise Fatih Akın’ın sinemalarımızda bugün gösterime giren “Amrum” filminden öğreniyoruz. Gerede’nin dikkat çektiği, “yeterli gıda alamamanın verdiği biyolojik yorgunluğun ve güvensizliğin” filmi de diyebiliriz “Amrum”a.
VEYL MAĞLUPLARA!
Kuzey Almanya’da, ruhu savaş tarafından karartılmış Amrum adasında geçen filmde, babası savaşa gitmiş, annesi yeni doğum yapan ve hastalanan, iki küçük kardeşi olan, teyzesi de aynı evde yaşayan 12-13 yaşlarındaki Nanning’i tanıyoruz. Nazi sempatizanı olan annesi gibi Nanning de “Hitler Gençliği” üyesi. Çevrelerinde, başta teyze ve çiftlik sahibi kadın olmak üzere Nazi karşıtları da var. Adaya Polonya Alman’ı bir grup göçmen de getiriliyor. Hitler’in ölümü ve Almanya’nın teslim olmasıyla birlikte kısıtlı coğrafyadaki dengeler değişmeye başlıyor. Fakat Fatih Akın’ın ideolojik-politik ayrımları kaba hatlarıyla göstermekten çok, Nanning’in annesi için tereyağı, bal ve beyaz ekmek bulma çabasına, yani gıda peşine düşmesine, savaş sonu Alman toplumundaki yorgunluk ve güvensizliğin içine dalma amacında olduğunu da hemen anlıyoruz.
Fatih Akın’ı Nazileri sempatik göstermekle suçlayacak kadar aklı evvel değilim ve “Amrum”un Nazizmi top ateşine tutmasa da çocuk masumiyetinin kırılganlığı üzerinden yeterince teşhir ettiğini düşünüyorum. Aynanın arkasına da bakmış Fatih Akın ve çok şey görmüş. Savaşın yükünü taşımaktan yorgun düşmüş sönük yüzler, birikmiş sessiz öfke, iç sıkıntısı, erkeklerin çoğu savaşta olduğundan kadınların sırtladığı gündelik yaşam mücadelesi gerçekçi bir dille aktarılıyor. Bir bakıma Fatih Akın, Michael Haneke’nin Birinci Dünya Savaşı öncesi bir Alman köyünde yaşananları aktardığı “Beyaz Bant”ı (2009) akla getirerek, benzer manzaraları İkinci Dünya Savaşı sonu için tekrarlıyor. Hayatın, görünürde devam etmekle birlikte genel atmosferin karanlık, içine kapanık, umutsuz bir durum aldığını, bu umutsuzluğun içinde zor nefes alındığını çok iyi resmeden bir film “Amrum”. Hamburg’dan geldikleri için adanın yerlileri tarafından pek benimsenmeyen, Polonya göçmenleri tarafından zorbalığa uğrayan, muhbirlikle de suçlanan Hanning ve ailesi, yenilmiş bir ülkenin kendi içlerinde “Veyl mağluplara!” diyen morali bozuk vatandaşları olarak ayakta kalmaya çalışıyorlar.
TEREYAĞI, BAL VE BEYAZ EKMEK
İntihar ve filmin sonlarına doğru izlediğimiz kasap sahneleriyle nabzını yükselten, görüntü çalışması harika bir film var karşımızda. Senaryo, Fatih Akın’la birlikte dirsek çürüten Hark Bohm’un çocukluk anılarına dayanıyor (Bohm’u filmin finalinde görüyoruz). Orta bütçeli ama etkileyiciliği bütçesini çok aşan, başta Hanning rolündeki Jasper Billerbeck olmak üzere, Diane Kruger’in de aralarında olduğu oyuncu kadrosundan çok iyi randıman alınan “Amrum” için, Yılmaz Güney’in “Soba, Pencere Camı ve İki Ekmek İstiyoruz” romanının adından ilhamla, “Tereyağı, bal ve beyaz ekmek istiyoruz” filmi de diyebiliriz.