Kahraman Hemşire: Safiye Hüseyin Elbi

12-18 Mayıs Hemşireler Haftası… Bizde hemşirelik Balkan Harbi ve Cihan Harbiyle başlar. Özellikle kadınlarımız bu iki savaşta gönüllü olarak hasta bakıcı olarak görev aldı ve Mehmetçiğe yardım etti. İşte bunlardan birisi de sembol isim haline gelen Safiye Hüseyin Elbi’dir. Safiye Hanım, 1881 yılında İstanbul’da doğdu. Babası Tersane-i Amire Başmühendislerinden Ahmet Besim Paşa’dır. Annesi İngiliz asıllı daha sonra Müslüman olan Firdevs Hanım’dır. Safiye Hanım İngiliz ve Alman okullarında tahsil gördükten sonra Deniz Yarbayı Hüseyin Bey ile evlendi. Balkan Harbi’nde görev aldı. Daha sonra İstanbul’dan Çanakkale cephesine giderek burada zor şartlarda olanca cesaretiyle Mehmetçiğe yardım etti. Cumhuriyet döneminde de yardım ve hayır faaliyetlerini sürdürdü. Hemşirelik üzerine yazılar yazdı eğitim verdi. 1925 yılında Kızılay Hemşire Okulu'nda görev yaptı. Türk Kadınlar Birliği'nin kurucu üyesiydi. 1930 yılında CHP’den İstanbul Belediyesi meclis üyeliğine seçildi. 6 Temmuz 1964 tarihinde ise 83 yaşında vefat etti.

ÇANAKKALE CEPHESİNDE

Safiye Hanım Çanakkale Savaşı'na gönüllü olarak İstanbul’dan katılır. Reşitpaşa Hastane Gemisinde baş hastabakıcısı olarak görev yaptı. Safiye Hanım o günleri 1935 yılında Yedigün mecmuasının muhabirine anlatır:

"Evet savaşa da iştirak ettim. Çanakkale’de uzun müddet kaldım. Gülle yağmuru, düşman bombardımanı altında hayatımı güç hal ile kurtardım.

- Düşman bombardımanı, gülle yağmuru altında bir kadın… Kim bilir ne heyecanlı, ne acıklı, ne korkunç hatıralarınız vardır.

Çok, pek çok… memlekette ilk hasta bakıcı olmakla övünüyorum. Hatıralarımı mı soruyorsunuz? Hangi birini anlatayım bilmem ki… Size Reşitpaşa vapuru ile nasıl bombardımana tutulduğumuzu anlatayım.

Çanakkale’de kanlı savaşlar oluyordu. Alman Salib-i Ahmer (Alman Kızılhaçı) ile bizim Kızılay Cemiyeti birleşmiş, Reşitpaşa vapurunu hastane gemisi yapmıştık. Ben bu geminin baş hasta bakıcısı olmuştum… Reşitpaşa Çanakkale’ye gidecek, orada yaralıları tedavi edecek, yarası ağır olanları alıp İstanbul’a getirecekti. Bana: Vaziyet tehlikeli, dediler… Ne vapuru olursa olsun… İster hastane vapuru, ister Kızılay, ister Salib-i Ahmer, İngilizler topa tutuyorlar. Ben aldırış etmedim. Zaten umumi harp başladığı zaman ben hastabakıcılık için gönüllü yazılmıştım. Gönüllü olarak gidiyordum… Peşinen şunu söyleyeyim ki hayatımda hiçbir zaman ölümden korkmuş değilim.

Evet, onu anlatıyordum. Reşitpaşa’ya bindik. Çanakkale’ye geldik, Akbaş Mevkii'nde demirledik. Hastaları, yaralıları toplamaya başladık. Ne yaralılar, ne yaralılar... Şu parmaklarımı görüyor musunuz?

- Bayan Safiye Hüseyin’in sesine bir titreme geldi:

Ben bu parmaklarımla kaç delikanlının gözlerini bir daha açılmamak üzere ebediyyen kapattım. Kaç delikanlının? Gün gelmezdi ki Reşitpaşa hastane vapurunda beş altı ölüm vakası olmasın. Yaralıları aldık, dönüyorduk… Birdenbire tepemizde bir uçak belirdi, güverteye çıktık... Süvari müthiş bir haber verdi: İngiliz uçağı!..

Mamafih zerre kadar korkmuyorduk. Geminin bir tarafında kızıl bir ay, bir tarafına da kızıl bir salip (haç) vardı. Belli ki hastane vapuru… İçimizden “dünyada bize ateş edemezler” diyorduk. Uçaktan kırmızı bir ışık yükseldi, yanımızdaki gemiciler: Tuhaf, dediler. Uçak işaret veriyor. Acaba kime ve neyi gösteriyor? Biraz sonra etrafımızda müthiş görlümeler oldu. Dehşetli bir gülle yağmurunun altında kaldık. Reşitpaşa’nın sağına soluna gülleler yağıyordu, O zaman anladık ki bize ateş ediyorlar. Attıkları gülle bize o derece yakın düşüyordu ki tasavvur edemezsiniz.

Fakat bütün bu tehlikelere rağmen korkmak için vaktimiz olmadı. Çünkü hastalar bizi bekliyordu. Ameliyat edecek, yaralarını saracak yüzlerce hasta vardı… Bunlardan biz kendimiz için korkacak vakit bulamıyorduk.

Bundan sonra düşman adet edinmişti. Ne zaman Reşitpaşa vapurunu görseler tepemize İngiliz işaretli bir tayyare dikiliyor, düşman topçusuna bizim bulunduğumuz yeri işaret ediyor. Bundan sonra o dehşetli gülle yağmuru başlıyordu. Her defasında ölüm tehlikesi geçiriyorduk.

Hele bir keresinde müthiş bir bombardımana tutulmuştuk. İstanbul’a “Reşitpaşa vapuru battı” diye haberler gitmiş… İstanbul’a döndük, herkes vapur batmış, bizi ölmüş zannediyordu. Akrabam matem içinde, İstanbul’a adeta ahretten döner gibi döndüm. Hayatımda işte böyle bir ahretten dönüş faslı vardır.

Biz bu Reşitpaşa hastane gemisinin ne kahırlarını çektik. Bazen haftalarca savaş boylarında kalıyorduk. Hele bir keresinde aç kaldık. Bite boğulduk. Kömürümüz bitti. Soğukta kaldık.

- Kim bilir başka ne feci hatıralarınız vardır.

TEK BACAKLI MEHMETÇİK

Reşitpaşa vapuruna bir gün Bekir Çavuş isminde bir ağır yaralı getirdik… Onu cephenin ön saflarında bulmuştuk. Bir ayağı kangren olmuştu. Hemen Reşitpaşa vapurunda ameliyat masasına yatırdık. Ayağını kestik… Bir tek ayağı ile kalmıştı ama vaziyeti çok tehlikeli idi. Kangren son derece ilerlemişti. Aynı zamanda pek fazla kan kaybetmişti. Adeta ölmesini bekliyorduk.

O gece sabaha karşı kamaramın kapısı hızlı hızlı vuruldu. Kalktım, dışarda telaşlı bir ses: “Baş hemşire. Baş Hemşire!, diye bağırıyordu. Hemen giyinip fırladım. Genç Alman hasta bakıcısı: “Hani ayağını kestiğimiz ağır yaralı yok mu?

Bekir Çavuş mu?

Evet

Ne oldu peki?

Kendisine bir hal geldi hemşire! Tek bacağı ile ayağa kalktı. Odanın içinde dolaşmak istiyor…

Hemen koştum. Bekir çavuş yaralarından kanlar aka aka ayağa kalkmıştı. Yanına koştum. Bileğinden tuttum. Müthiş ateşi vardı.

Aman Bekir Çavuş dedim, Ne yapıyorsun? Bu hal ile ayağa kalkılır mı? Bekir Çavuş kendisini kaybetmiş bir halde idi:

Aman, dedi. Ne diyorsun. Emir geldi, emri yerine getirmek lazım. Tabi kalkacağım.

Ve sabaha karşı Bekir Çavuş kollarımızın arasında dünyaya gözlerini büsbütün kapadı. Bu adamcağız son dakikasına kadar kumandanının emrini, kendisine verilen vatan vazifesini yapmaktan başka bir şey düşünmüyordu. Son dakikada bile ne annesini, ne sevdiğini düşünüyordu. Kansız bembeyaz dudaklarından çıkan son cümle: Emri yapamadım, oldu. Fakat ben ona kanidim ki Bekir Çavuş vazifesini son derece yapmıştı.

SON SÖZLERİ ANNE OLURDU

- Hastane gemisinde yaralılar çok sayıklarlar mıydı? Ekseriya ne sayıklarlar?

Vapurda muhtelif milletlere mensup yaralılar vardı. Almanlar, Avusturyalılar cepheden topladığımız İngiliz yaralılar ve bizim yaralılarımız… Hepsi kendi dilleri ile ekseriya tek bir kelime sayıklarlardı. Bazen yan yana yatan muhtelif milletlerin yaralılarının dudaklarından Almanca, İngilizce, Türkçe aynı kelime birden yükselirdi: Anne!

Yüzlerce yaralının önümde öldüğünü gördüm. Hemen hemen hepsi de aynı kelimeyi, bu anne sözünü sayıklayarak “Anne!” diyerek öldüler.

- Nişanlılarını, sevgililerini sayıklayanlar olmuyor muydu?

Çok az. Hemen hemen yok gibi. Yalnız bir gün İngilizlerin bir ricatı esnasında genç bir İngiliz yaralısı bulduk, gemiye getirdik. Zavallı çiçek gibi bir delikanlı idi. Başından aldığı bir yara ile gözlerini kaybetmişti. Gözlerinin üstüne siyah uzun bir sargı sarmıştık. İşte yalnız bu nişanlısının ismini sayıkladı. Çok buhranlı bir halde idi. Ağzına damla damla su akıttık... Yaralıların sayıkladıkları, söyledikleri en tesirli kelimelerden biri de budur: Su…

Hiçbir ağır yaralının susuz ölmemesine son derece dikkat ederdik. Bu İngiliz yaralısının da ağzına su akıttık. Çok üzgündü, İngilizce mütemadiyen “öleceğim” diyor, arkasından nişanlısının ismini söylüyordu. Ölüm halinde bulunan adama son vazifemi düşündüm… Ve onun düşman askeri olduğunu bir an için aklıma getirmeyerek kendisini İngilizce, kendi ana dili ile teselli ettim:

Ölmeyeceksin, yaşayacaksın… Bütün bu korkulu günler geçecek. İyi olup memleketine gideceksin, nişanlına kavuşacaksın…

Bu İngilizce teselli onun öyle hoşuna gitti ki, bir müddet sonra yüzünde müsterih, hatta memnun çizgiler peydahlandı ve öldü…

Biz aşağı yukarı öleceğini bildiğimiz bütün umutsuz hastaları böyle teselli ederdik. Katiyyen ölmeyeceksin, daha çok yaşayacaksın, diye diye kendilerini bazen buna inandırırdık. Adeta yaşayacaklarına inanmış oldukları halde ölürlerdi.

EN MÜTHİŞ YARALILAR GÖZLERİNİ KAYBEDENLER

- Gördüğünüz yüzlerce yaralı içinde en fecileri hangileri idi?

Balkan muharebesinden beri hasta bakıcılık ediyorum. Gördüğüm en müthiş yaralılar gözlerini kaybedenler… Bunların halleri pek feci oluyor. İçin için eriyorlar... Günden güne sönüyorlar. Gözlerinin yarası iyi olmak ihtimali bile olsa kendileri kurtulamıyor… Ölüyorlar. Gözlerini kaybedenlerin hali kadar feci bir şey yoktur.

Müthiş bir hatıram da nedir biliyor musunuz? Yine Reşitpaşa vapurunda idik. Bir Alman doktor vardı. Genç karısı Avusturyalı. İyi bir hasta bakıcı… Kadın bir gün Reşitpaşa üstüne güllü yağmuru yağarken: Beni deniz tutuyor, dedi. Hastanede çalışmak istiyorum… Kendisini cepheden biraz gerideki hastaneye tayin ettirdi. Bu küçük bir cephe hastanesi idi. Bir müddet sonra haber aldık. Hastane büyük bir uçak bombardımanına tutulmuş, tahrip edilmişti. Arkadaşım bombaların altında can vermişti. Bizden de sekiz şehit vardı.

İşte bu benim en acı hatıralarımdan biridir. Bu hastaneye ben de gitmek istemiştim. Hatta gönderiyorlardı da… Gitseydim muhakkak ki bugün karşınızda bulunamayacak ve size harp hatıralarımı antalamayacaktım.

- Hiç cepheye kadar gittiniz mi?

Gittim. Maydos’a (Eceabat) gittim. Sonra Anafartalar’da İkinci Ordu (5. Ordu olcak. ED.) karargâhına gittim. Alman karargahına gittim.

Anafartalar’a doğru ilerliyorduk. Tepemize iki düşman tayyaresi peydahlandı. Bize adım attırmıyorlar, mütemadiyen bombaları yağdırıyorlardı. Üç saat yürümüş, fena halde yorulmuştuk. Ölüm muhakkaktı. Tayyareler adamakıllı alçalıp bizi bombardıman etmeye başlayınca gözümün iliştiği bir sıçan deliğine girdik. Üzerimizde epey dolaştıktan sonra gittiler. Biz de İkinci Ordu karargâhına geldik. Tepeden düşman donanması çanak gibi görünüyor. O zaman geçirdiğim bütün tehlikeleri unuttum. Bir kadın için işte bu görülebilmesine ihtimal olmayan bir manzara idi…

ANA KIZI KAVUŞTURDU

- Başka ölümle karşılaştınız mı?

Her dakika ölümle karşı karşıya idik. Bir kere gemide tifo, kolera, veba her türlü hastalık vardı. Sonra her dakika bombardıman…

Size son bir hatıramdan bahsedeyim: Umum muharebede İsviçre’de bir kızcağız buldum. Annesi babası Fransızmış. Sonra annesi bir Almanla evlenmiş. Berlin’de. Harp çıkınca kızcağız İsviçre’de kalmış. Annesi istiyor. İstiyor ama nasıl gelsin. Kız Fransız. Yani düşman. Annesi de Berlin’de. Bu kızı Salib-i Ahmet bana verdi. Berlin’e getirdim. Senelerden beri birbirine düşman iki memlekette bulunan bu ana kızı kavuşturdum. Aradan uzun yıllar geçti., Geçen gün bir de baktım bir günç kadın İstanbul’a gelmiş beni gördü:

Madam beni tanıdınız mı?, Dedi. Bütün dikkatimle baktım: Tanıyamadım.

Dikkatli bakın…

Sonra tanıttı. Bu kendisini annesine götürdüğüm küçük Fransızdı…” (Hikmet Feridun, Yedigün, 12 Haziran 1935, No:118, s.7-9.)

HEMŞİRELER SİİRİ

Yazımızı milli şair Mehmet Emin Yurdakul’un 1917 yılında yazdığı “Hasta Bakıcı Hanımlar” şiiri ile bitirelim:

Ey Tanrı’nın aşkından yaratılmış nur çehreler

İyiliğe ömrünü vakfeylemiş hemşireler

Size selam, size hürmet

Ey Hilâlin kadınları

Size selam, size hürmet

Ey yurdun pâk alınları.

(Hayat, Ocak 1975.)

Aydınlık’ın notu: Sitemizde saat 12.00'de erişime açılan yazarlarımızın yazılarını, erken saatte okumak için dijital gazetemiz e-Aydınlık'a abone olabilirsiniz.

E-ABONE OLMAK İÇİN TIKLAYIN