Kültür ve Turizm Bakanlığı’na Çağrı: 'MEMLEKET EDEBİYATI'(2)

Dostum Lütfi Özgünaydın Anadolu’yu anlattığı gazete yazılarının birinde, “Doğa ve insanı anlatıyorum. İnsandan geriye ne kalıyor, yaşamı, eylemleri, sözleri,” diyordu.

Ona, bu yazılarını mutlaka bir kitapta toplamasını, buna da “Memleket Yazıları” adını vermesini önermiştim.

Memleket edebiyatı deyince ister istemez yerel/bölgesel edebiyat kavramları gündeme geliyor. Bir ülke edebiyatının gelişmesinde bunun ne denli önemli/gerekli olduğunu bilmem vurgulamaya gerek var mı?

Sıklıkla yineleriz; ulusal olmadan evrensel olunamaz.

Bugün “ulusal”lıktan ne anladığımıza gelince, sanırım şunda hemfikirizdir: Yurtseverlik!

Yaşadığınız ülke coğrafyasını tanımadan, kültürel köklerini bilmeden, mitolojisini tarihini okumadan, tarihsel toplumsal gerçekliklerini görmeden ne yazabiliriz?

Yani özcesi; bir edebiyatın kuruluşunun yolu yordamı bilmek/tanımaktan geçiyor.

Kurduğunuz dil size bu bilinci aşılayan yegâne araç.

O halde, o dille beslenen/besleyen kültürün yollarına düşmelidir bir edebiyatçı.

Octavio Paz, “Yalnızlık Dolambacı”nı yazarken Meksika’nın bütün dil/kültür/tarih katmanlarına bakmıştır. O melez kültürün/tarihin gerçekliğini taşımıştır insanlığa.

Gabriel Garcia Marquez, ülkesinin kuzeyindeki Kaliforniyalı romancı William Faulkner’ın romancılığını keşfettiğinde, şunu diyecektir: “Onun yaşadığı yerin insanının gerçeğini anlatmasını görüp öğrendiğimde, kendi ülke insanımın sorunlarını nasıl anlatabileceğimi öğrendim.”

John Steinbeck, “Gazap Üzümleri”ni yazmasaydı Orhan Kemal’in “Bereketli Topraklar Üzerinde”si, Yaşar Kemal’in “Dağın Öte Yüzü” üçlemesi olur muydu sanırsınız?

Demem o ki; edebiyatımızda 1900’lerin başından beri oluşagelen “memleket edebiyatı” giderek gücünü yitirmeye yüz tutmuştur. Bunun nedenleri hem sosyolojik, hem ekonomik, hem de eğitseldir.

Günümü insanı küresel salgın/kuşatmayla birlikte kendi ülke gerçeğinden koptuğu gibi aidiyet duygusunu da yitirmektedir.

Oysa bir ülke edebiyatı ilkin insanına bu aidiyeti, dil bilincini verir; insanlık aşısı yapar. Bundan yoksunsanız eğer ne tarih, ne dil, ne kimlik, ne aidiyet pek de sizi ilgilendirmez.

Günümüz yazarının toplumdan/insandan/yurt gerçeklerinden kopuşunun nedenlerini burada sıklıkla sorguladığımı hatırlatırım.

Dünyanın içinden geçtiği şu karanlık dönemlerde yazarın görevi öncelikle kendi yurduna insanına bakmak bilincini öne almaktır. Yani insanlığın sürüklendiği yerde biz neredeyiz/ülkemiz nerede… Kentler, kasabalar, köyler ne durumda; tarımsal yapılar, insan ilişkileri, mekânlar, kültürel dokular, geleneksel yaşamın seyri nerede… Edebiyatın toplumsal işlevi nerede?

İşte bütün bunlar şiire, romana, öyküye, yazılabilecek oyunları nasıl yansıyor?

Benzer soruların karşılığını bulmak yerine, bunların neden/niçinlerine yönelik yeni düşüncelere kapı aralamak için Kültür ve Turizm Bakanlığı, geçmişte yapılan bir projenin benzerini edebiyat alanında gerçekleştirmeli.

1938-43 yılları arasında ressamlar “Yurt Gezileri Projesi”yle yurdun dört bir yanına giderek resim yapmışlardır. Yapılan altı gezide yedi yüz resim yapılmıştır.

Bakanlık, bugün, hazırlayabileceği bir projeyle 81 ili yazarlara yazdırmalıdır. “Gidin ülkenizi görün ve yazın… Gündelik yaşamında başlayın, doğasından, tarihinden, yaşayan zamanından unutulan zamanlarına dönün..”demeli… Hiçbir ayrım gözetmeksizin yurt coğrafyasının renklerini söze/yazıya dökün demeli.

Bir yazarın aradığı her şey kendi yaşadığı topraklardadır, kültürdedir, tarihtedir. Oraya bakmasını bilemeyen dünyaya da bakamaz, okuyamaz. Bu bilinç aşısının taşmak için böylesi bir adım atılmalı derim.

“Bir Kentin Solgun Yüzü: Erzurum” kitabımı yayına hazırlama aşamasında birlikte Erzurum’a gittiğimiz fotoğraf sanatçıları Nevzat Çakır ile Lütfi Özgünaydın bir başta bir başa kentin fotoğraflarını çekmişlerdi. Kitap onların fotoğraflarıyla can bulmuştu.

Eğer yaşadığınız/doğduğunuz yeri, coğrafyayı seviyorsanız ora ait her şey sizin belleğiniz, aidiyetinizdir. Ve o dille bunu kayda geçmek de bir görev, sorumluluktur bence!

İşte böylesi bir projeyle Bakanlık yazarlara çağrıda bulunarak kentlerin yazımını başlatmalı. Yazınsal ve görsel hafızasını kayda geçmelidir. Bunun “memleket edebiyatı” için özgün çalışmaları da ortaya çıkaracağına inanıyorum.

Unutmayalım ki ülke hiçbir siyasi partiye, düşünceye ait değildir. Çağdaş dünyada yerimizi almak, kültürel aidiyetimizi var edip taşıyıcı olmak istiyorsak; bizi var eden değerlere sahip çıkmamız gerekiyor. Bunları tektipleştirmeden değerini bilerek korumak, taşımak insanlık görevi.