Ölümsüz edebiyat!
Roman biçim değiştirdiği gibi söylem de değiştiriyor. Gene de şu savım, romanın yirminci yüzyılın keşfi olma özelliği, kendini koruyor. Çünkü, halen ayna tutma işlevine insanlığın ihtiyacı var. Yazılan, okunan romanlar bunu anlatıyor bizlere.
Çıkış noktasında burjuva sanatı olarak nitelendirilse de, yani burjuvazinin varoluşuyla roman gerçek yerine/değerine erişse de; birikimini taşıdığı yüz yıl, bir keşif çağı olarak romanı edebî etki/etkinlik alanı yaratmada başat anlatı kılmıştır. Başka sanat disiplinlerine etkisi bunlardan etkilenmesi bir yana; roman sanatı insanlığın ışıltısı düzeyine erişmiştir bu yüzyılda. Çünkü taşıdığı miras anlam ve değerler üretmede, insanlığı aydınlatmada işlevselliğini korumaktadır.
Şu savımı da yineleyebilirim burada: Bu edebî keşfin farkına varan azgelişmiş/gelişmekte veya geri kalmış toplumlarda roman çok daha etkindir, toplumun gelişmesinde insanlığa ekmek kadar su kadar enerji kadar gereklidir.
Sözel toplumdan yazılı topluma geçerek romanın keşfine erişen bu toplumların çoğunda şaşırtıcı romanlar yazılmaktadır. Öyle ki, yirminci yüzyılın başka keşifleriyle de romana kavuşmaları kendi düzyazılarını biçimlemede bir yol çizmiştir onlara.
Sanırım buna en iyi örnek olarak Latin Amerika edebiyatını/romanını verebiliriz. Bu bağlamda Octavio Paz’ın şu belirlemesi çok yerindedir: “İspanyol-Amerikan edebiyatı, İspanyolca konuşan Amerikan halklarının edebiyatıdır. Bu, tarihsel, özellikle de dilsel bir tanımlamadır. Bunun dışında bir olasılık da yoktur; çünkü bir edebiyatın belirleyici gerçeği, o edebiyatın dilidir. Bu gerçek, ister tarihsel, etnik ve politik, ister dinsel yapıda olsun, başkaca gerçeklere ve kavramlara indirgenemez. Edebiyat gerçeği, ulus, devlet, ırk, sınıf ve halk gerçekleriyle hiçbir zaman tam olarak örtüşmez. Ortaçağ Latin edebiyatı ile klasik Sanskrit edebiyatı, bugün artık ölmüş olan dillerde kaleme alınmışlardır. Gerçi edebiyatsız halk yoktur, ama halksız edebiyatlar vardır. Ayrıca günün birinde, ölmüş dillerde kaleme alınmış yaşayan eserler olmak, bütün edebiyatların yazgısıdır. Edebiyatların ölümsüzlüğü, soyut bir ölümsüzlüktür ve bu ölümsüzlüğün adı kitaplıklardır.” (*)
Romanı geç keşfeden toplumlardan biri olarak bizdeki durum biraz farklı da olsa, işlevi/etkisi yaygındır; üstelik yeni arayışlarda da öncüdür diyebiliriz. Tek engelimiz dilimizin dolaşımdaki yetersizliği. Ama bugün bu da çevirilerle aşılabilecek düzeydedir.
Ölü diller, ölü edebiyatlar olabildiği gibi ölen anlatı türleri de vardır, olacaktır da. Bugün artık sağalar, koşuklar yazılmıyor. Destanların yerini romanlar almış durumda.
Günümüzde romanı daha işlevsel, anlaşılır, okunur kılan da anonim duyarlığın yaygınlaşmasıdır. Çeviri bunu tümüyle ortadan kaldırdığı gibi, benzer anlatıların kurulmasını etkiliyor. Diğer bir boyut ise romanı ölümsüz kılabilecek arayışlara romancıların sürüklenmesi. Bu da, yeni bir anlatı türünün işaretlerini veriyor diyebiliriz. Ahmet Altan’ın, “Son Oyun”da “tanrı- anlatıcı”yı masaya yatırıp sorgulaması, hatta bunu yıkma çabası. Benzer bir durumu Alessandro Baricco’nun “Mr. Gwyn” romanında biçim ve anlatıcı kırıcılığına kadar götürmesi. Carlos Fuentes’in “Cennet’teki Âdem”de romanın ayna tutma işlevini öne çıkarırken “anlatıcı”nın nasıl ses değiştirebileceğini, yazılanın da artık başka bir tür (melez bir anlatı) olarak algılanabileceğini göstermesi dikkate değerdir. Gene “Heba”da Hasan Ali Toptaş; romanı ölümsüz kılabilecek öğelere sadık kalıp, zamanın ruhunu anlatmada egemen bir söylem geliştirmesi insanın yazgısına, toplumlardaki derin yarılmaya bakışın dilini kurma çabası bu arayışın bir sonucudur.
Baricco’nun bozduğu roman biçimi/söylemi, ölümsüz dediğimiz edebiyatın/türlerin yeniden nasıl anonimleşebileceğini de göstermektedir bize. Küresel çağın dili kaçınılmaz olarak yeni bir edebiyatın dilini de kuracaktır. Roman bu adımı atmıştır. “Şiir ölüyor mu?” sorusunun yanıtı da biraz burada yatmaktadır sanırım. Bunu da bir sonraki yazıda irdeleyelim sevgili okurum.
(*) Düşler Boyunca Yaratmak, Octavio Paz; Çev.: Ahmet Cemal, 1990, Can Yay., 151 s.