Roman okurluğu neden gerekli?
Nermin Yıldırım’ın “Misafir” romanını okurken karşıma çıkan izlekler insana/yaşadığımız zamanın ruhuna dair birçok şeyi anlatıyordu. Romancının insan/toplum odaklı bakışı ister istemez onun yaşanan gerçekliklerin neden/niçinlerine bakmasını önceliyor.
Bizim “romansal hakikat” dediğimiz şeyin, aslında kurmaca dünyaya taşınanların özünü oluşturan her şeyin, insanın “ben” ve “öteki” serüveninden çıkıp geldiğini söylemeye bilmem gerek var mı?
Nermin Yıldırım’ın romancılığını yakın dönemdeki seminerlerime konu edinmemin çıkış noktası da aslında buydu: Yani “ben” ve “öteki” olma durumlarımız bir romancının dünyasında nasıl biçimleniyor...
Yıldırım, bunun gibi daha pek çok soruyu okuruna sorduran bir romancı.
Onun romanlarını okurken bir yandan klasik denilebilecek romanların akışkan seyrine çıkarsınız diğer yandan da irdelenen konunun/sorunun neden niçinlerini kendinizce sorgulamaya yönelirsiniz.
Roman, bir bakıma uyaran/gösterendir savını tümleyen bir bakışın romancısı olarak karşımıza çıkan Nermin Yıldırım, kendi kurduğu “romansal hakikat”in gösterdikleriyle insanı öne alır. Şunu yapar/sorar açıkçası: Neden birey olamıyoruz?
Kuşkusuz bunun reçeteyle yanıtını aramaz/göstermez romancı. Ama bu konu üzerine sizi düşündürür. Stendhal’in deyimiyle “ayna tutar”. O tuttuğu aynada görünenler önemlidir elbette.
İşte romancının tüm bunları görmesi /göstermesi bir yanıyla vicdan sorunudur, diğer yanıyla da nasıl roman yazacağı/yazmak istediğinin en temel sorunsalı.
Eğer başa dönersek, yani ilk modern/gerçekçi anlatı olarak Cervantes’in “Don Quijote”una bakarsak; oradaki romancının sesi aslında bize her şeyi anlatmaktadır.
Hatırlayalım o sesi dilerseniz:
“Aylak okur: Bu kitabın, zihnin, düşünülebilecek en güzel, en zarif, en akıllıca ürünü olmasını isterdim; buna yeminsiz inanabilirsin. Ancak, tabiat kanununa karşı çıkamadım; tabiatta her şey, benzerini doğurur. Benim kısır, gelişmemiş dehâm da, her türlü rahatsızlığın hâkim olduğu, her türlü hazin sesin duyulduğu bir hapishanede doğmuşçasına kuru, kırışık, maymun iştahlı ve çok çeşitli, kimsenin aklına gelmeyecek düşüncelere boğulmuş bir evlâttan başka ne doğurabilir?” (*)
O ses yalnızca okura değil, aslında roman yazmaya soyunan her anlatıcıyadır da.
Cervantes’ın o anlatıcı sesini duymadan, hissetmeden, hatta ezberinde tutmadan roman yazanlara, roman okumaya soyunanlara şaşarım!
Bu anlamda çağcıl bir ses olan Yıldırım’ın yazdıklarını önemsiyorum. Karşımıza “meselesi” olan bir romancı tutumuyla çıkarken, anlattıklarına döndürüp sizi düşündürüyor. Öyle ki, içinizdeki vicdan duygusunu uyarıyor, gözünüzdeki perdeleri aralatıyor. Ve size şunu da sormanın kapılarını açıyor: ne kadar “ben”siz, ve ne kadar da “öteki ben”...
Onun romanlarını dönüp bu bakışla okuduğunuzda toplumun giderek neden şizofrenik bir yapıya büründüğünü, çürüme ve yozlaşmanın kılcal damarlarının asıl nerelerden ağıp geldiğini derinden hissediyorsunuz.
Hatırlayın sadık orman okuyucusu Gonçarov’un “Oblomov”unu... Rus toplumunun giderek nasıl Oblomovlaştığını bu denli ironik biçimde anlatan bir romanın taşıdığı “hakikat”i... Gene hatırlayın Gogol’ün “Ölü Canlar”ının o hınzır, yaralı, “deli” Çiçikov’unu...
Evet, işte roman böyle bir şey; insanı anlatırken toplumu, toplumu yansıtırken de insanı anlatır.
Roman okuru olmak biraz da dünyaya, insana bakmaktır.
Nermin Yıldırım tüm bunlara yüzünüzü dönebilmek için iyi bir başlangıç olabilir sevgili okur.
(*) Cervantes, “Don Quijote”, Çev.: Roza Hakmen, 1996, YKY.