Terbiyesizleşme…

Yazar Ayşe Kulin geçtiğimiz günlerde bir TV röportajında çoğumuzun tanıklık ettiği ama nedense bir türlü dile getirmediği ya da dile getirme gereğini duymadığı bir olumsuzluğun altını çizerek TV’deki kimi programların giderek terbiyesizleştiğini söyledi.

Gerçekten de öyle… Hangi kanalda yayınlanırsa yayınlansın, programın içeriği ne olursa olsun çoğunlukla dizginlenemeyen ve de önüne geçilemeyen -ve de reyting nedeniyle geçilmek istenmeyen- terbiye kurallarının ihlali söz konusu. Herkes, kimi zaman hiçbir neden yokken birbirleriyle kavga ediyor. Kavga ederken de tıpkı yumrukların sayılmadığı gibi bir dizi sevimsiz kelimelerin, yani küfürlerin de ardı arkası kesilmiyor.

Daha önceleri sporda alıştığımız bu durum giderek bir salgın halinde çoğu TV programlarında karşımıza çıkmaya başladı. Yaşamdan bire alınmış araştırmacı ve de yargılayıcı bir konsepte sahip bilenen üçüncü sayfa programlar bu terbiyesizleşmenin şimdilik öncülüğünü üstlenmiş durumda.

Bu tür programların büyük bir kısmı katılanların çoğunlukla değil tümüyle birbirleriyle hesaplaşma halinde olduklarından aralarında kavga ve küfürleşme hiç eksik olmuyor. Bazen sansürlenen konuşmalar bizlerin duyduklarından daha büyük “bip”lenmeleriyle öne çıkıyor. Bu durumun yalnızca bu tür programlarda olduğunu söylemek de haksızlık sayılır. Toplumun yakından tanıyıp saygı duyduğu kimi hocalar, yazarlar, politikacılar vs de ilki kadar yoğun olmasa da bu akıma, yani terbiye kurallarını zorlayarak terbiyesizleşme furyasına ayak uydurmaktan geri kalmıyorlar. Hiç gereği yokken bir tanınmış akademisyenin aylardır birlikte program yaptığı aynı oranda tanınmış bir gazeteci/yazara “çok konuştun lan” diye hitap etmesi bunlardan yalnızca bir örnek.

Ancak bu durumun en ilginç sayılabilecek bir örneği ise, bir kadın gazetecinin kendi adına yayın yaptığı bir platformda kendisini sözlü olarak taciz eden kişilerin sözlerini aynen tekrar ederek ekranda vermesinde görülüyor. Kendisini taciz eden kişi ne söylemişse o da bunu aynen tekrarlamada bir sakınca görmüyor. Eleştirirken, kınarken, aynı hatayı kendisi yineliyor.

Yemek programlarından biri ise bu tür terbiyesizleşmenin baş yapıtlarından biri olacak nitelikte… Tüm yarışmacılar yemek yapmaktan çok, birleriyle hesaplaşmak için bir araya gelmiş gibi. Yemekten çok, hakaretler, aşağılamalar, didişmeler, kinayeli ve de kinayesiz belden aşağı vurmalar bu programın sanki formatı gibi. Kavgasız tek bir program olmuyor. Kötücül olmak için yarışmacılar adeta birbirleriyle yarışıyor. Kavga, aşağılama , ötekileştirme sanki bu programın ana konsepti gibi.

Ya diziler… Sanırım onların içerdiği kimi olumsuzlukları dile getirmek bu yazının boyutlarını çok aşar… Ancak birincilik ne yemek programlarında ne de gerçek yaşamdan alınmış sözüm ona sorun çözücü programlarda. İlk sırada Acun Ilıcalı’nın artık bir ekran klasiği olan Survivor’ında. Bu programda her bir şey var: Yarışma, heyecan, kavga, kıskançlık, haset, hüzün, iftira, dedikodu ve de kavga… Bu programın tüm fragmanları soluk kesici sahneler içeriyor. Tümünde kavga ve de şiddet var… Bu olayların tüm bedeli ise birkaç ödülden men edinme…Yani bir takım gençler kumda /sahilde top oyanken kavga etmeyi çok izlenen bir oyun haline getirmenin üstesinden başarıyla (!) geliyorlar.

Ancak bir gerçek daha var ki ekranlardaki bu terbiyesizleşme seyirci yitirmek şöyle dursun kimi programlara olduğundan daha fazla seyirci kazandırıyor, giderek o programların izlenebilir olmalarını da büyük ölçüde etkiliyor. Yani bizler toplum olarak bu tür programları nefes nefese izlemek zorunda kalıyoruz. Garip ama gerçek olan bu.

Elbette ki yaşamın içinde küfür de kavga da, şiddet de de var. Bunların yaşamda olduğu kadar gösterilmesinde de hiçbir sakınca yok. Bu yaştan sona ahlak koruyucu ya da sansürcülüğe soyunacak değiliz. Bu alandaki tüm yasaklara karşı olduğumuz ortadadır.

Ancak yaşamı yakalamak isterken kantarın topunu da kaçırmamak, ekranda bazı olay ve olguları asgari terbiye kurallarını zorlamadan da anlatmak mümkündür. Tıpkı sinemada olduğu gibi…