Yaklaşan yıkım karşısında siyasetimiz

Türkiye belki de tarihinin en büyük ekonomik krizine doğru koşar adım ilerliyor. Bir yanda artık çevrilemez hale gelmiş borç yükü, diğer yanda eldeki avuçtakini uluslararası tefecilere kaptırmış ve üretmediği için yerine yenisini koyamayan bir ülke. İş dünyasından ve çarşı pazardan gelen sinyaller sürekli ertelenen bunalımın bu kez kolay kolay atlatılamayacağını söylüyor. Özetle, on yedi yıllık yanlış ekonomi politikaları sonucu deniz bitmiştir; deniz bitmekle kalsa neyse, sıra memlekete gelmiştir.
Hepimiz biliyoruz, şiddetli ekonomik krizlerin ekonomi ile sınırlı kalmayan yıkıcı etkileri olur. İktisadi hayatta başlayan tıkanma dalga dalga başka alanlara yayılır. Toplumsal yaşam, siyaset, kültür, eğitim, adalet, iç güvenlik, ülke savunması gibi en kritik alanlar krizden nasibini alır.
Sıkıntılar, krizin erken dönemlerinde görece konforlu olan toplum kesimlerine ulaştıkça toplumsal çöküntünün önündeki bariyerler direncini yitirir. Toplum için “kötü” olduğunu kabul ettiğimiz her şey yükselişe geçer. İşsizlik, boşanmalar, bağımlılık, şiddet, fuhuş, mafya... aklınıza ne tür fenalık gelirse, krizin araladığı kapıdan toplumsal hayatın üzerine çullanır. Abarttığımı düşünenlere, Türkiye’nin ve dünyanın yakın tarihine bir göz atmalarını öneririm. Kapitalizmin tarihi, aslında bir bakıma krizlerin, aklı almaz boyutlardaki çöküşlerin de tarihidir.

SORUNUN KAYNAĞI ONUN ÇÖZÜMÜ OLAMAZ
Ekonomik krizi aşmanın biricik aracı siyasettir. Sorunun tespit edilmesi de reçetenin yazılması da, çoğu zaman uygulanması da siyaset kurumunun işidir. Fakat, Türkiye’de siyaset kurumu uzunca bir süredir ciddi zafiyet içindedir. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi, böylesi kriz anlarında ülkenin can simidi olan parlamentoyu işlevsiz bırakmış, devletin tepe noktasını geniş toplumsal kesimlerden izole etmiştir. Üstüne, FETÖ’nün siyasi ayağını oluşturan unsurlar hâlâ aktif haldedir. Bu iki sorunun üzerine bir de seçim sonuçlarını olgunlukla kabul etmeyenlerin başlattığı gerilim eklenmiştir.
Türkiye büyük krize doğru hızla ilerlerken muhalefet cephesi de pek umut vadetmemektedir. Bakın, Yeni Şafak’ın liberal-İslamcı yazarı Kemal Öztürk “Biz Ak Parti’nin fabrika ayarlarına dönmesini beklerken, CHP bu ayarları kullanmaya başladı. Son seçimde bunu çok net bir şekilde gördüm” diyor. Ülkeyi bu korkunç bunalıma sürükleyen zihniyet şimdi CHP’nin başını çektiği bir oluşumla küllerinden doğuyor. Oysa krizi yaratanlar krizin çözümü olamazlar. AKP krizden birinci derecede sorumludur. AKP’den CHP’ye tevarüs etmiş neo-liberalizmin takipçileri krizden birinci derecede sorumludur. Bunların yönetimindeki Türkiye, kriz karşısında çöker, sınırları ve bütünlüğü tehlikeye girer. Çünkü bu zihniyetin olmazsa olmaz iki parçası Amerikancılık ve HDP ittifakıdır.

ÜRETİM DEVRİMİ İÇİN MİLLİ HÜKÜMET
Hükümet, elindeki gücü ve parasal kaynakları kaybetmemek adına eski yönetim usulünde ısrar ederse bu yolun sonu felaket olur. Çünkü mevcut hükümet sistemimiz işleri kolaylaştırmıyor, aksine çözümsüzlüğe sürüklüyor. Bu tıkanmanın kangrene dönüşmemesinin tek yolu geniş tabanlı bir milli mutabakat hükümetidir. Bunun için önce parlamentonun aktif hale getirilmesi, sonra -ABD yanlısı terör örgütü HDP/PKK dışındaki- tüm partilerin katılımı ile bir milli hükümet kurulması gerekiyor. Bu hükümette sadece mecliste temsil edilen partiler değil, parlamento dışı partiler de yer almalıdır.
Körleşmiş siyasetimizin gözündeki perdeyi kaldırmak zorundayız. Siyasetin önde gelen unsurları Türkiye’nin temel sorununu göremiyorlar. Her siyasi görüşten seçmenin üzerinde mutabık kaldığı, ancak siyasilerin ajandalarında hep en arkaya düşen bu sorun Türkiye’nin üretim sorunudur. Artık yapısal hale gelmiş olan üretim sorunu, üç günlük geçici tedbirlerle çözülemez. Yeniden üreten bir ülke haline gelmemiz için uzun soluklu ve ciddi bir programa, adeta bir devrime ihtiyacımız var. Ve böylesi bir program, ancak sözünü ettiğimiz türde bir milli hükümet ile hayata geçirilebilir.