Hakkı Keskin

hakki@keskin.de

Son Yazıları

MHP Muhalefeti için tek seçenek yeni Merkez Parti

MHP muhalefetinin Bahçeli yönetimine karşı başlattığı haklı direniş, hukuk dışı yollara da başvurularak engellendiği yaygın bir kanı. Çok büyük bir coşku ve katılımla muhalifler tarafından 19 haziran 2016'da yapılan olağanüstü parti kurultayı, mahkeme tarafından iptal edilmişti. İptale karşı açılan dava 20 Haziran 2017'de, mahkemenin verdiği son kararla muhalifler aleyhine sonuçlandı. Öte yandan Bahçeli yönetimi partide muhalefet yanlısı il ve ilçe yöneticilerini görevden alarak, kurultaya seçilecek delegelerinin de, kendilerine oy verecekler arasından oluşması yönünde önlem almaya başladı. Böylece MHP tabanında büyük çoğunluğu bulunan muhalefetin, gelecekte yapılacak kurultayda da önü tamamen kesilmiş oluyor.Muhaliflerin aleyhine sonuçlanan ve taraflı olduğu belirtilen mahkeme kararlarının alınmasında, sayın Cumhurbaşkanının istediği rejim değişikliğine olanak sağlayan Bahçeli'ye destek olunduğu, kamuoyunda yaygın bir görüştür.Mahkeme kararları ve Bahçeli ekibi tarafından parti içi muhaliflere karşı alınan önlemler nedeniyle, artık yeni bir parti kurulması zorunlu duruma gelmiştir. "1200 arkadaşımla uzun süren görüşmeler yaptık. 20 Haziran'da görülecek davanın sonucu ne olursa olsun bu ülkeyi kurdun kuşun eline bırakmayacağız. Arkadaşlarımın yüzde 90'ı yeni bir oluşum kurulmasından yana" diyor Meral Akşener.TÜRKİYE'NİN MERKEZ-SAĞ PARTİ BOŞLUĞU DOLDURULABİLİRAKP'nin 16 yıldır tek başına iktidarda olabilmesinin asıl nedeni, Türkiye'de 2002`lerden günümüze Merkez-Sağ bir partinin olmamasından kaynaklanmaktadır. Böyle bir siyasi oluşum olmadığından ve AKP kuruluş yıllarında izlediği temkinli politikalarla bu kesimin oylarını da başarıyla alabildiğinden, AKP seçimleri kazanabilmiştir. Özellikle son sekiz-on yıldır AKP'nin demokrasi, hukuk devleti, yargı bağımsızlığı, laiklik, basın ve fikir özgürlüğü konularındaki baskıcı politikaları ve Türkiye'yi giderek yalnızlaştıran ve içinden çıkılamaz sorunlar yumağına götüren dış politikaları, eski DYP ve ANAP seçmeni kesimlerde de yoğunlaşan bir serzenişe ve huzursuzluğa neden olmaktadır. Bu seçmen kesiminde, onları kucaklayacak bir siyasi partiye artan ölçüde gereksinim olduğu açıkça görülmektedir. Atatürk ilkelerine bağlı, demokrasiye, hukukun üstünlüğüne, laikliğe, iyi komşuluk ilişkilerine dayalı bir dış politikaya özlem duyan ve aynı zamanda muhafazakarlığa (gelenekselliğe) ve de milli değerlere önem veren seçmen kesimlerini de kucaklayacak merkezde veya merkez-sağ'da odaklanan bir siyasi partiye büyük gereksinim olduğu inancındayım.

MHP'de parti yönetimi muhalefetin eline geçseydi bile, MHP'nin kuruluşundan bu yana savunduğu siyasi görüşleri ve var olan örgüt yapısıyla, özetlemeye çalıştığım bu merkez oyları kucaklayabilmesi çok zor olacaktı.Bu nedenle öncülüğünü Meral Akşener, Ümit Özdağ ve Sinan Ogan`in yaptığı muhalefet hareketinin, birlikte kuracaklarını umut ettiğim yeni siyasi parti, bir yandan MHP'de yenilikten yana olan seçmenlerle, Dünya görüşü olarak Merkez Sağ ideolojiye yakın olan seçmenleri, bir siyasi çatı altından birleştirebilir.YENİ BİR SİYASİ PARTİ TÜRKİYE'DE DENGELERİ DEĞİŞTİREBİLİRYukarıda özetlediğim siyasi yapıdaki yeni bir Merkez ya da Merkez-Sağ Parti, MHP'ye oy veren seçmenlerin çok büyük bir kesimini kazanacağı gibi, AKP'ye oy veren seçmenlerin de kanımca yüzde 10'nuna varan kesimini kazanabilme şansına sahiptir. Kuşkusuz bunun için, bu seçmen kesimine umut ve motivasyon verebilecek bir kadroya ve programa gereksinim vardır. Sayın Ümit Özdağ doğru bir tespitle: "Bizim için önemli olan ülkemizin karşı karşıya olduğu ağır sorunları çözecek bir program ve kadroyu oluşturabilmek." diyor.Fransa kamuoyunda iki yıl öncesine değin fazla tanınmayan Emmanuel Macron, Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazandıktan sonra, yeni kurduğu "En March" (Marş) partisi ile, Fransa Parlamentosunda tek başına çoğunluğu sağlayarak iktidarı ele geçirdi. Bunun en belirgin nedeni, halkın öteden beri iktidarı paylaşan siyasi partilere güvenini büyük oranda yitirmiş olmasıydı.İyi bir kadro ve ülke sorunlarına inandırıcı bir programla çözümler sunan yeni bir Merkez Sağ Partinin, çözüm beklenen ağır siyasi, ekonomik ve sosyal koşullar nedeniyle, seçimlerde çok önemli bir atılım yapması, neden mümkün olmasın. Böyle bir siyasi hareketin önümüzdeki milletvekili seçimlerinde yüzde 20'leri aşan oy potansiyeline sahip olabileceği inancındayım.CHP'nin de lider kadrosunda ve parti programında yapacağı yenilenmelerle, oyunu yüzde 30'lara yaklaştırabilmesi, Türkiye'nin günümüz koşullarında bana gerçekçi geliyor. Böylece TBMM'sinde yeni bir hükümeti oluşturabilecek bir koalisyonun ortaya çıkması kanımca olasıdır.Bu yeni siyasi perspektifle ve tüm hayır oylarını kucaklayabilecek bir anlayışla, 2018 belediye seçimlerinde ve 2019 Cumhurbaşkanı seçiminde, referandum sonrası ortaya çıkan son derece endişe veren gidişata son verilebilir. Türkiye'nin geleceği ana konumuz olunca, dar siyasi parti anlayışları ikinci plana itilebilmelidir kanımca.

Yazının Devamı

'Vatanım Sensin' film dizisinin öğrettikleri

Türkiye film yapımı alanında dünyada önde gelen ülkeler arasında yer almaktadır. Bazı dizilerin farklı ülkelerde, ilgiyle izlenilmekte olduğunu biliyoruz. Türkiye'de önemli bir kesim tarafından izlenen “Muhteşem Yüzyıl”, bazı diğer ülkelerde de, bu ülkelerin dilerine çevrilerek izlenen ve büyük ilgi gören film dizilerinden biriydi.Sezon finalini izlediğimiz “Vatanım Sensin” film dizisinin, seyircilerin çok büyük ilgisini gördüğünü biliyoruz. Türkiye'de kendi tarihimizin okullarda iyi öğretildiğini söylememiz gerçeklerle bağdaşmaz. Bu konuda yazılmış bir çok değerli eser olduğu halde, bunların da sınırlı bir kesim tarafından okunduğunu öğreniyoruz. Uzak Asya'dan, Afrika ve Latin Amerika'ya değin bir çok sömürge ülkenin bağımsızlıklarını sağlamalarında örnek olan ulusal kurtuluş savaşımızın ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu ve koşulları hakkında, gerekli bilgilerin okullarda tarih derslerinde öğretilmediğini de ne yazık ki biliyoruz.Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyet'in kuruluş felsefesiyle hesaplaşmayı adeta ana görevi yapana AKP hükümetlerinin, bilimsel verilere dayalı tarih bilgisini okullardan uzak tutmayı yeğlediklerini ve bu nedenle başta Atatürk'e, Zübeyde Hanım'a ve Cumhuriyet'in kuruluş değerlerine karşı yayınlara olanak sağladıklarını, yakından izliyoruz. Bu koşullarda geniş kitlelere doğruların gösterilmesinde ve anlatılmasında, sanatın en etkin biçimi olan film dizilerinin çok büyük etken olabileceği unutulmamalıdır.Evde bulunduğum perşembe akşamları “Vatanım Sensin” dizisini büyük bir ilgiyle izledim. Balkan Harbi dönemini ve İzmir'in, İngiltere'nin desteğiyle Yunanlılar tarafından işgal edildiği süreci, savaş ortamındaki yaşam koşullarını ve büyük aşk hikayelerini, büyük bir senaryo ve etkileyici oyun becerisiyle, bu film dizisinde izliyoruz. Muhteşem Yüzyıl'da Sultan Süleyman'ı canlandıran günümüzün en başarılı ve beğenilen oyuncularından Halit Ergenç ve Karadayı dizisinde başrol oynayan Bergüzar Korel çifti ve diğer değerli sanatçılar, insana bu tarihi olayları en etkileyici biçimde yaşatıyorlar. Senaryo yazımcılarının da filmi en ilgi çeken anında sonlandırıp, haftaya neler olacak beklentisiyle, kanımca dizinin sürekli olarak izlenmesini sağladılar.SANAT EN İYİ ÖĞRETİCİDİRDeniyor ki "Sanat eseri açıklamaz, öğretmez; ancak mesajını, sezdirme, çağrıştırma, hissettirme yoluyla aktararak insanı düşünmeye yöneltir." Kanımca bu film dizisi, işlediği konuları belki açıklamıyor, ancak gösterme, sezdirme, çağrıştırma, hissettirme yoluyla öğretiyor. Diziyi Osmanlı Devleti'nin çöküş süreci, Birinci Dünya Savaşı sonrası Türkiye'nin işgali, Mustafa Kemal`ın Ulusal Kurtuluş Savaşı'na başlama koşulları, padişahlık rejiminin tavrı ve Kuva-yi Milliye direniş hareketinin değerlendirilmesi bakımından son derece öğretici, ders verici buluyorum.İzmir'in Yunan ordusu tarafından işgali ve katliamlarda bulunmasının nasıl işleneceğini çok merak ediyordum. Gördüm ki İzmir yerlisi Türk ve Rum halkları arasındaki dostane ilişkiler, insanı duygulandıran bir biçimde işleniyor. Hatta Yunan ordusunun komutanı ve oğluyla, işgale karşı direnen hemşire rolündeki Azize (Bergüzer Korel) ve çocukları arasında iyi bir dostluk ve aşk olayı sahneleniyor. Böylece Türkiye tarihinin çok acılı bir dönemi bile, düşmanlık duyguları yaratılmadan başarıyla işlenebiliyor.VATAN SEVGİSİ VE KİŞİSEL İHTİRASLARA DAYANAN HAİNLİKDizide başrolü oynayan Cevdet ismiyle subay Halit Ergenç, Yunan işgal ordusuna sızarak, Türkiye'nin işgaline karşı koyan güçlere ve Mustafa Kemal hareketine yardımcı olmaya çalışıyor ve bu yönde büyük bir yurtseverlik örneği veriyor. Çok sevdiği eşi, annesi ve çocukları, onun bir ajan olarak Yunan ordusunda görev yaptığını bilmediğinden, onu vatan haini olarak görüyorlar. Kendisinin içinde bulunduğu inanılmaz ağır koşullara ve tehlikelere karşın, vatanın kurtuluşu için, her zorluğa göğüs geriyor. Mustafa Kemal'in yanında yer alarak, önce vatan kararlılığıyla üstlendiği görevi büyük bir gizlilik içersinde yerine getiriyor.Bunun tam aksi bir duruşu ise, İzmir'de padişahın emrinde hareket eden, kuva-yi milliyecilere karşı Yunan işgal gücüyle işbirliği yapan miralay rütbeli Osmanlı subayı Tevfik sergiliyor. Para hırsı ve çocukluk arkadaşının eşine sahip olmak için, İngiliz ajanıyla birlikte ülkesine karşı her türlü hainliği yapıyor.Yunan ordusunun işgal bölgesindeki tavrını izlemekle görevlendirilmiş olan bir İngiliz ajanının neleri başarabildiğine tanık oluyoruz. İngiltere, Mustafa Kemal'in Samsun'a çıkışından itibaren, bağımsızlık için mücadeleye girişen bu hareketin, işgal gücü İngiltere için en büyük tehdit olduğunu görerek, ona karşı bir dizi girişimde bulunuyor. Büyük yetkiyle donanmış bir İngiltere ajanı olan Charles, Kuva-yi Milliye güçlerine karşı Osmanlı Subayı Tevfik'i kullanarak ve para da dağıtarak, halkı Kuva-yi Milliye güçlerine karşı isyana kışkırtıyor. Şeyhülislam tarafından verilen fetvalarla, Mustafa Kemal'in ve Kuva-yi Milliyecilerin “padişah efendimize” karşı isyan ettikleri, dinsiz ve vatan haini oldukları İngiliz Ajanın direktifleriyle, padişah emrindeki subay Tevfik tarafından işlenerek isyanlar çıkartılıyor.Bir İngiltere ajanının neleri başarabildiğini bu dizide görünce, 1960'larden itibaren Türkiye'ye gönderilen çoğu ABD ajan oladuğu söylenen 1460 “barış gönüllüsünün”, Türkiye'nin ABD etkinlik alanına girmesinde, neden bu denli başarılı olabildiğini çok daha iyi anlamamızı sağlıyor. “Vatanım Sensin” Film dizisinin en geniş kesime ulaştırııması ve izlenmesinin sonderece yararlı olacağı inancındayım!Dini siyasi, ticari ve kişisel çıkarları için istismar etmeyen herkesin Ramazan Bayramı'nı kutluyorum.

Yazının Devamı

Adaletin temeli bağımsız yargı

CHP Milletvekili ve Gazeteci Enis Berberoğlu'na, MİT'e ait TIR'ların durdurulmasıyla ilgili görüntülere ilişkin davada 25 yıl hapis cezası verilerek, Berbaroğlu tutuklandı. Berberoğlu, adliye koridorunda yaptığı açıklamada "Olmadık bir işten böyle bir mağduriyet yarattılar. Bunu yaratanlar utansın" dedi. Kılıçdaroğlu: "Biz Türkiye'de kendi topraklarımızda bir dikta yönetimiyle karşı karşıyayız. Bıçak kemiğe dayandı artık. Yeter diyoruz. Bu ülkeye adalet ya gelecek ya gelecek. Eğer bir bedel ödemek gerekiyorsa o bedeli önce biz ödeyeceğiz. Bu ülkenin geleceği için hep beraber mücadele etmek zorundayız. Bu yürüyüşün bir siyasi partiyle ilgisi yok. Adalet, adalet, adalet. Biz dikta istemiyoruz, darbecileri istemiyoruz, 20 Temmuz darbesini yapanları istemiyoruz. Adaletin olmadığı bir ülkede yaşamak istemiyoruz. Her özgür gibi, her uygar ülke gibi kendi ülkemizde barış içinde yaşamak istiyoruz" açıklamasıyla, Ankara Güven Park'tan yanındaki coşkulu kalabalıkla 28 gün sürecek olan İstanbul Maltepe Cezaevine yürüyüşe koyuldu. CNN Türk’te “Ne Oluyor” programında Kılıçdaroğlu: "Hani derler ya sabır, sabır, sabır, artık sabredecek bir şey kalmadı. Türkiye elden gidiyor, adalet elden gidiyor, devletin çivisi çıkmış. Yapacağınız şey nedir toplumu uyandırmak, haksızlığın üzerine gitmektir. Bunu direnerek yapacaksınız" diyor. Bir diğer açıklamasında: "Ben yürüyeceğim arkadaşlar. İsteyen peşimden gelir. Arkamda bir kişi de 1 milyon kişi de 10 milyon kişi de olur. Bu güne kadar parlamentoda mücadele ettik ama hiçbir şey çözülmedi. Artık direniş zamanı. Adalet için mücadele edeceğiz" dedi.Kılıçdaroğlu ve CHP nihayet sözlü tepkilerin ve eleştirilerin Cumhurbaşkanı ve AKP yönetimi tarafından dikkate alınmadığını ve sonuç vermediğini, son on yıllık sürede fazlasıyla yaşayarak gördü. CHP artık siyasetin yürüyüş, protesto ve benzeri aktif etkinliklerle yapılmasının kaçınılmaz olduğunu anlamış olmalı. 16 Nisan referandumunda iki-buçuk milyon mühürsüz oyun geçerli sayılmasına, halktan gelen tepkilere Kılıçdaroğlu ne yazık ki destek olmadı. Oysa demokrasinin vazgeçilmezi olan adil seçim olanağının, Türk halkının ve Dünya'nın gözü önünde YSK tarafından yok edilmesine, demokrasinin en temel haklarından olan protestolarla karşılık verilmesi gerekli ve son derece önemliydi. Asla vazgeçilmemesi gereken temel ilke, protesto gösterilerinin ve yürüyüşlerin hiç bir kaba kuvvete baş vurmaksızın yapılmasıdır. Bu hakkın yok edilmesine CHP, diğer siyasi partiler ve sivil toplum kuruluşları asla izin vermemelidirler. Olağanüstühal yasasının, keyfi olarak terör ve darbe dışındaki tüm alanlarda da kullanılmasına, yani açıkça istismar edilmesine, muhalefetin direnmesi gerekir.Avrupa Parlamentosu Türkiye Raportörü Kati Piri: "Ana muhalefet milletvekili Berberoğlu'nun tutuklanmasından şoke oldum ve dehşete düştüm. Bunun ne hukukun üstünlüğü ne de adil yargılanmayla alakası var" açıklamasında bulundu. Bu olayın ve uzun yürüyüşün Dünya kamuoyunda çok geniş yankı bulacağı kesindir.EN TEMEL HAKLARDAN BİRİAnayasanın 34. maddesi "Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir. Toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı ancak milli güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlığın ve genel ahlakın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması amacıyla ve kanunla sınırlanabilir" diyor. AKP hükümetleri bu hakkın kullanılmasını, hiç bir yasal dayanak ve haklı gerekçe olmaksızın, olağanüstühal yasası öncesinde de tazyikli su, biber gazı ve polis coplarıyla engellemeye çalıştılar ve çoğu kez de engellediler. Anayasal hakların sürekli ihlaline artık dur demenin zamanı gelmiştir.Cumhurbaşkanı sayın Erdoğan'ın Trump'a yaptığı ziyarette, kendisine karşı Washington'da yapılan protesto göstericilerine, korumaları sopalarla saldırdı. Yaralananlar oldu. Bu konu ABD medyasında ve ilgili Kongre komisyonunda günlerce eleştiri konusu oldu. Cumhurbaşkanının artık ABD'ye sokulmamasını isteyen senatörler oldu. Medyada kendisine despot, diktatör, faşist gibi çok ağır hakaretlerde bulunuldu. Cumhurbaşkanına danışmanlık yapanlar, en azından Türkiye Washington büyükelçisinin, ABD'de protesto yürüyüşü ve gösterilerin en temel haklar arasında yer aldığını söylemeleri gerekirdi. Bilindiği gibi, başkan Trump'a karşı haftalarca bir çok protesto gösterisi yapıldı ve bunlar engellenmedi. Bu temel hak ve özgürlüğe Türkiye'de olduğu gibi, ABD'de de uyulmadığı için, Cumhurbaşkanının şahsında Türkiye'nin itibari büyük yara aldı.ADALETİN TEMELİ BAĞIMSIZ YARGIZamanın başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'a 2.8.2010 tarihinde yazdığım ikinci mektubumdan (bakinız: www.keskin.de başbakana mektuplar) birkaç cümleyi bu ilişkide hatırlatma gereği görüyorum."Sayın Başbakan, size ilk mektubumu 17 Nisan 2009'da yazmış, Türkiye'nin son derece kuşku veren kutuplaşmaya taşındığını, hükümetinizi eleştirenlere karşı değişik yöntemlerle baskı, korku, yıldırma, sindirme siyaseti güdüldüğünü ve çok sayıda aydın, gazeteci ve yazarın tutuklandığını (Ergenekon, Balyoz davaları), bu durumun Türkiye'de sosyal ve siyasal barışı yok etmekte olduğunu ve ülkemizin - sizin bile isteyemiceğiniz - çok tehlikeli bir çatışma ortamına sürüklenmekte olduğunu vurgulamıştım. (…) Türkiye'nin siyasi ve toplumsal olarak bu son derece gergin çatışma ortamına sürüklenmesinden, hiç kuşkusuz Başbakan olarak siz ve hükümetiniz sorumludur.(…) Çağdaş demokrasi ve hukuk devletinin vazgeçilemez koşulu, hatta ön koşulu, bağımsız yargı, özgür muhalefet, özgür basın, özerk üniversite ve de ülkenin ve devletin temel sorunlarının çözümünde uzlaşma kültürüdür.”

Yazının Devamı

Trump’ın İklim Anlaşmasından çıkma kararı

150 devlet ve hükümet başkanlarının katılımıyla, Paris’te 11 gün süren, Birleşmiş Milletler “Küresel Isınma ve Hava Kirliliği Konferansı” Aralık 2015’te yapıldı. Konferans’ta alınan kararların 195 ülke tarafından imzalanabilmesi 11 aylık bir sürede tamamlandı. Bu tarihi antlaşma 4 Kasım 2016’da büyük ve coşkulu bir kutlamayla yürürlüğe girdi. 1994 yılında Rio de Janerio’da kabul edilen dünya iklim genel hedeflerinde temel ilkeler üzerinde uzlaşmaya varılmış, ancak antlaşmanın imzalanabilmesi 20 yılı aşkın bir tartışma sürecini gerektirmişti.Paris antlaşmasıyla, küresel ısınmayı olası kısa sürede iki derece ile sınırlandırmak amaçlanıyor. Küresel ısınma, son yılların temposuyla devam ederse, yüzyıl sonunda bunun 5 dereceye çıkabileceği, eriyen buzulların bazı kıyı ve ada ülkelerini su altında bırakacağı, dünyanın bazı bölgelerinde aşırı kuraklığın orman yangınlarına ve çölleşmeye yol açarken, bazı bölgelerinde de sel felaketlerine neden olacağı, bilimsel araştırmalarla ortaya konuyor. Son yıllarda bu felaketlerin birçok ülkede aralıklarla yaşanmakta olduğu da görülmektedir.Küresel ısınmaya ve hava kirliliğine, sera gazı etkisi yaratan fosil yakıt (kömür, petrol, doğalgaz, bor) kullanımının neden olduğu biliniyor. Fosil yakıtların ise, dünya enerji kullanımının yüzde 90’ına ulaştığı belirtiliyor. Özellikle ABD, Çin, Hindistan ve Rusya’nın, küresel ısınmada çok büyük paylarının olduğu, her yıl yapılmakta olan Küresel İklim Zirve Toplantılarında, son olarak da Kopenhag’da, bu ülkelerin uzlaşmaya çekinceli yaklaştığı biliniyor.Ancak bilimsel araştırmalar, veriler ve küresel ısınmadan kaynaklanan felaketler, son yıllara değin antlaşmaya çekincelerini koyan ve fosil yakıtlarda en büyük payı olan Çin, ABD, Hindistan ve Rusya’nın da antlaşmayı artık kaçınılmaz görmelerine ve kabul etmelerine yol açtı.YENİLENEBİLİR ENERJİ ALTERNATİFİ

Küresel ısınmanın sınırlandırılabilmesi ve hava kirliliğinin azaltılmasının sağlanabilmesi için, çözümün yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanılmasında olduğu kanıtlanmış bulunuyor. Yenilenebilir enerji kaynaklarını güneş, rüzgar, deniz dalgası, jeotermaller (yeraltı suları) ve hidrolik enerjiler (nehirler) oluşturuyor. Özellikle güneş, rüzgar ve dalga enerji kaynakları, tükenme riski olmayan, iklimsel ısınmaya, hava kirliliğine yol açmayan ve dışa bağımlılığı gerektirmeyen, tükenmez ve temiz enerji kaynaklarıdır. Bu nedenle özellikle birçok Avrupa ülkesi, yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanılmasına büyük önem vermekte ve buna uygun teknolojileri geliştirmektedirler.AB’DE TRUMP’A DUYULAN KUŞKU KANITLANDIBilindiği gibi Trump seçim propagandasında “Önce Amerika” sloganıyla kendini tanıtmış ve dikkat çekmişti. Öte yandan da, diğer NATO ülkelerinin askeri harcamalara daha fazla pay ayırarak, ABD’nin bu alandaki yükünü hafifletmeleri gerektiğini istiyordu. Devlet ve hükümet başkanlarının katıldığı 25 Mayıs NATO zirve toplantısında, Trump NATO ülkesi üyelerin ağır silah alımına ve askeri harcamalara daha fazla pay ayırmasında ısrar etmiş ve diğer NATO ülkeleriyle ciddi bir sürtüşme sürecine girmişti. Suudi Arabistan’ın ABD’den 380 milyar dolarlık ağır silah satın almasını, bu Ortaçağ rejimini korumanın bedeli olarak anlamak gerekir.Trump ayrıca Çin Halk Cumhuriyeti ve Almanya’nın ABD karşısında ihracat fazlası bulunduğuna, bunun da önlenmesi gerektiğine vurgu yapıyor.Trump’ın bu ve benzeri çıkışlarından sonra, 195 ülke tarafından uzun bir görüşme ve tartışma süreci sonunda imzalanan “Paris Dünya İklimi Antlaşması”ndan ABD’nin ayrılmaya karar vermesi, başta Almanya, Fransa, İtalya, Hollanda, Belçika olmak üzere çoğu AB ülkesiyle ilişkilerin iyice gerilmesine neden oldu.Trump Dünya İklim Antlaşmasını yeni baştan görüşerek ABD yararına değişikliklerin yapılmasını istiyor. AB ülkeleri ise, uzun bir hazırlık ve tartışma süreci sonrası kabul edilen bu uluslararası antlaşmayı asla tartışmayacaklarına vurgu yapıyorlar. Merkel ilk defa, "Artık AB kendi yolunu seçer" anlamında bir tepki gösterme gereği duydu. Almanya’yı ziyaret eden Çin başbakanı Li Keqiang’dan da Paris Antlaşması’na, Çin Halk Cumhuriyeti’nin bağlı kalacağı güvencesini aldı. AB’de ülkelerinin çoğunda medyada Trump’a var olan eleştirilerin, bu son karardan sonra iyice yoğunlaştığını görüyoruz.AB GİDEREK BİR YOL AYIRIMINA YAKLAŞIYORAB tarafından, İkinci Dünya Savaşı sonrası başarıyla sürdürülen, soğuk savaş politikası ve Sovyetler-Rusya korkusu, AB ülkelerinde halk üzerindeki etkinliğini henüz tamamen kaybetmiş değil. İki Almanya’nın birleşmesi esnasında, Sovyetler Birliği’ne verilen güvencenin aksine, Sovyetler Birliği’nden ayrılan ülkeler NATO’ya alınarak, Rusya’nın batıdan ve hatta güneyden de kuşatılmasına kalkışıldı. Ukrayna ve Gürcistan’ın bile NATO’ya alınmak istenmesi, Rusya’nın bu iki ülkeye karşı atağa geçmesine yol açtı. Bu da Rusya’ya karşı öteden beri var olan kaygıları yeniden gündeme getirdi. Ayrıca ABD’nin, Hitler faşizminin yenilmesinde ve Almanya da dahil Batı-Avrupa ülkelerinin özgürleşmesindeki rolü halk tarafından unutulmamaktadır. Ancak giderek artan bir yaklaşımla, Rusya, Çin, Hindistan ile ilişkilerin çok yönlü geliştirilerek, halkın gerek duyduğu güvenliğin bu yoldan sağlanması eğilimi, siyasiler arasında daha belirgin hale geliyor. Trump’ın izlediği kışkırtmacı politikalar, bu yöndeki açılıma giderek daha fazla olanak sağlıyor.

Yazının Devamı

Rant politikası yeniden zeytinliklere dayandı

AKP hükümetleri, öteden beri kendi yakınlarına ranta dayalı zengin oluşturmayı adeta kural haline getirdi. AKP 16 yıllık iktidarları döneminde, Türkiye'nin tümüne yakın kamu iktisadı kuruluşlarını, yabancı ve yerli tekellere, gerçek değerlerinin çok altında satarak, 60 milyar dolar düzeyinde gelir sağladı. Bilmeliyiz ki, sadece bu parayla, övgüyle sözü edilen ve seçmenin de beğenisini kazanan yollar, köprüler, tüneller fazlasıyla yapılabilirdi. Son olarak, Duyun-i Umumiye benzeri bir “Varlık Fonu” projesiyle, devletin elinde kalan son varlıklar, dış borç alabilmenin aracı olarak kullanılmaya açıldı. Hatta büyük rantlar sağlayacak devlet arazileri de varlık fonuyla satışa sunuluyor.Şimdi de 7. yasa değişikliği önerisiyle, ulusal varlığımız olan zeytinliklerimiz gündemde. Amaç, zeytinlik alanların, kıyıların ve meraların, maden arama, sanayi tesisleri ve konut sektörüne açılmasını sağlayarak, yandaş çevreye yeni ve büyük bir rant olanağı sağlamaktır. Tarım sektöründe kendi, kendine yeterliliği olan Türkiye, 16 yıllık AKP hükümetlerinin izlediği yanlış ve dışa bağımlı tarım politikalarıyla, bir çok tarım ürününü artık ithal etmekte. Milyonlarca çiftçinin geçim kaynağı olan, ülkemizin zeytin ve zeytin yağı ihtiyacını karşılayan ve hatta Türkiye`ye ihracat olanağı sağlayan zeytinliklerin, tamamen rant amaçlı politikalarla büyük ölçüde yok edilmesi sözkonusu.AKP tarafından TBMM'ye getirilen tasarıya göre, “bir dekarlık alanda en az on beş kültür çeşidi veya yabani zeytin ağacı bulunmuyorsa, o alan zeytinlik alan vasfında sayılmayacak”. Bu öneri yoğun tepki nedeniyle geri çekildi. Ancak yine de bu konudaki son kararın valiliklere bağlı oluşturulacak kurul tarafından verilecek olması, zeytinlikler ve kıyılar üzerindeki tehlikenin sürmekte olduğunu göstermekte.EGE HALKI DİRENİŞE GEÇİYORBurhaniye Platformunun “Zeytinliklerimizde, tarım alanlarımısda katliama hayır!" sloganı altında Atatürk Meydanında yaptığı basın açıklamasına, değişik siyasi ve sivil toplum kuruluşu temsilcileri katıldı. Burhaniye Çevre Platformu sözcüsü Aydın Şensal'ın konuyu aydınlatıcı ve etkileyici konuşmasının büyük bölümünü, burada aynen yayınlama gereği duyuyorum. Açıklamasına HOMEROS'un güncelliğini koruyan kutsal zeytin ağacını konuşturmasıyla başlayan Şensal: “Herkese aitim ve kimseye ait değilim, siz gelmeden önce de buradaydım, siz gittikten sonra da burada olacağım.” “Zeytinimiz… Ekmeğimiz, aşımız, nefesimiz, geçim kaynağımız. Dağlarımızın, ovalarımızın süsü. Kutsal kitapların baş tacı…(...) Şifadır zeytin. Sadece gıda maddesi değil, aynı zamanda ilaçtır. İyileştirir yara bereyi. Bebeğin kremidir. Ülserin çaresi. Kanserin düşmanı… Tasarının yasalaşması halinde, yediği içtiği her şeyden zaten korku duyar hale gelen halkın sağlıklı gıdaya erişim hakkı da engellenecektir.(...)Zeytin, bizim altınımızdır. Edremit Körfezinde halkın yaklaşık yüzde 70’i zeytincikle geçinmektedir. Bunun yanı sıra, özellikle hasat zamanında mevsimlik zeytin işçisi olarak kırsal kesimden körfeze gelen işçi sayısı günde yaklaşık 10 bindir. Yasa tasarısının Meclis genel kurulundan geçip yasalaşması halinde yaşanacak zeytin katliamı sırf Edremit Körfezi’nde on binlerce kişiyi, ülke çapında ise milyonlarca insanımızı aşından ekmeğinden edecektir.Ülkemizde zeytinin yaygın olarak bulunduğu sahil bandı, aynı zamanda turizmin de hareketli olduğu kesimdir. Bu bölgelerde zeytinlik alanlarda yapılması muhtemel sanayi tesisleri bölgenin turizm potansiyelini kesinlikle olumsuz etkileyecektir. Burhaniye ovalarında, Sarımsaklı plajında, Akçay, Altınoluk Sahilinde bacalarında kara duman tüten fabrikaların, termik santrallerin gölgesinde turizmi düşünmek mümkün müdür?”İHRAÇ EDERKEN İTHALATÇI OLMAYALIM“Zeytinlik alanın tanımını değiştiren, zeytinliklerimizi termik santrale, toplu konuta, sanayi tesislerine, maden ve taş ocaklarına dönüştürüp zeytini ve zeytin üreticisini yok edecek olan yeni yasa tasarısından hepimiz zarar göreceğiz..(...) Bu nedenle geniş zeytinlikleri olduğunu bildiğimiz körfez belediyelerimiz olmak üzere, tüm zeytin üreticilerini, il ve ilçelerinin ziraat odalarını, zeytin üretici derneklerini, zeytincinin en büyük örgütü olan Tariş’i, sofrasından zeytin ve zeytinyağından vazgeçmeyen tüketiciyi, zeytinin gölgesine bile aşık olan sanatçı dostlarımızı Zeyfod’u kısacası herkesi bu tasarıya itiraz etmeye "Zeytinime dokunma" demeye davet ediyoruz.Saydığımız nedenlerle, ülkemizde zeytinin ve zeytinciliği ölüm fermanı olacak bu yasa tasarısının bir daha gündeme getirilmemek üzere, geri çekilmesini atılacak her adımda, planlanan her projede öncelikle halk sağlığının, çiftçinin, üreticinin ve ekolojik dengenin gözetilmesi gerektiğini bildiriyoruz.”Türkiye`yi derin yasa boğan şehitlerimizi saygıyla anarken, tüm yakınlarına ve Türk halkına başsağlığı diliyorum!

Yazının Devamı

'İnsan onur ve haysiyeti dokunulmazdır'

Almanya Anayasasının 1. Maddesinin 1. Fıkrası aynen şöyledir. "İnsan onur ve haysiyeti dokunulmazdır. Tüm devlet erki ona saygı göstermek ve onu korumakla yükümlüdür." Son günlerde tanığı olduğumuz üç konu, beni derinden etkiledi ve sarstı. Bu nedenle bu üç konuyu irdelemek isterim. İlki, FETÖ darbe girişimi ana davasında sanıkların mahkemeye getirilişi ve adeta organize edilmiş seyircilerin, sanıklara idam urganı atmaları ve ağır hakaretlerde bulunmaları olayı. Bu ilkel uygulama, insan onur ve haysiyetiyle asla bağdaşmayacağı gibi, engin ve görkemli bir devlet geleneği olan ülkemize de yakışmamaktadır. Ayrıca bu yöntem demokrasi, hukuk devleti ve bağımsız yargıyla da asla bağdaşmamaktadır. Çağımızın iletişim koşullarında Dünyanın neresinde olursa olsun, bu tür olaylar basında, son derece olumsuz ve geniş yankı bulacaktır. Bu olay Türkiye'nin Dünya'daki itibarına ve saygınlığına verilebilecek en büyük zarardır. Bu uygulamayı yapanların ve yaptıranların derhal görevden uzaklaştırılmaları ve sorgulanmaları gerekir.Aklıma hemen Hitler Almanya'sı geldi. "Schauprozess" (= göstermelik duruşma), denen kitleler üzerinde propaganda amaçlı bu tür davalarla, önceden verilmiş olan mahkeme kararlarına kamuoyunu hazırlamak amacı güder. Bu tür mahkemelerin yasalara uygun ve adil olmayacağı, hatta verilecek cezaların önceden belirlenmiş olduğu kanısı yaygındır.83 yaşındaki İlhan Selçuk ve daha bir çok yurtseverin gecenin yarısında yataktan kaldırılarak, kapı önünde hazırlanmış TV kanalarının çekimleri esnasında alıp götürülmeleri yüzkarası uygulamaları, asla unutmayacağım. Türkiye bu ilkel, çağdışı görüntüleri hak etmiyor. Aydınlık gazetesinin FETÖ sanıklarına yapılan bu durum nedeniyle "Yargıyı idam etmeyin" manşet haberi, büyük anlam taşıyor. Bu yöntemlerle yapılacak yargılamaya ve verilecek kararlara gerçekte gölge düşürülmüş olmaktadır. SÖZCÜ'YE YAPILAN FETÖ SUÇLAMASI BÜYÜK AYIPTIRİkinci konu, sözcü gazetesine yapılan FETÖ suçlamasıdır. Sözcü gazetesini 2010 yılından bu yana her gün okuyan birisiyim. Bu gazetede ben bir kere olsun Gülen hareketini onaylayan, destekleyen veya öven habere ve yazıya rastlamadım. Tam aksine, yıllardır FETÖ olayını eleştiren, sorgulayan haberleri ve özellikle de köşe yazılarını büyük bir ilgiyle ve beğeniyle okumaktayım. Sözcü gazetesini, öteden beri karşısında olduğu ve kararlılıkla eleştirdiği FETÖ hareketiyle ilişkilendirmek, olsa, olsa bir akıl tutulmasıdır. Sözcü Gazetesi, Atatürk ilkelerini kararlılıkla savunan ve Türkiye'nin en çok okunan yayın organlarından biridir. Gerçekleri ödünsüz yazan saygın köşe yazarlarının görevlerini beğeniyle yerine getirdiği bu gazete, eleştirel yazıları nedeniyle hükümeti çoktandır rahatsız ediyor. Yıllardır tanığı olduğumuz gibi, AKP yandaş olmayan medyaya tahammül edemiyor ve akıl almaz yöntemlere başvurarak, hükümeti eleştiren medyayı, baskılar, cezalar ve düzmece iddialarla susturmaya çalışıyor. Türkiye, Dünya'da en fazla gazetecilerin tutuklu olduğu ülke ayıbından ivedi olarak kurtulması gerekirken, aksine yeni baskılarla, gerçekleri yazarak ayakta kalabilen az sayıda basın kurumunun da susturulmak isteniyor olması, Türkiye'nin demokratik ülkelerdeki saygınlığına yeni bir darbe hareketidir. Muhalefeti ve eleştirel yayın organları tamamen susturulmuş Türkiye'de, demokrasiden söz edilebilir mi? İşte bu nedenle hükümetin, Sözcü'den ve para cezalarıyla baskı oluşturarak susturulmak istenen tüm eleştirel basın yayın kurumlarından elini ivedi olarak çekmesi gerekir.AÇLIK GREVİ EN MASUMANE BİR DİRENİŞTİRDeniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın idamını önlemek için, başkanı olduğum Almanya Türk Öğrenci Federasyonu olarak on kadar arkadaşımla birlikte Berlin'de 1972 Nisan sonunda açlık grevi yapmaya başladık. Konuyu basın konferansıyla kamuoyuna duyurduk. Medya konuya geniş yer verdi. Tanınmış bir kaç Alman profesörde bu açlık grevine katıldılar. Amacımız Alman devletinin devreye girerek, bu idamların önlenmesine yardımcı olmasıydı. Medyada geniş yankı uyandıran bu açlık grevimiz nedeniyle, Sosyal Demokrat Cumhurbaşkanı olan Gustav Heinemann, Türkiye nezdinde girişimlerde bulunarak, bu idamların önlenmesine çalıştı. Ne var ki bu üç fidanın idam kararı çok önceden kesinleşmişti. Bizim bu konuda yapabileceğimiz en etkin protesto buydu. Cumhurbaşkanı devreye girince 6 gün sonra açlık grevimizi sonlandırdık.Üçüncü konu, akademisyen Nuriye Gülmen ve öğretmen Semih Özakça, işlerine geri dönmek amacıyla başlattıkları açlık grevinin, 77. gününde, polis zoruyla ve daha sonra da tutuklanarak engellenmişidir. Kendilerini 22 Mayıs günü Ankara Yüksel caddesinde ben de ziyaret etmek istedim. Yolu çevreleyen çok sayıda polis buna izin vermedi. Kaba kuvvetten tamamen uzak, son derece masumane bu açlık grevinin, bu yöntemle engellenmesini, anlamak olası değildir. Oğluyla birlikte dayanışmaya gelen 65 yaşındaki Kezban hanımın, polis tarafından yerlerde sürüklenmesi, insan onur ve haysiyetini ayaklar altına alan bir davranıştır. Yılmaz Özdil'in "Cennet anaların ayakları altındadır, Türkiye'de analar ayaklar altındadır" yazısını okumanızı öneririm. "Hukukumuzu, demokrasimizi, cumhuriyetimizi kaybettiğimizi sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. İnsanlığını kaybetti bu ülke. İnsanlıktan çıktı." Diyor Özdil. Türkiye bu üç güncel örnekte yaşadığımız durumu asla hak etmiyor. Türkiye'yi bu durumdan yine Türk halkı, demokrasiye sahip çıkarak kurtaracaktır. Buna inancım tamdır!

Yazının Devamı

Muhalefet partilerinin parlamenter demokrasiyi savunma görevi

Şaibeli 16 Nisan referandumunun yasal boyutu henüz sonuçlanmadı. CHP, Vatan Partisi ve bireyler tarafından Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde (AİHM) açılan davaların sonuçları, büyük önem taşıyor. Seçimlerde hile yapıldığının AGIT önraporundan sonra, AIHM tarafından da tasdik edilmesi, başkanlık sisteminin legitimasyonuna (yasalara) uygun olmayışına ilişkin tartışmanın sürmesine yeni ivme kazandıracaktır. Şaibeli referandumun, Yüksek Seçim Kurulu tarafından sergilenen sonucu onaylanmamalıdır. Bu haksızlık üzerinde kararlılıkla durulması, referandumda hayır oyu veren ve bu yönde büyük çaba gösterenlerin ileriye yönelik motivasyonunu daha da güçlendirecektir. Bu amaçla yapılacak çalışmalarda öncelikle hayır oyuna destek veren siyasi partiler, sivil toplum kuruluşları ve hatta gönüllü çalışanlar, 2019 Cumhurbaşkanı seçimlerine dayanışma ve yakın diyalog içersinde hazırlanmalı ve oluşan birlikteliklerini daha da pekiştirmelidirler. ANA MUHALEFET PARTİSİ CHP'NİN SORUMLULUĞUCHP demokrasiye önem veren parti anlayışı ve geleneği gereği, parti içi tartışma ve eleştirilere açık olmalıdır. Parti Genel Başkanı ve veya yönetimine yapılan eleştiri ve uyarıların CHP'ye dinamizm getireceğine, özellikle gençlerin partiye ilgi duymalarına ve giderek bir kesiminin de üye olmalarına yol açacağına inanıyorum. Eleştiri ve uyarılara kapalı, üyelerin parti yararına görüşlerini açıklayamadığı, tepeden gelen emirlerin tartışılamadığı bir CHP, savunduğu Sosyal Demokrat çizgide olamayacağı gibi, üyelerden gelen dinamizmi engelleyen bir konumda kalır. AKP hükümetlerinin ülkeyi çok yönlü çıkmaza sürüklemiş olmasına karşın, CHP oylarının yüzde 25 düzeyini aşamamsının en belirgin nedeni kanımca budur. Ayrıca CHP'nin,Türkiye'nin karşı karşıya getirildiği bir dizi sorunlar yumağına ilişkin olarak, seçmenlerin yeterince dikkatini çekebilecek ve onayını sağlayabilecek çözüm önerilerinin zamanında kamuoyuna aktarılamayışı da büyük etken olagelmiştir.Seçim sonuçlarının kanıtladığı gibi, bu durumdan tabii ki öncelikle Genel Başkan ve yakın çalışma arkadaşları sorumlu tutulmaktadır. Daha öncede yazmıştım, Türkiye'de beklenen başarıyı gösteremeyen liderlerin istifa etme kültürü henüz gelişmedi. Oysa tüm Batı-Avrupa ülkelerinde, seçimde amaçlanan sonucu alamıyan parti başkanları, kendiliklerinden istifa ederler. Böylece partinin önü açılır, yeni bir lider ve ekibiyle seçmenlerin güvenini yeniden sağlama yolları denenir. Bu politikaların olumlu sonuç verdiği, örnekleriyle kanıtlanmıştır.CHP'de sayın Baykal tarafından başlatılan ve sayın İnce'nin de sürdürdüğü Kurultaya gidilmesi, gerekli kararların ivedi olarak alınması ve yeni bir Genel Başkan ve ekibinin seçilmesi önerileri, kanımca ertelenemez önemdedir. MHP MUHALAFETİNE DÜŞEN BÜYÜK GÖREVMHP'de Sayın Meral Akşener, Sinan Oğan, Ümit Özdağ ve Koray Aydın önderliğinde yürütülen başarılı muhalefet hareketi, hükümet destekli MHP Parti yönetimi tarafından engellenmeye çalışılıyor. Görünen o ki, Bahçeli yönetimi partide tabanındaki desteğini büyük ölçüde yitirmiş bulunuyor. MHP'li seçmenlerin referandumda verdikleri oy durumu da bunu gösteriyor. MHP Parti muhalefeti günümüze değin doğru bir strateji izleyerek, milliyetçi seçmenlerin yanısıra, AKP'ye kaymış olan eski ANAP ve Demokrat Partili merkez sağ seçmen oylarını da kazanmaya çalışıyor. Bu hareket başarılı olursa, AKP oylarından yüzde 8-10 düzeyinde bir oy potansiyelin koparak bu yeni siyasi oluşuma katılabileceği umudu, hayalcı olarak görülmemelidir. Erdoğan'ın ve AKP'nin politikalarına artık karşı olan bu orandaki bir seçmen kesiminin, iyi kadrolu bir merkez sağ partide yer alabilmesi, kanımca mümkündür. CHP'de daha etkin bir Genel Başkanın ve kadronun yönetime gelmesiyle, oy potansiyelini yüzde 30'lara doğru yükseltmesi, günümüz koşullarında pekala olasıdır. Böylece CHP ve Yeni Merkez Sağ hareketinin (bu MHP muhalefetinin yönetimine gelmesi veya yeni bir siyasi oluşum olarak ortaya çıkmasıyla da olabilir!) Büyük Millet Meclisinde çoğunluğu sağlayabilmesi neden olmasın?ORTAK BİR CUMHURBAŞKANI ADAYI ÜZERİNDE ANLAŞAMA ZORUNLULUĞU Başkanlık sisteminin Türkiye bakımından nedenli büyük sorunları beraberinde getireceği, referandum sürecinde hayır kampanyasını etkin olarak sürdüren farklı siyasi liderler, sivil toplum kuruluşları ve gönüllüler tarafından ayrıntılarıyla açıklandı.Türkiye 2019 Cumhurbaşkanı seçiminde, Cumhuriyetin, parlamenter demokrasinin ve hukuk devletinin geleceği bakımından son şansını kullanacaktır. Bu nedenle artık ertelenemez, tarihi bir sürecin son seçimi yaşanacaktır. Bu nedenle 2019 Cumhurbaşkanı seçiminde, gerçekte yüzde 55'lere varan hayır oyu verenlerin, içtenlikle destekleyebilecekleri ortak bir Cumhurbaşkanı adayının bulunması gerekiyor. Üzerinde titizlikle çalışılması gereken önümüzdeki en önemli görev budur. 19 MAYIS GENÇLİK VE SPOR BAYRAMIMIZIN, CUMHURİYET KARŞITLARI TARAFINDAN ENGELLENME KARARLARINI ŞİDDETLE KINAR, GENÇLERİMİZE ARMAĞAN EDİLENE BU ULUSAL BAYRAMIMIZI YÜREKTEN KUTLARIM! Yazının Devamı

Referandumdaki şaibeli sonuç kabul edilemez

Türk halkının referandumda gösterdiği takdir edilmesi gereken seçim iradesi, Yüksek Seçim Kurulu tarafından gasp edilmiştir. Sayısının 2.500.000 olduğu söylenen mühürsüz oyların, mevcut seçim yasasına aykırı olarak “Evet” oylarına geçerli sayılmasıyla, referandum açıkça şaibeli olmuştur. Türk halkının milli iradesi derinden zedelenmiş ve Dünya Kamuoyunda Türkiye’nin itibarı derin yara almıştır.Bu referandumda Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceğinin nasıl şekilleneceğine karar verilmiştir. Tek adam rejimini öngören bu anayasa değişikliğinin ayrıntıları aylarca bir çok yazar tarafından çok yönlü olarak değerlendirilmiştir. Ben de köşemdeki dört yazımla konuyu irdeledim. Türkiye demokrasisi, hukuk devleti, yargı bağımsızlığı, insan hak ve özgürlükleri için, 16 Nisan Referandumu’nda “Evet” çıkmasının, ne denli büyük ve kaygı verici sonuçlar getireceğı açıklanmıştır. Türkiye’nin geleceğine ilişkin son derece önemli bir konuda, “Atı alan Üsküdar’ı geçti” deyimine uyarcasına, olan oldu, sonuca katlanacağız yaklaşımını kabul etmek olası değildir. Vakit kaybetmeksizin ve bugünden başlayarak 2019 Cumhurbaşkanlığı seçimine tüm yünleriyle hazırlanmak, çoğulcu demokrasi, laik ve sosyal hukuk devleti ilkelerini savunan her yurtseverin ana görevi olmalıdır. Kuşkusuz bu mücadele asla kaba kuvvete başvurmadan ve sınırlı koşullarda da olsa demokratik yollardan verilmelidir. BAYKAL’IN ÖNERİLERİ DEĞERLENDİRİLMELİ Sayın Deniz Baykal engin deneyimi olan, ulusal çıkarlardan ödün vermeyen, Türkiye’de gerçek bir demokrasi, daha doğrusu sosyal demokrasi için kararlılıkla uğraşan, Türkiye’nin kuruluş felsefesine ve Atatürk ilkelerine bağlı değerli bir politikacımızdır. Son olarak Türkiye’yi bulunduğu demokrasi düzeyinden tamamen uzaklaştırmayı amaçlayan anayasa değişikliği ve referanduma karşı, Mecliste ve Türkiye’nin bir çok yerinde yaptığı tarihi konuşmalarını yakından izledik.Deniz Baykal’ın 1 Mayıs akşamı CNN Türk programında yaptığı açıklamaları ilgiyle ve dikkatle izledim. Baykal özetle, CHP’nin 2019 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde büyük bir sorumlulukla, hayır oyu verenlerin onayını ve desteğini alabilecek bir adayın, CHP başkanı olarak seçilmesini öneriyor. Bu kişinin Erdoğan’a karşı aday olarak, partiden alacağı tam yetkiyle hayır oyu verenleri ve daha da geniş bir seçmen kesiminin desteğini almaya ve bu kesimleri ikna etmeye çalışması gerekir.Bu adayın daha baştan seçilmesi durumunda, yapılan anayasa değişikliğiyle Cumhurbaşkanına tanınan yetkileri kullanmayacağını ve parlamenter demokrasiye yeniden dönüleceği güvencesini ve CHP başkanlığından derhal istifa ederek, tarafsız Cumhurbaşkanı kimliğiyle görevini yapacağını, seçmenlere açıklaması gerekir, diyor sayın Baykal.Kanımca Cumhurbaşkanı adayının, CHP genel başkanı olarak mı, yoksa “Hayır” oyu veren partiler, sivil toplum kuruluşları ve gönüllü kesimlerle yapılacak görüşmeler sonunda, üzerinde anlaşılabilecek güçlü bir ortak adayın olması mı daha doğru bir yöntem olur konusu üzerinde titizlikle durulması son derece önemlidir.Böylece ayrıştırmaya karşı yeni bir siyasi kültürle, toplumu kucaklayan, birleştiren ve toplumsal barışı sağlayacak bir anlayış uygulanır olmalıdır.Bu anlayış ve yaklaşım asla terör örgütleri PKK, PYD, IŞİD ve FETÖ’ye ödün verilmesi anlamına gelmez, gelmemelidir. Kürt halkının belli bir kesiminde ve HDP’de de, PKK’ya verilen desteğin veya PKK`nın terör eylemleri karşısında sesiz kalınmasının, artık ivedi olarak sonlandırılması yönünde uyarılarda bulunmak, bizlerin de görevi olmalıdır. Türkiye’de barış, uzlaşma ve birlikteliğin ancak terörün sonlanmasıyla ve üniter devlet yapısına bağlı kalınarak sağlanabileceği ısrarla anlatılmalıdır. MUHALAFETİN ASLİ GÖREVİ HÜKÜMETİ UYARMAK Vatan Partisini destekleyen veya ona sempatiyle bakanlar arasında da giderek yoğunlaşan kanı, parti başkanının Erdoğan ve AKP’den daha çok CHP’yi eleştirmekte olduğu yönündedir. Sayın Perinçek 2 Mayıs tarihli yazısında, “Vatan savaşını hiçbir zaman anlamayan CHP, ne yazık ki PKK ve FETÖ artıklarına siper oldu. CHP; HDP’nin ve vatansız solcuların çatı örgütü haline gelmekte ve milleti karşısına almaktadır” diyor. Sayın başkanımın bu değerlendirmesine katılamıyorum ve siyaseten de doğru bulmuyorum. CHP’nin PKK ve FETÖ’ya siper olduğu veya bu terör yuvalarını koruduğu son derece ağır ve kanımca doğru da olmayan bir suçlamadır. Bir kitle partisi olan CHP’de bir kaç kişinin böyle bir eğilimi kuşkusuz olabilir ve vardır da. Ancak CHP yönetiminin bu konulardaki tavrı açıktır ve terörün her çeşidine karşı olunduğu sürekli olarak vurgulanmaktadır.Ben de CHP’de eleştirilecek siyasi tavırların ve yanlış politikaların olduğu kanısındayım. Örnek olarak, Yunanistan tarafından işgal edilen Ege Adaları, Ermeni Soykırım iddiaları ve Kıbrıs konularında CHP yönetiminin suskunluğunu anlamak ve kabul etmek olası değildir.CHP’yi bu ve benzeri konularda uyarmak ve eleştirmek gerekli ve hatta yararlıdır da. CHP`ye oldukça sık yapılan yukardaki eleştiriler bir yana, Erdoğan ve AKP’nin Türkiye’yi çok yönlü büyük bir çıkmaza sürüklediği politikalar konusunda, daha temkinli ve suskun kalınması da, anlaşılır ve kabul edilir bir yaklaşım değildir.Türkiye’de parti liderlerini gerektiğinde uyarmayı ve eleştirebilmeyi, Türkiye’nin siyaset kültürüne önemli bir katkı olarak görüyorum. Sayın Perinçek`in bu anlayışı ve erdemliği gösterdiğine daha önce de tanık oldum. Yazının Devamı

AKPM'nin Türkiye'yi denetleme kararı

Türkiye'nin 1949 yılında kurucu üyeler arasında bulunduğu Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi'nin (AKPM) 47 üyesi vardır. Ülkelerin nüfuslarına orantılı olarak milli meclislerden seçilen parlamenterler, siyasi görüşlerine göre bulundukları, muhafazakar, sosyalist, liberal, çevreci, milliyetçi siyasi guruplarda ülkelerini temsil ederler. AKPM'nin 318 Milletvekili bulunmaktadır. Almanya Parlamentosu milletvekili olarak ben de büyük bir ilgiyle ve zevkle bu çok renkli Parlamento'da 2005-2009 yıllarında görevde bulundum.AKPM'nin kuruluş amacı "insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğünü desteklemek" olarak tanımlanıyor. Bu nedenle AKPM, üye ülkelerdeki demokrasi, insan hakları, yargı bağımsızlığı, düşünce ve basın özgürlüğü gibi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin temel değerlerini oluşturan konulardaki uygulamaları denetler. Üye ülkelerde parlamento seçimlerinin demokratik ilkelere bağlı olarak ve özgür ortamda yapılıp yapılmadığını kontrol için, seçimlere gözlemci gönderilir. Gerektiğinde üye ülkelere uygulamalardaki aksaklıklara ilişkin uyarılarda bulunur. Uyarılar ve eleştiriler yerine getirilmediğinde de Konsey üyesi ülke denetime, yani doğrudan kontrol altına alınır. AKP hükümetleri, tüm uyarılara karşın yukarda belirtilen demokrasi kurallarına uymadıkları için, Türkiye 25 Nisan 2017 tarihinde yeniden denetime alınmıştır. Benim de tanığı olduğum bu uyarılara AKPM 2008-2009 yıllarında başlamıştı. Ancak bildiğimiz gibi AKP hükümetleri, giderek artan bir hızla demokrasi, insan hakları, yargı bağımsızlığı, düşünce ve basın özgürlüğünden uzaklaşmıştır. Türkiye tutuklu gazeteciler bakımından Dünya birincisi konumuna gelmiştir. Muhalif basın ve yazarları sürekli kovuşturma ve baskı görmektedir. Tutuklu milletvekilleri olan Konsey'in tek üyesidir Türkiye. Yargının artan düzeyde hükümetin güdümüne girdiği de görülmektedir. TÜRKİYE BU ONUR KIRICI DURUMDAN İVEDİLİKLE KURTULMALI 'Türkiye'de Demokratik Kurumların İşleyişi' konulu oturumda, Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi Genel Kurulu'ndaki oylamada, 45'e karşı 113 oyla Türkiye siyasi denetime alındı. Siyasi denetim, yürütme organı olan bakanlar kurulunun, yasama organı, yani Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından denetlenmesi demektir. Kararda özellikle 2015 darbe girişiminden sonra ilan edilen ve üç kez uzatılan olağanüstü hâl (OHAL) yasalarının, uygulanışı, keyfi biçimde insan hak ve özgürlüklerinin kısıtlanması eleştiriliyor ve Türkiye'de demokratik kurumların işleyişinin büyük ölçüde bozulduğu belirtiliyor. AKPM'de onaylanan bu karar ile, Türkiye ile iş birliğinin sürmesi için bu önerilerin yerine getirilmesi gerektiği vurgulanıyor.Bu kararı 'Türkiye düşmanı çevrelerin operasyonu' veya 'Türkiye'ye karşı yeni haçlı seferi' olarak nitelendirmek, referandumda HAYIR diyenleri PKK ve FETÖ darbecileriyle aynı kefeye koymanın benzeri çok ağır bir suçlamadır. Hükümetlerin demokrasi karşıtı uygulamalarını eleştirenleri, büyük bir çoğunlukla alınan bu kararı, Türkiye düşmanları operasyonu olarak kategorize etmek, son derece yanlış ve tehlikelidir. Türkiye'yi giderek daha da büyük bir yalnızlığa sürükler. Türkiye neredeyse tüm komşu ülkeleriyle bozulmuş olan ilişkilerini, şimdi de Batı Avrupa ülkeleriyle giderek gergin ve hatta kopma noktasına taşımaktan kararlılıkla kaçınmalıdır. Böyle bir anlayış ve dış politika, Türkiye'nin siyasi, ekonomik, ticari ve turizm ilişkilerine, kolay kolay onarımı mümkün olamayan zararlar verebilecektir. YANLIŞ POLİTİKALARDAN DÖNME ZAMANI ÇOKTAN GELMİŞTİR Sayın Cumhurbaşkanı ve AKP yöneticileri, kendilerinin bile inandığını sanmadığım yukarıdaki söylemlerle, Türk halkını etkileme ve yönlendirme politikalarını sürdürmektedirler. Bir süredir benzer söylemlerle, Almanya, Hollanda, Avusturya, Belçika ve son olarak da AKPM örneğinde de yaşadığımız gibi, son derece yanlış bir politika izlenmektedir. Avrupa`da siyaset günlük, ani ve kızgın politikalara dayanmaz. Uzun süreli hesaplarla ve zamanı geldiğinde gerekli tavrı sergileyerek politikalar yapılır. Siz Almanya ve Hollanda'ya Nazi, Faşist, Avrupa'ya Haçlı zihniyeti suçlaması yaparsanız, bu tür çok ağır ve dayanaksız suçlamalar tabii ki kabul edilmez ve bunun bedeli bilinmelidir ki ağır olur. Yaşadığımız elektronik çağda, Dünyanın neresinde, ne gibi olay olduğunu anında farklı kanallardan izleyebilir durumdayız artık. Türkiye'deki referandumu izlemek için Avrupa Güvenliği ve İşbirliği Teşkilatı (AGIT/OSCE) ve Avrupa Konseyi tarafından gözlemci heyetler gönderildi. Bu görevde dört ülkede ben de bulundum. Seçimlerin demokratik kurallara uygun olarak özgür bir ortamda yapılıp yapılmadığı, seçim yapılan ülkelerin bir çok bölgesinde milletvekilleri tarafından izlenir, not alınır. Seçim öncesi ve sonrası değerlendirme yapılır. Heyet başkanları sağlanan verilere dayanarak, değerlendirmelerini basın konferanslarıyla kamu oyuyla paylaşırlar. Türkiye kamuoyunda referandumun hile ile kazanıldığı ve YSK tarafından yasalara aykırı olarak mühürsüz oyların evet olarak sayıldığı ve böylece şaibeli bir sonucun ortaya çıktığı, yaygın bir olgudur. Bu kanıya AGIT gözlemcileri de tabii ki varmışlardır. Türk seçmenine yapılan bu onur kırıcı haksızlığa karşı, CHP'nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine (AİHM) gitme kararı, çok doğru ve vazgeçilemez bir görevdir, haktır. Yılmaz Özdil'in AHİM yazısı bu konuya ışık tutmaktadır. Yazının Devamı

Söz Millet olarak yarın oyumuzla hepimizde

Yarın Türkiye Cumhuriyeti için tarihi bir gün olacaktır. Mutlaka vermemiz gereken oylarımızla, Türkiye'nin nasıl bir geleceği olacağına karar vereceğiz. Bu oylamada Türk Milleti, kendi iradesine, elinde bulunan karar yetkisine sahip mi çıkacak, yoksa bu iradesini ve Türkiye'ye ilişkin tüm karar yetkilerini tek kişiye mi teslim edecek. Özetle yarın bunu oylayacağız. Bu oylama, evet diyenlerin iddia ettiği gibi, bir seçim süresi için verilen karar değildir. Bu referandumla öngörülen rejim değişikliği, gelecek nesiller içinde doğrudan bağlayıcı olacaktır. Bir kişinin tüm kararları vermesini öngören rejim değişikliği, bu kişinin eline verilen kontrolsüz ve denetimsiz yetkiler ve parti başkanı olarak da milletvekilleri üzerindeki karar yetkisi nedeniyle, uzun bir sürede değişemeyecektir. Cumhurbaşkanı başdanışmanı Karatepe'nin "Uygularız 3-5 sene, baktık olmuyor, Meclis kararı değiştirir“ açıklaması, seçmeni bilerek aldatmayı amaçlamaktadır. Bu sistemi savunanlar seçmeni baştan beri, bu tür söylemlerle aldatmayı istemektedirler. Çünkü partili olan Cumhurbaşkanına verilen sınırsız yetkiler, canla başla savunulan bu sistemin değişmesine asla olanak vermeyecektir. Yalan yanlış ve uydurma söylemlerle, yüzlerce yurtsevere karşı Ergenekon ve Balyoz davaları yürütülmedi mi? Ülkede terörün biteceği söylemleriyle PKK ile çözüm süreci görüşmeleri yapılmadı mı? Övgülerle savunulan Gülen hareketinin tüm devlet kurumlarında etkin olmasına, 2010 referandumuyla da yargıyı ele geçirmesine ve 2016 darbe girişiminde bulunmasına neden olunmadı mı? Tamamen asılsız ve yanlış söylemlerle komşu ülkemiz Suriye'ye karşı başlatılan savaşla, Türkiye'nin içinden çıkamayacağı bir bataklığa sürülmesine neden olunmadı mı?Bu örneklerle de kanıtlandığı gibi, bugünde yine gerçek dışı ve seçmeni aldatmayı amaçlayan söylemlerin hiç bir inandırıcılığı yoktur. Seçmenler yakın geçmişteki benzer aldatıcı söylemlerden çıkaracağı dersle, bu tür görüşlere artık asla inanmamalıdır.TÜRK HALKI YARIN DÜNYA'YA SAYGINLIĞINI KANITLAYACAKTIR Birçok ülkede, özellikle de demokrasi, hukuk devleti, basın ve fikir özgürlüğünden yana olan Batı Avrupa ülkelerinde kamuoyu, Türkiye'deki referandumu çok yakından izlemektedir. Referandumda HAYIR'ı savunanlara yapılan engellemeleri ve hatta zamam zaman baskıcı uygulamaları yaşayarak görüyoruz. Dünya'daki seçimlere gözlemci olarak katılan "Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı" (AGİT/ OSCE)'nın Türkiye!deki Referandum sürecini yakından izleyen gözlemci yetkilisinin yaptığı açıklamada, bu baskılardan ve eşit olmayan koşullarda yapılan seçim çalışmalarından söz etmektedir.Türk Milleti eşit olamayan bu seçim koşullarına karşın, kendi milli iradesine sahip çıkarak, demokrasiden yana ve tek kişiye dayalı otoriter bir rejime karşı karar vermesi, Türk halkına duyulan saygı ve sempatiyi çok büyük ölçüde olumlu etkileyecektir.TOPLUMSAL HUZUR, BARIŞ VE UZLAŞMA İÇİN HAYIR DİYECEĞİZ DEMELİYİZ Türkiye'de halk son on yılda, olabildiğince ayrıştırıldı ve kutuplaştırıldı. Toplum benden olan olmayan diye adeta ikiye bölündü. Tırmanan gergin ortam, kişisel davranışlara yansımakta, kadına şiddetin ve sokakta bile kaba kuvvetin artmasına yol açmaktadır. Bu aşamada Türkiye'nin en büyük gereksinimi, bu ayrışmanın ve aşırı toplumsal gerginliğin ivedi olarak giderilmesidir. Bunun reçetesi, toplumsal huzuru, barışı, toplumsal uzlaşmayı ve farklı görüş ve düşüncelere karşı hoşgörüyü yeniden oluşturacak politikalara dönülmesidir.Oylamadan HAYIR çıkması hiç kuşkusuz, toplumu rahatlatacak, halkın yarısında duyulan büyük endişe ve kuşkuların, ayrışmanın ve kutuplaşmanın hızla azalmasını sağlayacaktır. Uzlaşma kültürünün yeniden Türkiye'nin gündemine gelmesine olanak verecektir. İnanıyorum ki böyle bir sonuç, EVET oyu verenleri de büyük ölçüde rahatlatacaktır. Onlarında akrabası, arkadaşı ve komşularıyla yeniden ön yargısız ve sürtüşmesiz ilişkilerine katkı sağlayacaktır.Türkiye'de halk huzur istiyor. Bunun için toplumda asgari müştereklerde uzlaşmaya, karşılıklı anlayışa gereksinim vardır. Toplumsal huzurun sağlandığı siyasi ortamda ancak, Türkiye'nin ivedi çözüm bekleyen sorunları giderilebilir. Türkiye artan ekonomik krizle ve sonu alınamayan terörle karşı karşıyadır. Tüm komşu ülkelerle bozulan ve Batı Avrupa ülkeleriyle gergin bir konuma gelen ilişkilerinin yeniden düzelmesi de, ancak böyle bir siyasi ortamda olasıdır.İşte bu nedenle Türkiye`de toplumsal huzur ve barış için; ertelenemez hale gelmiş olan sorunların çözümü için, demokrasi ve hukuk devletine sahip çıkmamız için, dış politikamızın yeniden "Yurrta Barış Dünya`da Barış" çizgisine gelmesi için, Türkiye'nin ve Türk halkının uygar Dünyada yeniden saygın yerini alabilmesi için hep birlikte, komşularımız ve arkadaşlarımızla HAYIR OYUMUZU kullanmalıyız. Bu oyumuzun Türkiye için kalıcı hayırlara yol açacağına inanıyorum!Önay Alpago'nun çok doğru tespitiyle, 16 Nisanda seçmenler tarihe ya pişman ya da kahraman olarak geçeceklerdir. Yazının Devamı

Siyasiler de aldanır ve aldatılırlar!

Herkes gibi siyaset yapanlar da tabii ki aldanabilir ve aldatılabilirler. Cumhurbaşkanı Erdoğan konuşmasında “Siyasi hayatımda ne aldanan oldum ne aldatan oldum” diyor. Son derece iddialı bu söyleme neden gerek duyuldu, bunu irdelemek gerekir. Ancak sayın Erdoğan 1994 yılında İstanbul Belediye Başkanı, sonra AKP başkanı, Başbakan ve Cumhurbaşkanı oldu. Önemli siyasi sorumluluk taşıdığı 23 yıldan söz ediyor sayın Erdoğan. Yanılmanın sözlük anlamı; tanımayarak veya niteliğini iyi anlamayarak başkasını veya işe yaramayanı seçmek, sonucunu düşünmeyerek yanlış bir harekette bulunmak veya yanlış bir karar vermektir.

Cumhurbaşkanı 25 Mayıs 2015’te, Harp Akademilerinde yaptığı konuşma da, “Ergenekon ve Balyoz operasyonlarındaki subay tutuklamalarında şahsım başta olmak üzere, tüm ülke yanlış yönlendirildi, aldatıldı” açıklamasında bulundu.

Yazının Devamı

Almanyalı seçmenlere çağrı

Sevgili Seçmenler, Değerli Arkadaşlarım,27 Mart ve 9 Nisan 2017 tarihleri arasında yurt dışında bulunan biz Türkler, oy vermeye başladık. Bu herhangi bir siyasi partiyi tercih etme oylaması değildir. Bu bir anayasa değişikliği de değildir. Bu defa oylarımızla, Türkiye'nin geleceğini, kaderini belirleyecek olan ve değişmesi artık uzun süre mümkün olmayan devlet şeklini ve yapısını oyluyoruz.Bir cümleyle özetlersek: 80 milyon insanın ve Türkiye'nin kaderini bir kişinin iradesine mi teslim edeceğiz, yoksa Türk halkı, kendi millet iradesine sahip çıkarak, bundan böyle de Türkiye Büyük Millet Meclisi ve onun seçeceği hükümet tarafından mı yönetilecek?Milletin kaderini, geleceğini ve karar yetkisini tek kişiye teslim etmek isteyenler, bu oylamada evet oyu verecektir. Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir diyenlerse, HAYIR oyu vereceklerdir.Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan günümüze, yönetilme tercihini kararlılıkla millet iradesinden yana yapmıştır. Şu andaki anayasa dahil, her zaman "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" ilkesi geçerli ve bağlayıcı olmuştur. Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurul Salonun`da, bu değişmez şiar yer almaktadır. Ulusal Kurtuluş Savaşımızdan bu yana her zaman milletin kendisi, egemenliğin ve kendini yönetecek gücün kaynağı olmuştur. Bu gücün yönetildiği yer Meclis'tir. Bu yetki hiç bir zaman tek kişiye verilmemiştir, verilmemelidir.Türkiye, anayasasıyla aynı zamanda bir medeniyet tercihi yapmıştır. Anayasanın 2. Maddesi "Türkiye Cumhuriyeti, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir" diyerek, devlet şeklini hem de değişmez temel ilke olarak belirtmektedir.Tek kişinin tüm kararları vereceği devlet demokratik ve hukuk devleti olamaz. KUVVETLER AYRILIĞINI KALDIRIYORDemokrasilerin asla vazgeçemeyecekleri temel ilke kuvvetler ayrılığıdır. Yani yasama (meclis), yürütme (hükümet) ve yargının (mahkemelerin) birbirinden ayrı ve karşılıklı kontrol edilebilir olması gerekir. Meclisin başlıca görevi yasalara ve devlet bütçesine karar vermektir. Bütçenin ve yasaların hükümet tarafından uygulanıp uygulanmadığını denetlemektir. Yargının görevi ise, Meclis'ten çıkan yasaların ve hükümet uygulamalarının anayasaya uygun olup olmadığını kontrol etmektir. Bağımsız olması gereken mahkemeler ise aynı zamanda, vatandaşın haklarını devlet organları karşısında savunmakla yükümlüdürler.Referanduma götürülen Başkanlık Rejimi, bu kuvvetler ayrılığını uygulamada ortadan kaldırıyor. Tüm yetkiyi yürütmeye ve yürütmede de tek kişiye, yani başkana veriyor. Meclis'in asli yetkileri, yasaları ve bütçeyi yapma ve onaylama yetkisi başkana devrediliyor. Devlet bütçesinin nerede ve nasıl harcandığını kontrol eden Sayıştay'ın bu yetkisi de elinden alınıyor. Başbakanlık ve hükümet kaldırıldığından, Meclis'in başbakanı seçme yetkisi de elinden alınıyor.Anayasa Mahkemesinin 15 üyesinin 12`sini başkan belirliyor. Hakimler Savcılar Yüksek Kurulununsa 13 üyesinden 6`sını başkan doğrudan belirlerken, 7`sini başkanın partisinin çoğunlukta olduğu Meclis seçiyor. Böylece yargı da tamamen başkanım emrine girmiş oluyor.Açıkca görüldüğü gibi, demokrasinin ve hukuk devletinin ön koşulu, vazgeçilemezi olan kuvvetler ayrılığı, başkanlık sistemiyle gerçekte ortadan kalkıyor. Böylece tüm yetkiler tek kişide, başkanda toplanıyor. Üstelik Başkanı denetleyecek, kontrol edecek, yanlış kararların almasını ve uygulamasını önleyecek bir denetim ve kontrol mekanizması bile bulunmuyor.Başkan isterse Türkiye'yi yasa hükmündeki kararnamelerle yönetebilecek. İsterse Ordunun başkomutanı olarak savaş bile açabilecektir. Hiçbir demokratik ülkede buna benzer bir başkanlık sistemi yoktur.YAŞAM KOŞULLARIMIZ BUNA BAĞLISevgili Seçmenler, on yıllarca Hamburg ve Almanya Türk Toplumu Başkanı, Hamburg ve Almanya Parlamentosu Milletvekili olarak buradaki haklarınız için ve sizlere yapılan haksızlıklara karşı uğraş vermiş birisi olarak sizlere sesleniyorum. Bu günlerde yurt dışında başkanlık rejimiyle, Türkiye'nin geleceğini ve kaderini oyluyoruz. Bu sistem tabii ki yurt dışındaki Türkleri de yakından ilgilendiriyor. Yaşadığımız ülkelerde bizlere verilen değer, Türkiye'de demokrasinin, laikliğin, sosyal ve hukuk devletinin var oluşuna bağlıdır. Bizim buradaki yaşam koşullarımız, Türkiye'nin Almanya, Hollanda, İsviçre, Avusturya ve Türklerin yaşadığı diğer ülkelerle iyi ve dostane ilişkiler kurup kurmadığına bağlıdır. Son haftalarda gerilen Türkiye-Almanya ilişkileri nedeniyle, bizlere karşı esen rüzgarları hissetmekteyiz. Başkanlık sistemi gelirse, yani parlamenter demokrasi yerine tek kişilik yönetime geçilirse, bu rüzgarlar çok daha sert esecektir. Bundan emin olabilirsiniz.Bu nedenle lütfen oyunuzu kullanınız! Oyunuzu lütfen parlamenter demokrasi, hukuk devletinden ve toplumsal barıştan yana kullanınız! Yazının Devamı

Giderek eski komünist ülkelere benzeyen medya politikası

10 gazetenin aynı günde aynı manşetle yayınlanması inanılır gibi değil, ama gerçek. Sözcü fotoğraflarıyla bu gazeteleri gözler önüne serdi. Avrupa ülkelerine suçlamalarını sürdüren Cumhurbaşkanı, “Maskeli balo bitti” söylediği konuşmasını evet 10 gazete aynı manşetten veriyor (21.3.2017). İster istemez tüm bu gazetelerin yayın yöneticilerinin sanki bir yerden yönlendirildiği akla geliyor. Kendine özgü yayın politikası izleyen gazetecilere ve medya patronlarına yapılan baskılar bilinmektedir. Kanal D`de yoğun ilgiyle izlenen “Vatanım Sensin” yayın saatinde, Cumhurbaşkanıyla uzun bir söyleşinin yapılması da sonderece manidardır. Özgür yayın yapabilmek için, yayın işi dışında ticari işlere girilmemesi gerekir. Bunun güzel örneklerini de, tüm ağır koşullara karşın, Türkiye yaşamaktadır.

Yazılı basın böyleyken, görsel basın geri kalır mı? Cumhurbaşkanı veya başbakanın neredeyse her günkü konuşmalarını, bir dizi televizyon kanalı canlı olarak yayınlıyor. Ayrıca haberlerde de konuşmaların özeti tekrarlanıyor. Bu konuşmaları dinleyenlerde, sıkça duyuyorum, bıkkınlık ve hatta tepki oluşuyor, ya kanal değiştiriliyor ya da TV kapatılıyor.

Yazının Devamı

Dış politika iç politikaya alet edilirse onarımı zor sonuçlar doğar

Almanya, Hollanda, Avusturya, Danimarka ile başlayan kriz, Avrupa Birliği ile ilişkileri kopma noktasına getirdi. “Komşularla sıfır sorun” ile başlayan dış politika, Türkiye’yi içinden çıkılamaz Ortadoğu’nun sorunlar yumağına sürükledi. Şimdi de Avrupa Birliği ülkeleriyle giderek kopma noktasına doğru tırmandırılan bir krize taşınıyor.

Türkiye’nin onuru ve saygınlığı, Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze, askeri darbe yıllarında bile, bu denli yaralanmadı. Çünkü dış politikanın rotası, başka ülkelerin iç işlerine karışmamak ve “Yurtta barış dünyada barış” ilkesine dayanıyordu. Hangi ülke olursa olsun, ilişkilerde her zaman “göz hizası siyaseti” ve diplomasının temel kuralı olan karşılıklı saygı ilkesine bağlı kalınıyordu. İç siyasi hesaplar ve beklentiler, asla dış siyasete taşınmıyor ve alet edilmiyordu. Hatta Erdoğan ve partisi AKP bile bu politikaya yanılmıyorsam on yıl öncesine değin bağlı kaldı.

Yazının Devamı

Almanya-Türkiye ilişkileri ve Erdoğan’ın Nazi benzetmesi

Cumhurbaşkanı sayın Erdoğan’ın bazı açıklamaları karşısında hayretler içinde kalmamak olası değil. Kuşkusuz Cumhurbaşkanı, Dünya’daki tüm diğer politikacılar gibi, her konuda yeterince bilgi sahibi olmayabilir, değildir de. Bu nedenle de üst düzey sorumluluk taşıyan politikacıların, değişik alanlarda uzmanlığı olan danışmanları vardır. Özellikle de konu dış politikaya ilişkinse, çok daha büyük duyarlılık ve özen gösteriler. Ülkesine zarar vermemek amacıyla, sorumluluk duyan her siyasetçinin kanımca böyle davranması gerekir.

Almanya ile son derece gergin bir sütüşme ortamına girilmiştir. Genelde Almanya siyasileri, Türkiye’deki siyasi tartışmaların Almanya’ya taşınmasından öteden beri rahatsızlar. Kuşkusuz bakanların Almanya’daki toplantılara katılmalarının engellenmesi eleştirilebilir, kabulde edilemez.

Yazının Devamı

Boğazdaki hasta adam’ (Kranker Mann am Bosporus)

‘Osmanlı İmparatorluğunun çöküş döneminde “Boğazdaki hasta adam” (Mann am Bosporus) ımı yapılırdı. Federal Parlamento tarafından haftalık yayınlanan Parlamento gazetesi, 27 Şubat 2017 tarihli sayısında aynı manşeti kullanıyor.

Cumhuriyet tarihimizde bu bir ilk. sayfalık gazetenin ve 46 sayfalık ekinin tamamı sadece Türkiye’ye ayrılmış bulunuyor. Neredeyse tüm medya’nın eleştirel olarak konusu Türkiye ve Erdoğan. İşte Türkiye’mizin getirildiği günümüzdeki durumu bu.

Yazının Devamı