Son Yazıları

Amerika’yı yeniden keşfetmek

Maçlardan sonra, teknik direktörlerin takıma vermiş olduğu teknik ve taktiği eleştirme gibi bir alışkanlığım yok. Ancak, onların maç sonrası sıcağı sıcağına verdikleri saçma sapan demeçlere eleştiri yaparım. Biraz olsun bu işin içinden geldim. Bakın Fenerbahçe’nin anlı şanlı milyon avroları verdiğimiz Portekizli teknik adam maçtan sonra ne söylüyor: “Futbol zannettiğiniz gibi bir oyun değildir.” Peki nedir? Anlat da herkes öğrensin. “Yüksek skorlu maçlar, gücü göstermez. Rakibe pozisyon vermeden kazanmak gücü gösteri” diyor. Allah Allah, galiba adam Amerika’yı yeniden keşfetmiş. Bu sözleri ile Pereira kendini alim, alemi cahil yerine koyuyor. Onlardan ülkemizde çok gördük. Eller üstünde gelip, giderken arkalarından teneke çalındığını biliriz.Peki aynı düşünceyi rakip takımlar da düşünüyorsa o zaman ne olacak? Sanırım hangi sistemi kullanırsan kullan bazı şartların, özellikle de rastlantıların da yardım etmesi gerekir. Çünkü futbolda her zaman iki artı iki dört etmiyor. Pereira’ya şunu hatırlatmak lazım. Fenerbahçe’nin bu günkü durumunu istenileni veremeyen kötü futbolunu sadece futbolculara bağlaması da doğru değil. Maç üzerinde bir takım şartların da olması gerekiyor. Gerçek olan bir şey varsa bu kadar büyük transfer ücretleri ödemek suretiyle güçlendiğini zannettiğimiz Fenerbahçe’nin antrenörü ya da teknik direktörü olmasa da bundan değişik oynamaz... Deneyimlerime dayanarak söylüyorum. Bunları da bırakın, bir zamanlar, zorunluluktan dolayı Fenerbahçe’yi krampon tamircisi bile çalıştırdı ve şampiyon oldu. 1946’da F.Bahçe’yi efsane takım haline getiren Molnar’ın hiç futbol oynamadığını bilir misiniz? Böyle gerçekler olduğu için Pereira’nın ya da diğer teknik direktörlerin sözlerine pek inanmak içimden gelmiyor. Ama şuna da inanıyorum ki nasıl ki bir sınıfa öğretmen gerekirse bir takıma da teknik direktör gerekir. Eğer teknik direktör, takımla birlikte bütünleşerek çalışırsa başarı kaçınılmaz olur. Ferdi olarak sadece antrenörün başarısından söz edilemez. Zaman zaman söyleyip dururum. Aslında “ben yaptım” “ben ettim” demeyi pek sevmiyorum. İnsanın kendisinin kendi yaptıklarını söylemesi evvel ezel güzel gelmez kulağıma. Bu sözcükler biraz despotik. Bu şekilde konuşmak devletin üst kademesindeki insanlara özgüdür. Ama ben futbolda çok eski olduğum için bazı sportif olaylar için bunlardan söze etmeden geçemiyorum. Bu yaşanmışlıkları anlatacak pek kimse kalmadı. İşte ben de bazen,belki örnek olur diye yazıyorum. Yıl 1963-1964. Fenerbahçe antrenörü Kokotoviç, ben de teknik direktörüm. Hatta o sıralarda teknik direktörlük diplomam bile yok. Göreve geldiğimde, Fenerbahçe, Beşiktaş’tan 7 puan gerideydi. Baktım ki antrenör saçma sapan olaylar yapıyor. İlk deplasmanda Ankara’ya giderken yolda kendisini görevden aldım. Gerekliydi. Çünkü o antrenörle şampiyon olunamazdı. Ben antrenörlüğü de yüklendim. Futbolu bırakalı 13-14 sene olduğu halde top ayakkabılarını giydim, takımı çalıştırdım. Takım şampiyon oldu. Buna rağmen ben şampiyon yaptım demedim ama Fenerbahçe tarihine genç takımdan yetişip de antrenör ve teknik direktör olan ilk futbolcu unvanını almıştım.İstediğimizi göklere istemediğimizi yerin dibineFenerbahçe Kayserispor kupa maçı çok heyecanlı geçti. Sanki İngiltere’de kupa finali oynanıyormuş gibiydi. Taraftarlar hop oturup, hop kalktılar. 120 dakika sonunda Fenerbahçe Diego’nun golüyle 1-0 kazandı. Aslında iki takımı ve onların oyununu karşılaştırdığımızda pek fark yok gibiydi. Başa baş oynadılar. Skor değil ama iki takımın dengesi çok ilginçti. Oysa, Fenerbahçe’nin yapmış olduğu astronomik transfer rakamları ile Kayserispor’un yapmış olduğu transfer rakamları mukayese dahi edilmez. Fenerbahçe’nin evrensel boyutta bir kadrosu var. Ne olursa olsun Türkiye’de artık Anadolu takımları var. Bu durum, Türk Futbolu adına sevindirici bir gelişme. Zaman zaman Anadolu takımları ile ilgili görüşlerimi sizlerle bu köşemde paylaşıyor ve bundan da büyük mutluluk duyuyorum. Van Persie, dünyanın en büyük futbolcularından biri. Ama geldiği günden beri bir türlü yedek kulübesinden kurtulamadı. Bu durumdan kendisi de hoşnut değil aslında. Arada yedek olarak oynadığı maçlar da oldu. Ancak, neredeyse lig bitecek ama böylesine klas bir futbolcu çoğunlukla yedek kulübesinde. Nadir görülen bir durum. Olaya objektif bir biçimde bakarsak, Van Persie rahatlığı seviyor gibi görünüyor. Servetine servet kattı. Primleri de alıyor. Niye sahaya girip riske girsin ki?. Persie konusunda düşüncem şuydu. Persie, Fenerbahçe’de tek santrafor olamazdı Çünkü Anadolu takımlarında çok sert oynayan futbolcular var. Onların yakın markajından kurtulmak çok zor. Bu nedenle Fenerbahçe çift santrafor oynamalı. Bunlardan bir tanesi güçlü, kuvvetli ve delici olmalı. Onun sayesinde rahat toplar gelir ve 2. santrafor gole çevirir. Ben hiç ümidimi kırmadım bu konuda.Ama düşüncem yanlış çıktı. 2. devrede Fernandao ile Persie sanki düet yaptılar ve bu taktikle önüne rahat toplar düştü ama maalesef gole çeviremediler. Bence Van Persie’nin kredisi çok yüksek. Taraftarımız kendisini çok seviyor ve daha fazla performans bekliyor. Yazılarımı takip edenler bilir, benim bir başka tespitim de vardır. Bizler birilerini istediğimiz zaman göklere çıkartırız, istemediğimiz zaman da yerin dibine indiririz. Bunu da unutmayalım.

Yazının Devamı

Kutsal rekabet değil kutsal kan davası

Fenerbahçe-Galatasaray rekabeti asırlıktır. Ulusal savaş yıllarından başlar. Bu nedenle de bu rekabetin adı kutsal rekabettir. Aslında yaygın kullanımı ile “ezeli rekabet” de diyebiliriz. Aslında hep söylerim, iki kulüp de birbirlerinin varlık nedenidir. Biri olmazsa diğeri olmaz. Türk futboluna renk veren takımlardır. Saha dışında dosttular, arkadaştılar birbirlerini severlerdi ama bir o kadar da rakiptiler sahada. Biz futbolcular olarak, kahvede, eğlence yerlerinde, haftanın bir çok günü beraber olur, hafta sonunda yapılacak maçlara aynı vasıtalarla giderdik. Beraber kamp yaptığımız da olurdu. Maç oynanmadan önce iki kulübün başkanları birbirine şans dilerlerdi. Bu paralelde iki takımın taraftarının rekabeti de maç esnasında kalır o da aşık ozanların birbirleri ile atışması gibi sadece kafiyeli sloganlarla sınırlı kalırdı. Şiddet mi? O zaman için o nedir ki?Profesyonellik geldikten sonra kulüplere sermaye güçleri hakim oldu. İçerde ve dışarıda birbirleri ile mücadeleye başladılar. Taraftarların da rekabeti şekil değiştirdi. Artık arkadaşlık, dostluk maziye karışmıştı. Tabir-i caiz ise, “barut icat edildi dostluk bozuldu.” Şimdi birinin mutluluğu diğerinin mutsuzluğu oluyor. 3 Temmuz süreci Fenerbahçe için zorlu ve sıkıntılı bir süreçti. Ezeli rakibinden saha dışında başına gelen bu felaket ile ilgili olarak destek görmediği gibi zaman zaman köstek bile olundu. Galatasaray’ın da UEFA hesaplarının incelenmesi konusunda Fenerbahçe’den destek gördüğü söylenemez. Ne yazık ki artık bu iki kulübümüz birbirlerini UEFA’ya gammazlayacak kadar düşmanlık gösteriyorlar. Rekabetin ne duruma geldiğini görünSevdiğim bir okurumun yazısını sizlerle paylaşmak istiyorum. “Fenerbahçe-Galatasaray rekabetinin daha doğrusu husumetinin yumuşatılması konusunda bir takım adımlar atılması gerekir. UEFA, kulüplerimizi birer birer cezalandırma sürecine girmiştir. Bu konuda Galatasaray Başkanı Passolig uygulamasının ve şike sürecinin kulüplere büyük zarar verdiğini anlattı. Oysa ki 3 Temmuz’da Galatasaray, Fenerbahçe’nin yanında yer alarak bu husumetin yumuşaması konusunda bir adım atabilirdi. Tam tersi Galatasaray, on binlerce mail atarak, Fenerbahçe’yi şikayet etti. Bana göre yine de bir şansı olabilir. Örneğin, Kalamış’ta bulunan Dereağzı Tesislerine yakın Metin Oktay heykelinin oradan alınıp, Florya, Seyrantepe veya Mecidiyeköy’e taşınmasını sağlayabilir.. Bunun Galatasaray taraftarları için daha iyi olacağı kanaatindeyim. Çünkü Kuşdillinde bulunan Lefter ve Alex heykellerinin devamlı fotoğraf çektiren taraftarlarla dolu olduğunu görmekteyiz. Galatasaray taraftarları da Metin Oktay gibi bir değerini kendi bölgelerinde daha fazla fotoğraf çektirebilme şansını yakalarlar.” Bu ifadeler karşındaki yorumu sizlere bırakıyorumTürkiye rehabilitasyon merkezi mi?Fenerbahçe Başkanının umudu Avrupa kupalarında. Bu nedenle de belki de Afrika’da bir ülkeyi kalkındıracak kadar bir para harcıyor. Trilyonlar yabancı ülkelere savruluyor. Umuda giderken yolları iyi seçmek gerekir ki düş kırıklığı yaşanmasın. Bu yılki Fenerbahçe isim olarak gerçekten çok büyük bir takım. Ama neye yarar? O büyük takım geliyor zorlanmaması gereken bir takımdan paçayı son anda zor kurtarıyor. Kırk yılda bir olsa olabilir diyeceğiz. Ama ligin ortalarına gelindiği bu dönemde artık bu oyunlara bulunacak bir mazeret olamaz.Ne kadar büyük bir oyuncu alırsanız alın sahada ortaya koyduğu futbol bazen büyüklükleri ile doğru orantılı olmuyor. Futbolda rastlantılar da çok önemlidir. Bir zamanlar futbolun beşiği olan büyük Britanya ulusal takımının Matheus, Nanıon,Tomi, Lavton, Mortensenve, Finleyn’den kurulu forvet hattı o yıllar Amerika milli takımıyla oynadığı maçta yenilmişti de herkes çok şaşırmıştı. Tabii ki zaman zaman böyle sürprizler olabiliyor. Fenerbahçe gibi takımların aldıkları evrensel futbolcular eğer sezon başından ortasına kadar iyi bir futbol oyunu sergilemiyorsa bu futbolun cilvesi değildir artık. Bunda bir yanlışlık vardır. Bu işin bir yanı. Bir başka yanı da var tabii ki. Asgari ücrete 3-5 lira zam için sokaklara dökülen harçlıklarını stat önündeki lahmacunlara yatıran, maçı izlemek için borç bile isteyen fertlerden oluşan bir toplum kalkıyor, yabancı futbolculara böyle sorgusuz, sualsiz para dağıtıyor. Haydi Ronaldo gibi Messi gibi futbolculara yatırsalar diyeceğimiz hiçbir şey olmaz. Hatta alkışlarız bile.Çok para sarf ederek transfer edilen futbolcuların bir çoğu, hiçbir şekilde araştırılmamasına, incelenmemesine rağmen sırf bir zamanlar isim yapan futbolcular olduğu için transfer ediliyor çoğunlukla. Oysa bu tarz transfer şekli bizim ülkemize özgüdür. Bir Avrupalı kulüp böyle yapmaz. İstediği kadar isim yapmış olsun asıl olan futbolcunun her bakımdan sağlıklı olmasıdır. Bizler için ise futbolcuların isim yapmış olmaları önemli. Robin Van Persie Türkiye’ye geldiği günlerde büyük ilgiyle karşılandı. Futbol açısından düşünürsek medyadan ve kamu oyundan duyduklarıma göre çok büyük bir futbolcu. Ama gelin görün ki ülkemize geliyor. Bir türlü oynamıyor veya oynatılamıyor. Yedek çıkıyor oynuyor. Perera ön ve arka adalesi sakat diyor. Tabii ki Perera’nın bu savunması doğru değil. Sorarlar insana, madem sakattı neden transfer edildi diye. Sahalarda korkuyor. en ufak ağrıda kendisine dikkat ediyor. Oynamadığı için çok mutlu gözükmüyor. zaten genelde son yirmi dakikada giriyor. Türkiye, milyon Euro’lar verilerek getirilen bazı futbolcular için rehabilitasyon merkezi gibi. Bir iki güzel golünü, yaptığı asisti gördüğümüzde bunları çok önemli görerek mal bulmuş mağribi gibi hemen atlıyoruz. Bunları yazmaktan, söylemekten adeta dilimde tüy bitti.

Yazının Devamı

Futbolcu felsefe okur mu!

Bilmem okudunuz mu? Aydınlık Gazetesi köşe yazarı arkadaşım Metin Tükenmez’in yazısını. İlginç bir yazı. Bir anlamda ders vermiş ama anlayana. Bana göre çok şey demek istiyor. Nedir konu? Beşiktaş’ın İbrahim Köybaşı isimli futbolcusu. Kendi ifadesine göre sıradan bir futbolcu. Futbolu sıradan ama İbrahim Köybaşı’nın Ersun Yanal zamanında milli takım kampında Cezayir asıllı filozof Albert Camus’un kitabını okuduğunu görünce futbolunun sıradan olmasının bir şey ifade etmediğini söylüyor. Sen bunu okuyorsun ya ister iyi, ister kötü oyna. Akademisyen Metin Tükenmez’e yakışan bir yorum. Kafa meselesidir bu. Metin’in bu söylemi, Avrupa’da top koşturan Arda Turan’ın Messi’ye verdiği gollük pastan çok daha önemlidir. Böyle bir gol ise bir ayak meselesidir. Bence kafa meselesi ayak meselesinden daha önemlidir. Ancak spor medyasına baktığımızda yazılı olsun görsel olsun sadece ayak meselesini görüyoruz. Hem de manşetlerde. Düşünüyorum da Türkiye Cumhuriyeti Parlamentosu’nda acaba kaç kişi felsefe ile ilgileniyor? Bunun bir elin parmakları kadar az olacağına da eminim.Tabii genelde resimli roman bile okumayan bir camia içindeki bir futbolcunun felsefe okuması çok önemlidir. Toplumda bazen böyle övünülecek şeyler olabiliyor. Çünkü biz ülke insanları felsefeyi sevmeyiz. Hatta ona faso fiso bile denir. Bildiğiniz gibi felsefeye orta dereceli okullarda bile önem verilmiyor. Oysa bana göre, felsefeye önem vermeyen bir ülkenin bu günkü dünyada mesafe kat edeceğini pek düşünmüyorum. İnsanı bile insan yapan bir konudur felsefe. Çünkü bütün bilimlerde çoğu zaman temel taşı olmuştur. Aydınlanma çağı öncesi din ile felsefenin büyük mücadelesi sonunda felsefe kazanmıştır. Düşünüyorum da eğer bunlar olmasaydı ülkeler ne durumda olurdu?Alman Filozof Nietzsche’den itibaren, felsefenin, ilim ve sanat arasında sıkı bir ilişkisi olduğundan hareket edilmiştir. Hatta Nietzsche, suya sabuna dokunmayan insanlarla biraz alaycı ifade ile “Felsefe akademik ihtiyarlarla, akademik gençler arasında olup biten zararsız bir gevezelikten ibaret kalıyor” demiştir. Bu bilgiyi, Takiyettin Mengüşoğlu’nun “Felsefeye Giriş” adlı kitabında bulabilirsinizFelsefeci misin? diye soranlar olabilir. Hayır değilim! Keşke olabilseydim. Sadece ilgimi çeken bir konudur. Felsefe bölümüne girememiştim. Aristoteles, Montesqieu, Descartes, Dilthey gibi düşünürlerin eserlerini mümkün olduğunca okumaya çalışırım.Özellikle Alman Immanuel Kant’ın yazdıklarını severim. “İnsan ruhunda gezintiler” kitabının yazarı Mustafa Şekip Tunç, Felsefeye Giriş’in yazarı Takiyyettin Mengüşoğlu’nun kitapları da başucu kitaplarımdandır. Elimi uzattığım an alabileceğim uzaklıkta olmalıdırlar. Uyumakta zorluk çektiğim bazı geceler elim hemen onlara gider. Ne yapalım ben de Metin Hoca da fasa fiso diye kabul edilen felsefenin tutkunuyuz! Metin Hoca böyle bir konuya değinmekle bir anlamda benim yaramı deşmiş oldu. Çünkü zaman zaman, futbolcuların Pekos Bill ya da TomMiks (resimli romanlar) bile okumadıklarından yana yakıla söz ederdim. Tabii ki içlerinde istisna olanları vardı ama çoğunluğu maalesef böyle... Şimdi mi? Hayır. Eskiden beri bu böyle... Kim bilir vardır bir sebebi mutlaka. Sosyal bilimciler bizlerden çok daha iyi bilirler.İki defa idamla yargılanan sol açık1946 yılında, yedek subay dönemim. Yerime birkaç maçlığına Memduh Eren görevlendirilir. Genç takımdan yetişmiş, yetenekli bir futbolcudur. Hem romantik hem de anarşist bir yapıya sahip. Başkaldırmayı sevenlerden. Futbolu aslında pek o kadar sevmezdi. Çek Kladno maçında oynamış 2 de gol atmıştır. Aslında Memduh Eren ile mahalle arkadaşıyız. Erzurumludur kendisi. Sonra Fenerbahçe Genç takımında beraberdik. İkimiz de sol açıktık... Siyasi görüşlerimiz de uyardı. Anlaşırdık kısacasıBu gün gibi hatırlıyorum. O yıllar Fenerbahçe Stadı’nda bir maç vardır. Memduh yine sol açıktır. Arkasında da sol bek Ahmet Erol oynar. Bir pozisyonda Ahmet Erol topu alır ve Memduh’a pas vermek ister. Ama Memduh o anda yerde bir şey arıyor durumundadır. Ahmet Erol hırsından adeta köpürerek. “Ne yapıyorsun be?” deyince; “Yemyeşil sahada papatyaları seyrediyorum. Onları ezmemeye çaba gösteriyorum” der. İşte böyle biriydi Rahmetli Memduh.Memduh’la yollarımız üniversitede ayrılmıştı. O tıp fakültesine gitti, ben edebiyat fakültesine... Memduh, aktif bir öğrencilik dönemi geçirdi. Talebe Birliği’ne üyeydi. Yıllar sonra 27 Mayıs 1960 devriminde aktif çalışmaları oldu. Bu sebeple de idam istemi ile yargılandı. Bu yargılama sonunda aklanmıştı. Esas mesleği ise psikiyatri doktorluğudur.Üniversite bitip doktorluk mesleği ile hayata atıldığında mücadeleci karakteri değişmemişti. Deniz Gezmiş’in de akrabasıdır Mücadele etmek belki de genlerinden gelen bir özellikti. Girdiği her toplumda mücadele etmeyi severdi. Beraber çok mücadele yaptık. Özellikle Fenerbahçe’de kuvvetli bir muhalefet grubu kurmuş, başarılı da olmuştuk. Ne var ki iktidarların hoşuna gitmedi. İlerleyen günlerde yönetim ikimizi de haysiyet divanına verdi. 2 yıl hak mahrumiyeti cezası aldık. Ne var ki kısa bir süre sonra bizleri seven ve Fenerbahçe Kulübü’nün gelişmesi ve ilerlemesinden başka düşüncemiz olmadığını bilen Fenerbahçeliler buna tepki gösterdiler ve sonunda bizi geri aldılar.

Yazının Devamı

Teknik direktörlere gerek yok başkanlar iyi bilir

Teknik direktörlere yapılan muamele Türkiye’de kanayan bir yaradır. Gelen giden bu adamları esirmiş gibi kamçılıyor. Futbolda sanayi olmuş ülkelerde de böyle mi? Hiç sanmıyorum. Siz hiç anlaşma yaptığı kulüpte 2 antrenman sonra görevden alınan antrenör gör dünüz mü? Ben Fenerbahçe’de görev yapan bir altyapı antrenörünün 2 antrenmandan sonra görevden alındığını biliyorum. Alt yapının hocası bilgili ve yetenekli olan Adnan Dinçer’in görevinden alınma sebebi de bir garipti. “Kafasından tank geçmiş” diye görevden alınmıştı. Oysa işin doğrusu askerlik yaparken kafasından yaralanmasıydı. Haydi bu neyse sözde kalmış bir düşünce. Ya dayak yiyen teknik adamlar! Onları bile gördükGençlerbirliği ile anlaşma yaptıktan birkaç gün sonra gönderilen Yılmaz Vural’ın gönderilmesinden sonra federasyon başkanının böyle işleri ortadan kaldıracağını, teknik direktörlük için yaptırımlar getireceğini açıklamış. Genç kalınmış bir açıklama. Bu düşüncesi uygulanabilirse çok büyük bir görevi yerine getirmiş olacaktır. Güç olmasına rağmen doğru bir karar. Aşağıdaki tabloya bakın ve sonra da derin derin düşünün.1988-2008 Yılları arasındaki 20 yıllık sürede Fenerbahçe Kulübüne gelip, giden teknik direktörler.Bu tabloda görüldüğü gibi, yerli ve yabancı ve de evrensel boyutta futbol oynamış adamlar olduğu gibi kendi ülkesinde takımı dünya şampiyonu olmuş olan da var. Herhangi bir kritere bakılmaksızın göreve getirilirken yere göğe sığdırılamayan bu insanlara maalesef görevden alınırken bir buket çiçek bile verilmemiştir. Üstelik de milyon avrolar harcayarak kulüpleri borçlu duruma sokmuşlardır. Görevden alanlar kimdir? Onları göreve getiren aynı kişiler. Hayatında topa dokunmamış yüksek gelir düzeyli kişiler.Hata içlerinde sümüklü böcek tüccarı bile var. Böyle bir çelişki hangi ülkede var? Bu çelişkili davranışla ilgili birkaç kez köşe yazısı yazmıştım. Ama bu tutarsızlıkları gözler önüne sermek ve profesyonel futbola yaraşır biçimde profesyonel ve sorumlu bir yönetim sergilenmesi için bir süre daha bu konuya değineceğimi düşünürken Federasyon başkanının sözleri beni biraz umutlandırdı. Yılmaz Vural kulüpler için ‘Tımarhane gibi’ diyor. Bunu en iyi kendisi bilir. Tımarhane dediği kulüplerin birinden diğerine en fazla giden de o...Bireyselliği toplumsallaştırmalısınızZaman zaman öyle klişeleşmiş sözcükler vardır ki bundan bir türlü kurtulamayız. Adeta dilimize pelesenk olmuştur. Örneğin, ‘Bizden adam çıkmaz’, ‘Herkes gider aya biz kalırız yaya’, ‘Nato kafa nato mermer’ gibi sözleri hepiniz duymuşsunuzdur. Aziz Nesin’in toplumumuz hakkında yaptığı bir tespiti de iyice benimsenmiştir. ‘Ülkemiz insanlarının %65’i geri zekalıdır’. Büyük ustanın bu sözleri çok yerde karşımıza çıkmaktadır. Bu söz de iyi tutmuştur. Küçüklük duygusunun ifadesi olan daha bir sürü örnek verebiliriz. Bu duygu toplumumuzun bir çok kesiminde, öğrencilik döneminde, iş hayatında, otobüste, trende vapurda, bankada, sporda, eğlencede her yerde her zaman karşımıza çıkıyor. Kimimiz gülüp geçiyoruz, kimimiz kızıyor, kavga ediyoruz, kimimiz de farkında bile olmuyoruz. Bu duygu, iliklerimize işlemiş. Bir türlü kurtulamıyoruz. Dünya da bizi böyle kabul etmeye başladı.Bir aşka usta Uğur Mumcu’nun bir söylemi geliveriyor hemen aklıma ‘Bilgisi olmayanın fikir sahibi olamayacağı’ bence çok güzel bir tespit. Küçüklük duygusu ile bilgisi olmayanın fikir beyan etmesi bir araya geldiğinde tuhaf bir görüntü ortaya çıkıyor. Oysa hiç kimse anasından bilgili ve kültürlü olarak doğmaz. Bu özellikler, insanlarda sonradan oluşur. Mutlaka ki her insanın zeka ya da akıl ile ilgili kalıtımsal olarak genlerle sahip olduğu bazı özellikler ve yetenekler ya da yeteneksizlikler vardır. İnsanlar sahip oldukları bu özelliklerin üzerine istemeden de olsa öncelikle ailenin daha sonra da toplumun etkisini ekler. Önemli olan, insanların yetişmesine etkili olan toplumdur. Bireyler iyi eğitilmiş olmalı ki onların oluşturduğu en küçük toplum olan aile dahil toplum da iyi eğitilmiş olsun. “İyi eğitilmek” geniş bir kavram üzerine çok şey söylenip, yazılabilir. Onu bilim insanlarına bırakıyorum. Ancak, öğrenci öğrenmiyorsa öğretmen öğretemiyor demektir. Buna rağmen ülke insanlarından hüda-i nabit olsa da bazı insanlar yetişip, dünyaca kabul edilebiliyor. Özellikle de tıp alanında. Bunlar genellemeye girmiyor tabii tıpkı arpa tarlasında kıpkırmızı bir gelincik çiçeğinin çıkması gibi. Bilmem izliyor musunuz? Televizyon kanallarında yetenek ile ilgili programlar oluyor. O programa katılan Anadolu çocuklarının akılları durduracak yeteneklerinin farkında mısınız? Köpekler bile eğitilmiş onların da yaptığı şovlar insana parmak ısırtıyor. Ne var ki bütün bunlara karşılık, bireysellikten kurtulup bir türlü toplumsallaşamıyoruz. Eksiğimiz burada.Cibali Sigara Fabrikası Müdürü’yken filtreli sigara imalat makinesi Mollins bozulmuştu Sebep de 20 gramlık mantar kesme bıçağı kırılmıştı. Bu nedenle de her gün 60-70 kg filtreli sigara eksik yapılıyordu. İthalat sıkıntısı olduğu için de bu bıçağı getiremiyorduk. Teknik atölyede Ergun isimli biri vardı. Sıkıntımızı söyledim. ‘Sen bu makinenin bıçağını yapabilir misin?’ dedim. Tereddüt etmeden ‘Yaparım’ dedi. Pek ummamıştım ama bir de aktım ki 2 gün sonra bıçağı tamir ederek getirmişti. Oysa biz o sırada İngiltere’den bir uzman getirtmeye çalışıyorduk.Gelelim futbola, yabancı hayranlığı da iliklerimize kadar işlemiş. Yabancı futbolcu olsun da nasıl olursa olsun. Hepimizin bildiği gibi Messi ve Ronaldo dilimizden düşmüyor. Onlar da analarından böyle doğmamışlardı ki. Onları bu duruma getiren görev bilinci, disiplinli çalışma ve tabii ki doğal yeteneklerini katarak oluşturdukları toplum düzeni idi. Ne var ki zaman zaman söylediğim gibi bizim tarlalar iyi ürün vermiyor. Neden? Çünkü tarlanın marazını iyileştirmiyoruz. Önce onu yapmak sonra ekilecek tohumları seleksiyona tabi tutmak gerekir. Ancak ondan sonra iyi ürün almayı hayal edebiliriz.

Yazının Devamı

Tavr-ı hareketimiz, tarz-ı hareketinize bağlıdır

Nihayet 2015 yılı bitti. Türk Milletine Tanrı böyle bir yıl daha yaşatmasın. Bir yıl boyunca sanki korku filmi yaşadık. Okullar, kreşler, hastaneler bombalandı. Ülke kan gölüne döndü. İnsanlar neredeyse bu gün kaç ölü olacak diye talih oyunu oynayacak. Sokaklarda dolaşmak için yürek ister oldu. Bunu becerebilenler kahraman gibi oldu. Sabahları insanlar ailesi ile birlikte helalleşerek evden çıkmaya başladı. Çünkü nereden bir canlı bomba çıkacağı da belli değildi kimin arkadan vurulacağı da... Frankeştaynalar oluşmuştu. Sözde polislerin ve sözde savcıların çeteleri vardı. Hem de masum insanları kandırmaya yönelik dolandırıcı çeteleri.Daha önce de sözünü etmiştim. Bunlarla ilgili bir olayı da bire bir kendim yaşamıştım Kendilerine savcı süsü veren iki kişi evime telefon ederek beni ifade vermeye çağırdılar. Neymiş ben bir terörist çeteye para yardımı yapıyormuşum. Oysa ben emekli bir insanım... Kendimi zor geçindiriyorum. Merkeze çağırıp, ifademi alacaklarmış. Sonradan anladım ki dolandırıcı imişler. Bu konudan bahis açtığımda gördüm ki çok kişi bu ya da buna benzer olaylarla karşılaşmıştı. Bir de eskileri düşündüm. Ne güzel hayat yaşamış bir jenerasyonuz. O zamanlar herkes istediği okula gidebilir, istediği üniversiteye gidebilirdi. Sosyal durum bu günkünden çok iyi idi. İnsanların birbirlerine karşı davranışları ve yardımları bu günkülere hiç benzemiyordu. Okulun yemekhanesinde 25 kuruşa üç çeşit yemek yiyorduk. Üstelik o zaman dünya savaşı vardı. Temel ihtiyaç maddelerinden olan ekmek ve şeker gibi yiyecek maddeleri karne ile satılıyordu. Ayrıca tekstil gibi diğer bazı maddeler de yine karne ile satılırdı.II. Dünya Savaşı sıralarında Orta Doğu, İngiliz askerleri tarafından kuşatılmıştı. İngilizlerin Orta Şark takımı Galatasaray ve Fenerbahçe ile maç yaptı. Tesadüf bu ya. Her iki takımla da berabere kalmıştı. İngiliz takımında Prayer isminde hava kuvvetlerinde fotoğrafçı olarak çalışan biri vardı. Bu kişi daha sonra Fenerbahçe’de antrenörlük yapmak üzere İstanbul’a getiriliyor. Prayer hem Fenerbahçe Kulübü’nde antrenör olarak görev yapıyor hem de İngiliz Konsolosluğu’nda çalışıyordu. Hükümet onlara ‘ağır işçi karnesi’ vermişti. Bu suretle bizlerden daha çok ekmek almak hakları vardı.. Bizler ise ekmek zor buluyorduk. Prayer, öyle bir kişilikti ki kendi ekmeğinden arttırıp futbolcularına ekmek getiriyordu... O zamanlar kimsenin eli bir başkasının cebinde değildi... Bizim mahallede de komşu mahallede de ülkenin doğusundan insanlar geliyordu yerleşmek üzere. Babam da dedemle beraber İstanbul’a gelirken dedemi Ruslar öldürmüş. Babam İstanbul’a yalnız başına gelmiş mecburen. Türkçe bilmiyor ama Kürtçe konuşabiliyormuş. Zaman içinde Türkçe kurslarına giderek Türkçeyi öğrenmiş. O dönemde bu insanların Kürtçülük yapmak akıllarından bile geçmezdi. Çok da mert insanlardı. Babamın Kürt kökenli olduğu bilindiği için bana tribünlerden “Kürt Halit” diye bağırırlardı. Ama bu doğaldı. Esmerlere Çingene, Doğululara da Kürt diye tezahürat yaparlardı. Geçen gün otobüsteyim. Önde bir kargaşa oldu. Kendisinin söylemesinden öğrendiğimiz bir Kürt, bir başka adamla tartışıyor. Kürt olduğunu “Ben Kürdüm, şöyle yaparım, böyle yaparım” diye bağırıyordu da öyle anlamıştık. Benim yanımda duran yine daha sonra Kürt olduğunu öğrendiğimiz bir genç fırlayıp, süratle kavga edenlerin yanına koştu. Ne yapacak acaba diye merakla bakarken, kavga eden adama bağırarak “Sen neden böyle ben Kürdüm” diye dayılanıyorsun diye bağırdığını gördük. Durum enteresan geldi bana. Bir Kürt delikanlısı çıkıyor, Kürtlüğünü öne sürerek asarım, keserim diye tehditler savuruyor. Başka bir Kürt delikanlısı da çıkıp, “sen niye Kürtlüğünü öne çıkararak dayılanıyorsun?” diye müdahale ediyor. Yoksa biliyorsunuz sokaklar öfkeli insanlarla dolu. Her an her yerde kavga çıkabiliyor.Peki nasıl düzelecek? Bir ülke kolay kolay bu duruma gelemeyeceği gibi kolay kolay da bu durumdan kurtulamaz. Herkes “Haydi biz böyle yaşadık da torunlarımız nasıl yaşayacak?” diye gelecek kuşaklar için endişe içinde.Ne var ki büyük kurtarıcı Mustafa Kemal Atatürk ve onun en yakın silah arkadaşı, II. Dünya savaşında kapımıza kadar dayanmış kükremekte olan Hitler’in Alman ordusuna “tavr-ı hareketimiz tarz-ı hareketinizdir” diye rest çeken İsmet İnönü için söylenen kötü sözleri, meclisteki aşağılanmalarını düşünürsek, bu millet insanları hakkında az çok doğru değerlendirme yapabiliriz sanıyorum. Bu günden geçmişe empati ile bakarsak, Türk milletine yakışan hareketlerin bunlar olmadığını görürüz. Geçmişteki milli özelliklerimiz bu günlere kadar sürdürülemedi. İnşallah eser halinde kalmış olan az sayıdaki özelliklerimizi, gelecek nesillere kadar sürdürelebiliriz. Her şeyi bildiğini zannedenlerin önce kendilerini bilmeleri gerekirBazı okurlarım, yarı siyasi yarı futbol yazdığım yazıları eleştirebilirler. Belki de arkadaş sen siyaset yazacaksan siyaset yaz diyebilirler. Ben her ikisini de yapacak donanıma sahibim ama futbolu seçmişim. Bilmeyenler bilenlerden öğrensinler. Düşünüyorum da spor yazan arkadaşlarımız ya sporseverlerimiz ekranlarda yalandan kavga edenler, futbol ile alakası olmayanlar futbol anlatanlar, topun kaç gram olduğunu bilmeyen, hayatında ağzına düdük alıp hakemlik yapmayanların evrensel boyutta hakemlik yapanları eleştirmesi. Kendisinin sporla ilgisi olmadığını düşünmeden ahkam kesen, kendisini profesör zanneden kimlerden bıkmadınız mı? Ben, eski Cumhuriyet yazarı Uğur Mumcu’nun bir insanın bilgisi olmadan fikri olmaz sözünü çok beğenirim. Hatta şöyle bir söylence vardır. Bakmakla kolay kolay bir şey öğrenilmez. Eğer olsaydı kasap önlerinde bekleyen kediler, cerrah olurdu.

Yazının Devamı

Teknoloji mutluluk getirmiyor

Teknoloji akılları durduracak şekilde değişmeye devam ediyor. Dilimize pelesenk olmuş. Yeniliklerin arkasından koşmak ve de onu yakalamak çok zor. Daha bir yeniliği iyice kavrayamadan başka bir yenilik geliyor. Cep telefonları Bunun en güzel örneği El kadar cihaz için yapılan yarışlar ve kısa süredeki gelişmelere akıl sır ermiyor. Zengin, fakir demeden  herkesin elinde.  Geçenlerde akşam karanlığında sokakta yürürken çöp konteynırından çöp toplayan bir adam duvar kenarında oturmuş, sırtını duvara dayamış, mır mır mır bir sesler çıkartıyor. Nedir bu derken bir de baktım ki telefonla konuşuyor. Elinde telefon hem de akıllısından. Bu, cep telefonu  teknolojisinin bir yönü. Bir başka yönü var ki sormayın gitsin.  Dolandırıcılara bu teknoloji sayesinde gün doğdu.. Bir sürü hikaye var.Teknolojinin gelişmesi bazı alanlarda çok büyük yarar da sağlamıyor değil. Özellikle tıpta kullanılan görüntüleme cihazları ile bankacılıkta kullanılan sistemler ilk etapta aklımıza gelenler. Tabii insanlar bu teknolojiye ulaşabiliyorlarsa.  Bütün bunlar güzel de insanlar mutlu mu acaba? Eskiyi arayan çok insana rastlıyorum. Sadece bizim ülkemizde mi? Hayır tabii ki. Diğer ülkelerde de eski aranıyor. Örneğin, Fransızlar, yeni jenerasyonun Fransız dilini iyi kullanmadığından şikayet ediyorlar. Tıpkı bizim ülkemizde olduğu gibi. Daha bir çok örnek sayabiliriz. Dertler ortak gibi görünüyor.Uygarlık, ya da moda deyimle teknoloji ne yazık ki mutlulukla ters orantılı gidiyor. Teknoloji ilerlerken etik değerler de değişiyor. Teknoloji bir bakıma etik değerler ile ters düşüyor. Bu, hem bizim ülkemizde böyle hem de yabancı ülkelerde. Bunu Muhtelif yıllarda yurt dışına yaptığımız seyahatlerde de gördük.Lafı futbola getirirsek, futbolda 2015-2016 Süper Ligi’nin ilk devresi bitti. Lig sıralamasında Beşiktaş’tan sonra Fenerbahçe geliyor. Galatasaray bir hayli gerilerde kaldı. Oynanan futbol eskisinden daha mı iyi? Aslında herkes şikayet ediyor. Kimi görsek, “nerede o sizin zamanınızdaki futbol?  Ve yine kimi görsek bu günkü yaşamdan şikayetçi  “ah nerede o eski günler” diye dert yanıyorlar.Hani nerde Fenerbahçe’nin Cihat’ı Fikretleri, Müjdat’ı, Beşiktaş’ın  Baba Hakkı’sı Şeref’i ve Şükrü’sü. Hani Galatasaray’ın Gündüz Kılıçı, Metin Oktay’ı, Rehaları, Bülentleri? Daha da ileriye gidersek, nerede eski Brezilya takımları? Nerede  Avrupa takımları?Bu günkü kuşak onları tanımadığı için işin pek ayırtına varamıyorlar. Hatta çantadan yetişmiş ve kendini profesör geçinen kimseler, “eskiden futbol mu vardı ki” gibi tuhaf değerlendirmeler yapıyor. Ama bu şartlanmış kimselere eski futbolu anlatmak mümkün değildir. Tıpkı Atatürk’ün yaptıklarını anlatamadığımız gibi.Bu vesile ile tüm okuyucularıma yeni yılda esenlikler dilerim..2016’da görüşmek üzere.. Mitomanyak toplum haline geldikÖyle bir toplum olduk ki herkes birbirini kandırıyor. Babalar çocukları, çocuklar babalarını, marketler müşterilerini, müşteriler marketleri, devletler devletleri kandırıyor. Medyadan izliyoruz ki uçak düşürme hadisesinden sonra Rus devleti özür dilememizi istiyor. Bizim devlet başkanımız da Türk devleti özür dilemez diyor. Biz de gururlanıyoruz. Çok geçmeden Rus devlet başkanından özür dileniyor ancak Rusya’nın devlet başkanı benden değil Rus devletinden özür dilenecek gibi bir tavır sergiliyor. Hangisi doğru bilemiyoruz. Boşuna dememişler “yalan dünya” diye. Şarkısı bile var... Bunlar karşılıklı  olanlar. Listeyi daha da uzatmak mümkün. Bir de tek yönlü kandırmalar var ki insanları paranoyak yapan.Bilindiği gibi Anadolu ateş içinde. Aynı ülkenin nüfus kağıdına yeni adı ile kimlik kartına sahip olan insanlar birbirlerini yiyor. Silahlı olayların, ölümlerin arkası gelmiyor. Bıktık artık bayrağa sarılı cenaze görmekten.Devlet operasyon yapıyormuş..Ne demek bu? Bir iç savaş değil mi. Suriye de olaylarını operasyon şeklinde açıklandı. Ne operasyonu? O da bir savaş. Literatürde tanımı ve anlamı için tam bir mutabakat sağlanamadığı için iç savaş adı anılmıyor ama taraflardan birinin devlet olması, şiddet içermesi, iki grubun da organize bir gurup olması insana ister istemez bunu düşündürüyor.Savaş kelimesi kullanılmasına kullanılamıyor ama mızrak çuvala sığmaz ki. 1975 yılındaki Kıbrıs olaylarında Başbakan Ecevit’in emri ile Rumların üzerine bomba yağmıştı. Haklıydı değildi onu tarihçilere bırakıyorum ama O da Kıbrıs’a barış götürmek istiyordu. Böyle barışa can kurbanFutbolda da öyle değil mi? Yabancı futbol ajanları kulüpleri kandırıyor. Menejerler futbolcuları kandırıyor. Futbolcular da onu kandırıyor.1952 yılında futbolu bıraktım. Antrenör Skelly idi. İsrail’deki milli maçta kendisi ile sorun yaşamıştık. Sonradan Fenerbahçe’ye antrenör olunca durup dururken “benim 3 çocuk sahibi olduğumu futbolu bırakacağımı” söyleyiverdi. Kocaman bir yalandı. Ne 3 çocuğum vardı ne de futbolu bırakmak gibi bir niyetim. Ama futbolu bırakmama sebep oldu. 2. defa Mustafa DenizliMustafa Denizli 1-1 berabere kaldığı Kayseri maçı sonrası, Galatasaray’ı yırtık bir bohçaya benzetip, tamir edilmesi gerektiğini söylüyor. Doğru Mustafa Hoca ama ekranlarda çok rahat bir şekilde futbolu, futbolcular için eleştiriler yapıyorsun.Maç sonrası verdiği demeçleri salim kafa ile bir izlese herhalde kendi de yanlış konuşmalarının farkına varır. Teknik direktör ya da antrenör demek, futbolun dahisi demek değildir. Bu intibayı verecek konuşma ve davranışlardan kaçınılması gerekir. Verdiği demeçler bunu gösteriyor.Bana göre; bir takım ne kadar büyük olursa olsun..En büyük futbolculara sahip olsa da  sürekli başarı kazanamaz. Bazen bir bakarsınız her şey düzgün ve güzel giderken birden takımın içine bir virüs girer ve onu yaprak gibi titretip döker. Bu duruma gelen takımı kurtarmak çok zordur. Keşke Mustafa Hoca iddialı ve büyük konuşmaları yerine, “Ben bunları yapmaya çalışacağım ama düzelmesi için zamana ihtiyaç var. Biraz uzun sürer” gibi ya da benzeri mütevazi bir açıklama yapsaydı. Bu mesleğin zorluklarının olduğunu çok iyi biliyorum.  Bu nedenle de genellikle teknik direktörleri pek eleştirmem. Mesleki özgürlüğü ile görevini yerine getireceğine ve bilgisine inanırım çünkü. Ama ondan öteye bir futbol adamının herhangi bir başarısından ya da başarısızlığından dolayı medyada gereksiz değerlendirmelerde bulunduğunu gördüğümde de  üzülürüm. Tesadüf bu Mustafa Hoca hakkındaki bu ikinci eleştirisel yazım. Hem tesadüf hem de değil. Çünkü, Mustafa Hoca’nın açıklamaları, ömrümü verdiğim bu futbol olayında kulaklarımı tırmalıyor.

Yazının Devamı

Demokrasi var gibi görünür, aslında yoktur

Demokrasi demokrasi demokrasi. Aşağı yukarı neredeyse bir asırlık dillerde söylenen şarkı. Ülkede demokrasi var mı? Var diyenler olabilir. Bana göre var gibi görünen ama yok olan bir siyasi kavram. Bildiğiniz gibi demokrasi Türkiye’ye onun erdemleri olan toplu sözleşme ve sendika yasası, liberal ekonomi, özerklik gibi bir takım kavramlarla beraber gelmişti. Öncelikle devlete bakalım. Yasama Yürütme ve Yargı, devlet başkanının iki dudağı arasında olursa o ülkede halkın egemenliği gibi demokrasi gibi kavramlardan söz edilebilir mi?Bir zamanlar umut büyüktü. İşçi, demokrasinin lokomotifi olacaktı. İşçi üretecekti, işveren satacaktı. Bu sistem içinde işçi de bilek gücünün karşılığını alacaktı Ama öyle mi oldu? Kısmen öyle oldu ama palavradan sendika yöneticileri köşeyi döndü. İşçiler hala yerinde sayıyor.Liberal ekonomi ne oldu? Bu sistemle de hayali ihracat aldı başını gitti. Bir takım kıyı köşe trilyonerleri servetlerinin üzerine daha da servet koydular. Halk yine aynı kaldı.Ya özerk federasyon? Söylemeye gerek var mı? Ön tekerlek nereye giderse arka tekerlek de oraya gider. Çok ilginç bir durumla karşı karşıyayız. Seçim var, seçmen var, sandık var, oylama var ama sandıktan bir türlü demokrasi çıkmıyor. Maalesef ülkemizde her alanda seçimi bileği kuvvetli, siyasi gücü olan parası olan kazanıyor. Aslında bu tip yönetimlerde demokrasi falan palavra. İnanmayın buna. Başkanlar olmadan su bile içilmez. Zamanında bu yönetime baş kaldırmıştık. Kuvvetliydik de. İki profesör getirdik başkanlığa ama paraları olmadığı için alay konusu oldular. Futbolcuların özgürlüğü var mıdır? Nasıl olsun ki? Mukavelesi vardır ama hakkını açıklayamaz, ifade edemez. Bunları yapmaya kalksa şu ya da bu nedenle kulüpten dışlanırlar. Bilmem böyle bir yönetim biçiminden mutlu olunabilir mi? Dünya çok değişiyor. Günlük işlerimizin yoğunluğundan ve de devamlı birbirimizle uğraşmaktan dolayı bunları takip edip, okumak pek mümkün olmuyor. Ancak, bunları okuyup ona göre adım atmak gerekiyor.Yaş ilerledikçe denge bozuluyor!Galatasaray-Akhisar Belediyespor maçını sanırım çoğumuz izledik. Akhisar takımı bir belde takımı, Galatasaray ise evrensel bir takım. Tarihi geçmişinde başarıları çok. Maç sanki kupa finali gibi oynandı. İzlemekten büyük zevk aldık. Akhisar ilk yarı 3-0 geride iken 2. yarı çetin ve güzel futbolu ile skoru 3-2 yaptı. Galatasaray yenilmekten zor kurtuldu. Hoşuma gitti doğrusu. Galatasaraylıların analarından emdiği süt burunlarından geldi. Açıkçası böyle bir futbol maçını seyretmek çok güzel geldi.Ben maçla beraber Mustafa Denizli’yi de maç sonuna kadar izlemeye çalıştım. Maç boyunca renkten renge girdi. Hareketleri bir hayli endişeli idi. Mustafa Denizli eski bir futbolcu ve de teknik direktörlük deneyimi olan birisi. Acemi birisi değil. Gerçeği söylemek gerekirse oynadığı takımlarda ve çalıştırdığı kulüplerde başarılı olmuştur. Şimdi sanırım yaşı 70’e merdiven dayamış durumda. Galatasaray kamuoyu ve basının etkisi ile Galatasaray’a teknik direktör oldu. Böylelikle yeniden aktif bir göreve geldi. Bu yaşlar için kolay olmayan bir görev. Tabii ki önceki görevlerindeki durumu ile şimdiki durumu biraz farklı. Bu da doğal tabii. Yıllar ilerledikçe, insanlar fark etmeden köprülerin altından çok sular akıyor. Türkiye’de yaşı 30’a gelen futbolcuların alnına yaşlı damgası vurulur. Bir kere vurulmaya görsün kolay kolay da silinmez. Futbolcular için hal böyle iken, teknik direktör ya da antrenörler için yaş faktörü pek konuşulmaz. Hatta öyle ki teknik adamlar için ‘neredeyse babamın askerlik arkadaşı’ diye espriler dilden dile dolaşır. Sadece o kadar.Herkesin bildiği gibi Türkiye’deki kulüplerin içi ıstakoz sepetine dönmüş durumda. Onun içine giren pek iflah olmuyor. Mustafa Hoca da geçirdiği ciddi rahatsızlığına rağmen yine geldi teknik direktör oldu. Mustafa bey kardeşim gerek futbol oynarken gerekse yöneticilik yaparken o kadar yıprandın. Sanıyorum bir hayli de dünyalık yaptın. Ne gerek var yeniden ıstakoz sepetine girmenin. Git dünyanın en güzel yerlerini gez. Havana’da bayram Miami’de mehtabı seyret. Sonra köşene otur bir kitap yaz. Bu yaşlarda bu kadar stres çekmek iyi değil. Bu sözleri, bu işleri bilen biri olarak söylüyorum. Hem futbolculuk hem de teknik direktörlük görevimden, ‘zamanı geldiğine inandığım anda’ ayrılmıştım. Önemli olan, ‘o zamanın geldiğine inanmak’ tabii ki. Şöhretin zirvesindeyken ondan vazgeçmek zordur tabii ki ama öyle bir düzenin içinde göreve devam edemeyeceğimi fark ettiğim anda, artık o zaman gelmiştir deyip noktayı koymuştum. Gerçi bizim zamanımızda profesyonellik olmadığı için bu işlerden para kazanmak olanağı yoktu. Olsaydı ne olacaktı ki? Biraz daha fazla protein tüketecektik. O da sağlığımız zarar verirdi. Ayrıca diğer taraftan insanların yaşları ilerledikçe konuşmalarındaki dengeler de biraz bozuluyor sanki. Rüzgarın estiği yön çok önemli hale geliyor. Geçen hafta hakemler için iyi konuşan Mustafa Denizli hoca bizleri mutlu etmişti. Ama bu hafta oynadıkları maç için “hakem bizi ince ince doğradı” demesi beni biraz şaşırttı. Bu yorumu sıradan bir taraftar da yapabilirdi. Bu mevkiler önemli mevkilerdir. Bu mevkilerdeki insanların yorumlarında biraz daha dikkatli olmaları gerekir. Bu gün onun bu iş için aldığı maaş, neredeyse birinci dereceden devlet memuru olan bürokratın almış olduğu emekli ikramiyesi kadardır. Biraz dikkat lütfen!

Yazının Devamı

Orhan Şeref Apak’ın heykeli dikilmeli

Futbol tutkusu tam anlamı ile ülkeyi etkisi altına almış durumda. Neredeyse ekmek su gibi ihtiyaç haline geldi. İnsanlarımız futbolla yatıp, futbolla kalkıyor. Galibiyette sermest oluyorlar. Mağlubiyette ise dünyaları kararıyor. Bu tarz da anarşik davranışları peşinden getiriyor. İnsanlar birbirlerini yaralıyorlar. Kan davasına döndü futbol.Savaş, kapımıza gelmiş dayanmış, altının değeri inmiş veya çıkmış, ekonomi kötü durumdaymış, memurlar maaşlarını eksik alacaklarmış, asgari ücret ile geçinmek neredeyse olanaksız duruma gelmiş. Görünüşte bunların kıymet-i harbiyesi yok gibi. Futbol söz konusu olduğunda narkoz komasına girmiş gibi oluyoruz. Kurtulmamız da zor. Ama yine hepimiz biliyoruz ki maç bitip, evlerine dönen insanlar bir daha ki maça kadar tüm bu sorunlarla birlikte yaşarlar. Ne gariptir ki maç günü, ya da şampiyonluk günü gelip çattığında tüm bu sorunlar geride kalır yine. Kim bilir belki de moral motivasyonu böyle geçiyordur. Psikolog ya da psikiyatristler bu konuyu bizlerden daha iyi değerlendirebilirler.Günümüz futbolu, kaliteli olmasa bile eski yıllardan biraz daha değişik. Şimdilerde Beldelerin bile futbol takımı var ki o takımların oyunları büyük takımları bir hayli zorluyor. Oysa bizim oynadığımız o eski yıllarda İstanbul’a gelen Anadolu takımlarına attığımız gollerin sayısı, neredeyse skor levhasına bile sığmazdı. O kadar bol golle maçı kazanırdık. Çok defa Anadolu takımlarının gümbür gümbür geldiğinden söz etmiş, çoğu kimse ile de ters düşmüştüm. Nedense bizim futbolla ilgili insanlarımız, İstanbul’daki büyük takımların egemenliğine alışmışlar. Şimdi Anadolu takımlarının gücü ve başarısı karşısında üzülüyorlar. Mevsim başında; artık futbolda Anadolu da var diye düşünmüştüm. Çünkü çok iyi top oynuyorlar. Onların iyi oyunu, İstanbul’un futbol şatolarının temellerini sarsmaya başladı. Anadolu’dan yetişen bazı futbolcuların, milyon avrolar verilerek transfer edilen yabancı futbolcular kadar iyi oynadıklarını izliyoruz. Hatta bazıları, onlardan bile daha iyi. En az onlar kadar da oyun oynuyorlar. Bence sevinilmesi gereken bir durum.Yıllar önce futbolla hiç alakası olmayan, tütün ve sebze yetiştiren bir kasaba olan Akhisar’ın futbol takımı, büyük takımlarımızı hem Manisa’da hem de İstanbul’da yenebiliyor. Hatta ligin üst sıralarında yer alabiliyor. Artık realitenin sert topuzu başımıza indi. Anadolu’nun bu yükselişinden mutlu oluyorum. Daha da yükselmelerini gönülden isterim.Anadolu takımlarının süper liglere girmelerinin tohumunu eski yıllardaki Federasyon Başkanı Orhan Şeref Apak atmıştır. Hiç unutmam, ben o yıllar Bursa’da Acan İdman Yurdu futbol takımını çalıştırıyordum. Kulübün Genel Sekreteri Mithat Çağlıkoç idi. Orhan Şeref’in federasyonunda genç oyuncuların yetiştirilmesi görevi ona aitti. Orhan Şeref Apak sık sık Bursa’ya gelerek Mithat’la görüşürdü. Bir konuşmamızda Türkiye liginin kurulması gerektiğinden söz etmişti ve de nitekim bu dediğini de yaptı. Orhan Şeref Apak’ı bu günlerde pek tanıyan yok. Sıradan insanların isimleri gündemden düşmezken Orhan Şeref Apak’tan pek söz eden yok.Aslında, Orhan Şeref Apak futbol dünyasında anılması gereken ve adına bir şeylerin yapılması gereken bir güzel adamdı.

Yazının Devamı

Artık bu solan bahçede bülbüllere yer yok

Halkın yazarı Hasan Pulur’u da kaybettik. Böyle, yerinin doldurulmasında güçlük çekilen insanlar git gide azalıyor ülkemizde. Sevgili Pulur, Kadıköy’lü idi. Tanışırdık. Fenerbahçe’liydi üstelik. Zaman zaman kendi köşesinde benden bahsettiği de olurdu. Ben de bu gün köşemin bir bölümünü O’nun anısına, sağlığında yazmış olduğu yazıya ayırıyor, bu vesile ile de okuyucularımla paylaşmak istiyorum.Yattığın yerde rahat uyu sevgili Pulur.Hasan Pulur’un 13/01/2011 tarihli Milliyet Gazetesindeki “Olaylar ve İnsanlar” isimli köşesinden Lefter’den Halit’e...1940’lı yıllarda bir Fenerbahçe takımı vardı, yaşantımızın ilk on yılını sürüyorduk, takımı ezberlemiştik, hâlâ da ezberimizdedir:“Cihat, Murat, Ahmet, Selahattin, Samim, K. Halil, K. Fikret, Erol, Suphi, Lefter, Halit...”Takım kaptanı kaleci Cihat’tı, sol açık da Halit Deringör.***Yıllar sonra “Halit abi”yle tanıştık, galiba Cibali Tütün Fabrikası’nın müdürüydü, TEKEL’in üst düzey yöneticilerindendi, Fenerbahçe onun için her şeydi, “daimi muhalif”ti hem de nasıl...Kişiliğinden gelen saygınlık, onun karakterinin beliren simgesiydi. Bir takım arkadaşı bir kelimeyle “Halit abi”yi özetlemişti: “Huysuzdur!”Biz de “Halit abi” için yazdığımız yazıda onu bir şarkıyla anmıştık: “Artık bu solan bahçede bülbüllere yer yok” diyerek...***“Halit abi”nin takım arkadaşlarından Lefter geçenlerde Yunanistan’da hastalandı, adeta el üstünde taşınarak Türkiye’ye getirildi, büyük itinayla tedavi edildi, hastanede ziyaret edenlerden biri de Halit Deringör’dü.“Halit abi” hastane ziyaretinden sonra eski günleri, arkadaşlarını ve duygularını bir kenara karaladı...Lefter şöyle dedi:“Aslında kendisi ile pek aramız yoktur ama...”Peki, neden?“Vaktinizi almamak için dargınlığın sebebini anlatmaya gerek duymuyorum.”Ya diğerleri? Bakın onlar için neler yazdı...***Örneğin, Fenerbahçeli Selahattin Torkal: Nam-ı diğer “Markoç.” Bu lakabı ona Macarlar vermişti. Belki dünya çapında bir futbolcu idi. Son elli yılın en iyi oyuncularından biri olarak seçilmişti. Son yıllarda kuvvetli bir demans (unutkanlık) ile Moda’daki yaşlılar evine yatırılmıştı. Sık sık ziyaretine gittim. Beni tanımadığı günler oldu. Sanıyorum Serkan Acar’dan başkası ziyaretine gelmedi. Ölüm haberi Fenerbahçe Televizyonu’nun altyazılı haberlerinin en sonuncusu oldu. “Selahattin Torkal öldü...” Sadece o kadar.***Örneğin, Melih Kotanca:Gücüyle, kuvvetiyle ve de futbolu ile dünyada eşi az görülen bir futbolcuydu. O da sessiz sedasız, fazla olarak, düşkün olarak bu dünyadan göçüp gitti. Geçenlerde bir nedenle mezarını aradık ve bulamadık. Kimse de bilemedi nerede yattığını...***Örneğin, Müjdat Yetkiner: O da büyük futbolcu idi. Alzheimer denilen hastalığa yakalandı. Bu hastalıkla dört yıl boğuştu ama onu yenemedi. Sık sık yanında oldum ama hiçbir yöneticinin onu gelip ziyaret ettiğini görmedim. O da sessiz sedasız bu dünyayı terk etti, gitti...***Örneğin, Murat Alyüz: Fenerbahçe’nin ve Milli Takımımızın geçilmez sağ beki idi. Bir maçta kafasına yediği tekme yüzünden on santimlik yarık ile maça devam etmişti. Tifüs hastalığına yakalandığında da yine sahadaydı. Son zamanlarında Yüksekkaldırım’daki bir hastanede yatmıştı. Sık sık onun da ziyaretine gitmiştim. Ama yöneticilerden herhangi birine rastladığımı hatırlamıyorum...***Örneğin, Ahmet Erol:Halen yaşıyor, Maltepe’de bir bakımevinde yatarak sürdürüyor yaşamını. Temiz bir köylü çocuğu idi. Sırtında bira kasaları taşıdı ve zamanla bir işadamı oldu. İşadamı olmuştu ama karşısına çıkan insanlar onun temiz düşüncelerinden yararlanıp, adeta kanını emdiler. Sonunda beş parasız kaldı. Futbol oynadığı dönemde iki dizinden de sakatlandığı bir dönemi hatırlarım. Dünyada bir örneği daha görülmeyeceğini düşündüğüm bir şey yapmıştı. Otomobil iç lastiğinden oluşturulan bantlarla sardı dizlerini ve de sahaya çıkmıştı. Milli Takım santraforu da oldu. Yatağa düştüğünden itibaren hiç yalnız bırakmadık onu. Üç yıl boyunca onun için çok uğraştık. Onu da hiçbir yöneticinin ziyaret ettiğini hatırlamıyorum. Sadece Aziz Yıldırım, ziyaretine gelmemişti ama yüklüce bir para yardımı yapmıştı. Bu da güzel bir davranış olarak hafızamıza yazıldı. Ahmet’i kendi elimle bakımevine yatırırken, gözlerimin yaşardığını hiç unutmuyorum...***Örneğin, Nedim Günar:O da yaşıyor ama kaderi ondan öncekiler gibi. Daha da tehlikeli demans (unutkanlık) geçiriyor. O da bakımevinde. Ona da pek uğrayan yok...***“Halit abi” Lefter’i ziyaretten dönerken karaladıklarını “örnek gösterdiğim, büyük Fenerbahçeli futbolcular, sayabildiklerim bu kadarla sınırlı değil!” dedikten sonra bizim yazımızı hatırladı:“Evet, haklısınız... Bir kelime ilavesiyle, sizin dediğiniz gibi, bu solan bahçede gerçek bülbüllere yer yok!”***Aldırma “Halit abi” aldırma!Varsın bahçede eski bülbüllere yer olmasın.Bahçe yerinde dursun da...Fenerbahçe gibi...

Yazının Devamı

Gazeteci yazar olmak kolay değil

Herkes her şeyi bilebilir mi? Bu sorunun cevabı doğal olarak, olur mu canım? Tabii ki ‘herkes her şeyi bilemez’. Ama bizim toplumda değil. Bizim insanlarımız her şeyi bilir! Maşallah hepsi süper zekalıdır! Tek bilmedikleri şey, bir insan tarafından her şeyin bilinemeyeceğidir. Adam, bir kasaba avukatıdır ve bir partinin sempatizanıdır. Aday yapılır ve parlamentoya girer. Düşlerinde bakan olacağını görür ve de hayal eder. Ama olamaz. Kırılmasın diye ‘Haydi ona da Spor Bakanlığı’nı verelim de kapatalım” derler. Oysa adamcağız sporun “s”sini bile bilmez. Hiç ilgilenmemiştir. Ne bilsin günün birinde spor bakanı olacağını? Bırakın sporu, askerliğini bile yapmamış olabilir. Fakat 70 milyonluk ülkenin spor işlerinden tek sorumlu insan olur. Sonra da ülke sporundan yakınır dururuz. Federasyon başkanları da öyledir. Onların da çoğunun futbolla ilgileri yoktur. Biraz zengin, biraz politikacı hatta biraz da mafyanın adamı olmaları yeterlidir. Seçimleri demokratiktir ama nedense sandıktan çıkanların demokratikliği tartışılır.Kulüp Başkanlarını da bundan soyutlamak olanaksızdır. Şimdiye kadar gelmiş geçmiş başkanların içinde spor ile ve de özellikle futbol ile ilgili olanların sayısı azdır. Çoğunun ekonomik durumları iyi oldukları için seçilmişlerdir. Spor yazarlarımıza da şöyle bir bakalım. Onların da çoğunun futbolla pek ilgisi yoktur. İçlerinde üniversiteyi bitiren parmakla gösterilir. Mürekkebi kurumadan eline kalemi bir de kağıdı alıp, boynuna da fotoğraf makinesini asınca spor yazarı! Olduklarını zannederler. Hatta birkaç yıl sonra kendilerinin gazeteci yazar olduklarına ve de futbolu çok iyi bildiklerine kendilerini inandırırlar. Başkalarını da inandırmak isterler.Ünlü olmuş futbolcuların da futbolu bıraktıktan sonra spor yazarlığı koltukları hazırdır. Gazeteye adeta paraşütle inerler. Bu paraşütle inenlerin kimliği kişiliği, bilgisi, becerisi hiç önemli değildir. Ben de 1964 yılında gazete yazarlığına böyle başlamıştım. Orijinimi soran, sorgulayan olmamıştı. Bu tarz hala da devam ediyor. Bu nedenle de kaliteli bir spor basını da bir türlü gerçekleşemiyor. Göreve gelir gelmez 8 sütun manşetten yazı yazarlar. Hem de kendilerinden deneyimli spor yazarlarının tepesinde. Şöhretlerinden başka özellikleri olmayanlar bile astronomik maaş alırlar. Çünkü şöhretlidirler. Futbolculukta ünleri vardır. Belirli bir hayran kitlesine sahiptirler. Okuyucunun ilgisini çekip, tirajın artmasına vesile olacaklardır. Üstelik de çok büyük yazarmış gibi havalara girerler. Oysa bu noktalara gelmek için insanların belirli bir eğitimi, deneyimi ve de yazı yazma yeteneğinin olması gerekir. Basın ve onun olmazsa olmazı olan, haber alma özgürlüğü çok önemlidir. Onun kapısı her gelene kolaylıkla açılmamalıdır. Diğer taraftan da 3 lisan bilen gençler asgari ücretli bir işe girmek için insan kaynaklarının kapısının önünde ter döküyor. Ne için? Bir işe girip de asgari ücreti almak için. Oysa bazı basın mensupları bu asgari ücreti çok kısa bir süre için cep harçlığı yapıyor. Nasıl bir çelişkidir? Nasıl bir dengedir? Anlamıyorum. Anlayamayacağım da...Her meslekte olması gerektiği gibi basında da en küçük kademeden, en yüksek kademeye kadar mesleki kriterlerin belirlenmesi ve insanların bu kriterlere göre seçilip, istihdam edilmesi gerekir. Ne zaman ki ‘adama göre iş yaratmak’ yerine ‘işe göre adam’ seçmeyi becerebiliriz, işte o zaman kaliteyi yakalamak adına yol kat etmiş sayılırız. Yazar olmak, önemlidir. Belirli bir konunun yazarı ya da yorumcusu olmak daha da önemlidir. Hem konunun uzmanı olması hem de yazı ya da ifade yeteneğinin güzel olması çok önemlidir. İfade etmeye çalıştığım örneklerden de anlaşılacağı üzere, ülkemizdeki futbol yazarları ya işin içinden geliyor ama ifade ya da yazma yetenekleri yok. Ya da Futbol ile hiç alakası olmayanların ifade ya da yazı yeteneği var. Oysa bu özellikler, bir futbol yazarında ya da yorumcusunda olması gereken özelliklerdir bence.1964’ten beri yazıyorum. Yeteneğim mi yok bilmiyorum. Gazeteci olmak için donanım müsait ama hala kendimi gazeteci yazar olarak görmüyorum. Demek ki ne harika insanlar var ülkemizde!Hoş sözler ama boş sözlerHepimizin bildiği gibi çoğumuz değişik karakter yapısına sahibiz. Bazılarımızın kendilerine özgü takıntıları olabilir. Hemen aklıma geliveren bunlardan biri, insanın kendisini gerekli gereksiz methetmesidir. Bu tip insanlara megaloman deniyor bildiğim kadarıyla. Etrafımızda bu insanlar çokça var. Örneğin kral, imparator, profesör gibi lakaplar yakıştırıyoruz teknik direktörlere. Hoş sözler bunlar ama bir o kadar da boş sözler. Ne var ki buna inanan teknik direktörlerimiz de yok değil.. Gerçekten kendilerinin dâhi ya da profesör olduklarına inanıyorlar. İşte hastalık burada başlıyor. Bundan kurtulmak çok zor. Basından öğrendiğimiz kadarı ile Mustafa Denizli de göreve gelir gelmez ayağının tozu ile Galatasaray’ı Lig ve Avrupa şampiyonu yapacağını söylüyor. Mustafa Hoca da kendisinin sihirbaz olduğunu sanıyor galiba!

Yazının Devamı

Düzenin adamı olmak kolay değil!..

Galatasaray’ın teknik direktörü Hamza Hamzaoğlu görevinden ayrıldı. Hem de çok önemli bir zamanda. Ama kovulmadan, itilmeden, kakılmadan... Ben de bir spor adamı olarak, hiç tanımadığım halde Hamzaoğlu’nun bu hareketini alkışlıyorum. Türkiye’de pek de alışılmamış bir davranış biçimidir bu, insanın oturduğu makamdan kendiliğinden ayrılması... Galatasaray, Hamzaoğlu’nun yerine Mustafa Denizli ile anlaştı. Mustafa Denizli de hazır ve nazırdı zaten. Bütün yandaş basın tarafından destekleniyor. Kim bilir ne kadar ücret istedi?Denizli’nin futbolunu gördüm ama hiçbir zaman birbirimize yakın olamadık. Buna fırsat da olmadı. İzmir’de futbol oynadığı günleri anımsarım. Hiç de kötü değildi hatta beğenirdim. Raket gibi bir sol ayağı vardı. Ancak, o günkü koşullara göre büyük bir futbolcu sayılmazdı. Sonraları İstanbul’a geldi. Büyük takımlarda futbol oynadı. Futbolu bıraktıktan sonra da teknik direktör oldu. Yurt içinde ve dışında hatırı sayılır bir ilgi gördü. Ama devamlılık için dikiş tutturamadı. Nedendir, bilemiyorum?... Peki ne yapıyordu Mustafa Denizli? Bir Televizyon kanalında sözüm ona Türk futbolunu kurtarmak için önerilerde bulunuyordu. Bence böyle teknik adamlar, karamboller için kendine zemin hazırlıyor. Bence Denizli hatta Fatih Terim gibi bulunmaz Hint kumaşı olan teknik direktörlerimizin, kolaylıkla herkesin beceremediği bazı yetenekleri de var. Futbollarından ziyade bu teknik adamlar bir düzen adamı olmuşlar. Çok çalışmışlar böyle olmak için. Kolay mı düzenin adamı olmak? Herkesin yapabileceği bir şey değil. Düzenin adamı olamadığınız sürece pek bir şey olamazsınız. Aslında en az onlar kadar bilgi ve yeteneği olan, teknik adamlık görevini yapabilecek başka futbolcularımız da var ama onların isimleri hiç geçmiyor. Düzenin adamları, ne zaman büyük takımlarda bir kriz olsa isimleri tartışmaya getiriliyor. Aynı isimlerin etrafında dönüp dolaşıyoruz.Olun bakalım düzenin adamı. Nasıl olacaksınız? Çok zor. Denizli büyük takımlar içinde Fenerbahçe’yi de çalıştırdı. Onda da başarılı oldu. Ne var ki bu başarısı karşısında yandaşlarının özellikle medyanın dolduruşu ile kendisini “Fenerbahçe’ye futbolun içinden gelerek şampiyon yapan ilk Türk teknik direktörü” olarak biliyor. Çünkü öyle lanse edildi.Ben sözcüğünü sevmiyorum. Çok iddialı bir sözcük. Aynı zamanda da demokratik bir sözcük değil ama bazen bu sözcüğü kullanmak zorunda kalıyorum. Şimdi olduğu gibi.Ben Fenerbahçe’de genç takımdan başlayarak 11 yıl futbol oynadıktan sonra Fenerbahçe’ye teknik direktör oldum. Daha doğrusu ben olmadım da Fenerbahçe taraftarı yaptı. En yakın rakibimizden 8 puan geride olmamıza rağmen takım şampiyon çıkmıştı. Aslında genç takımdan yetişip de Fenerbahçe’de teknik adamlık yapan ve döneminde takımının şampiyon çıktığı tek Türk futbolcusu benim ama bunu yıllar yılı söyleyemedim. Nasılsa Fenerbahçe tarihinde bütün bunlar yazıyor diye. Ancak, Yıllar sonra bu “Futbolculuktan gelip de takımını şampiyon yapan ilk yerli antrenör” unvanı Denizli için kullanılınca basında bunu konu etmek zorunda kaldım. Denizli hala o hayal ile mi yaşıyor? Bilmiyorum. Her zaman düşünürüm ve de aklıma takılır. Takımlar sık sık teknik direktörleri dışlarlar, avamın isteğine göre kovarlar. Bir süre geçtikten sonra onları tekrara göreve getirmeye çalışırlar. Madem iyi teknik direktördü neden kovuldu? Madem kötü teknik direktördü de kovdunuz neden tekrar alırsınız? Cevabı olmayan sorular bunlar. Şunu da söyleyeyim Mustafa Denizli deyince benim aklıma hemen milli takım teknik direktörüyken, İngiltere Wembley stadında 8-0 olan yenilgiyi hatırlarım. O yıllar Mustafa Denizli, Hıncal Uluç ile de iyi arkadaştı. Londra’da antrenmana takımla birlikte Hıncal Uluç da çıkmış ve kamuoyu tarafından çok eleştirilmişti. Sonra da Denizli, Milli Takımdan dışlandı. İnsan 10 sene önce neyse şimdi de odur. Güzel bir anı değil ama aklıma geliyor işte. Futbolda mantık aramak mantıksızlıktırGalatasaray-Antalyaspor maçı halen tartışılıyor. Gerçekten de ilginç bir maç. Oyunun normal süresini berabere tamamlayan Galatasaray takımı 90+1 de Selçuk İnan’ın golüyle öne geçti Ama 2 dakika sonra Antalya bu gole karşılık verdi. Ve maç 3-3 berabere bitti. Ender görülen maç sonuçlarından biri. Tabi bu konuyla ilgili çeşitli yorumlar var basında... Bazı futbol profesörleri var ki yorumlarını hayretle okuyorum. “Efendim Umut ve Burak başta olmak üzere sarı-kırmızılı forvetlere idman harici son vuruş çalıştırmalıymış...”Böyle bir son vuruş çalışması var mıdır? Kaldı ki bu forvet futbolcular, neredeyse futbol hayatlarının yarısını geçmişler son derece deneyimli futbolcular. Burak Yılmaz Şampiyonlar Ligi’nde oynamış gol atmış, ayrıca gol kralı olmuş. Bu forvetlere mi son vuruş çalışması yaptırılacak..? Sonra böyle profesörler varken neden yabancılara milyon avrolar veriyoruz. Futbol öyle bir oyundur ki 2 saniye içinde her şey tersyüz olabilir. Bilimsel bir yanı yoktur. Müspet bilim değildir. Rastlantılar önem kazanır. Ne yazık ki futbol medyasında futbol denilen mantıksız bir oyunu mantıkla anlatmaya kalkan birtakım mantıksız spor yazarları var. Oysa futbolda mantık değil rastlantılar önem kazanır. Bunu çok iyi bilmek lazım...

Yazının Devamı

Bizim kuşaktan ilginç hikayeler

Can Bartu’nun ilginç muzipliği; 1959 yılında, Fenerbahçe’nin Avrupa Şampiyonlar Ligi’nde rakibi Nice takımıdır. İlk maç İstanbul’da oynanmış ve 1-1 berabere sonuçlanmıştır. İkinci maç Fransa’nın Nice şehrindedir. O maçtaki skor da 1-1 olmuştur.. Averaj eşit olduğundan üçüncü maç İsviçre’de yapılacaktır.

O yıllar Türkiye’de Türk Parasını Koruma Kanunu yürürlüktedir. Yurt dışına belirli bir miktardan fazla yabancı para çıkartmak yasaktır. Buna rağmen kafilede bu yasağa pek aldırış eden yoktu. Gümrük memuru, yapılan kontrolde masörümüzdeki fazla paraları görünce Masör Hikmet Arıtan’a ‘Yasak olduğunu bilmiyor musun?’ diye sorar. O da cebinden bir miktar para çıkartıp; ‘Bunlar benim, ötekiler başkasının’ der. Maçta 5-1 yenilirler.

Yazının Devamı

İngilizlerin keşfettiği WM sistemi

Fenerbahçe Avrupa grup eleme maçında İstanbul’da 1-0 yendiği, gençlerden kurulu Ajax takımıyla Amsterdam’da 0-0 berabere kaldı. Ve hesapları altüst ederek de gruptan çıkma hususunda tartışmaya girdi. Ama taraftarın bir tesellisi var. Olsun takım iyi oynadı ama. Geçerli mi? Bilmiyorum. İyi oynayıp da yenselerdi daha iyi olmaz mıydı.? Tabii ki iyi oynamak çok güzel de önemli olan o kadar fazla gol fırsatı kaçırmamaktı. Fenerbahçe aldığı yabancı futbolculara astronomik rakamlar ödedi. Bu rakamlar sadece Türkiye’de kupa, maç kazanmak için değil Avrupa’da da varlık göstermek ve kupa kazanmak içindi. Ama soruyorum size bu oynadıkları oyunlarla bu umut gerçekleşebilir mi? Bir türlü doğru dürüst futbol oynayamıyorlar. Böyle bir önemli maçta o kadar evrensel yıldızlar içinde Volkan ŞEN gibi bir futbolcu büyük yıldız olarak tabir ettiğimiz futbolculardan çok daha fazla göz doldurdu. Tam manasıyla bir çelişki. Ama her maç öncesi ve sonrası takımların teknik direktörleri kendilerince halka masal anlatıyorlar. Fenerbahçe’nin antrenörü de aynı şeyi yapıyor. Ama teknik direktörleri eleştirmek istemiyorum. Ben de bu görevde bulunduğum için de ‘vardır bir bildiği’ diyorum.Fenerbahçe teknik direktörü Pereira, bizim hareketlerini eleştirdiğimiz Yılmaz Vural’ın sanki bir fotokopisi.. Demeçler veriyor. Gizli taktikleri varmış da , bunu kimse duymamalı imiş, bunları maç günü açıklayacakmış da vs vs ... bir takım masallar... Halkımız bunlara inanmak istiyor ve inanıyor da. Ben çok eski bir futbolcu olarak bunları hayretle dinliyorum. Şu gerçeği unutmamamız gerekiyor. Sadece formüllerle ve taktiklerle bir takım başarılı olamaz. Bilindiği üzere dünya futbol ekollerinin söylediği gibi teknik direktörün bir takıma katkısı sadece yüzde onbeş. Tabiidir ki birtakım teknik ve taktikler vardır. Çelik çomak oynamanın bile bir taktiği vardır.Takımları başarıya götürecek olan futbolculardır. Uygun mevkilerde oynayabilecek futbolcuları bulamazsanız, bu teknik ve taktikleri nasıl uygulayacaksınız? Bu nedenle her fırsatta, yerli olsun yabancı olsun transfer edilecek futbolcularda bazı önemli özelliklerin aranması ve futbolcuların bunlara göre değerlendirilip, takıma alınması gerektiği konusunda fikrimi ifade ediyorum. Ancak, görülen odur ki futbolcunun takımda yer alacağı mevkinin gerektirdiği özelliklere pek dikkat edilmiyor. Ben 1937 yılında futbola başladım. O yıllarda futbolda, İngilizlerin keşfettiği WM sistemi vardı. Yıllar yılı Fenerbahçe takımı da WM sistemi ile oynadı. Ben oynadığım sürece de bu sistemin değişmesiyle ilgili soyunma odalarında hiçbir konuşma olmamıştır. Fakat o yıllarda bir Macar takımı vardı ki. Dünyaya bir daha böyle bir takım gelebilir mi? Gelmiş midir? Ben görmedim ve bilmiyorum. Macaristan’ın Sosyalist futbolu, 1960’lı yıllarda İngiltere’ye gelene kadar tüm dünyada kabul gören bu sistem, Macar milli takımının İngiliz milli takımına bir maçta 6, diğer maçta 7 gol atmasıyla tahtından yuvarlandı adeta ve yerini Brezilya’nın 4-2-4 sistemine bıraktı. Bu tarihe kadar pek çok takım bu sistemi uygulayıp başarılı oldu. Bu sistemde futbolcuların dizilişi aşağıdaki gibi olurdu:Bu sistemde bekler, açık oynayanları, haflar iç oyuncuları marke ederdi. Bugünkü gibi çift stoper düşünülmezdi. Aynı zamanda sağ ve sol açık son derece hızlı, santrafor da delici ve kafa vurma yeteneğine sahip olan oyuncular olurdu.İşte bu Macar takımı İngiltere takım adalarında İngilizleri böyle bir mağlubiyete uğrattıktan sonra bu sistem iflas etti.WM Sistemi çok iyi bir sistemdi. Açık oynanırdı. Zevkle izlenirdi. Karşılaşmalar çok gollü olurdu. Takım rahatlıkla hem ofansif hem defansif anlamda çok başarılı olurdu. İngiltere’nin bu feci mağlubiyetinden sonra aşağı yukarı Avrupa’nın bütün takımları WM sisteminden vazgeçtiler. Katenaçyo sistemi... Yani birtakım savunma taktikleri koydular ortaya... 4-4-2, 4-4-3, 3-5-2, 4-2-4 gibi numaralı birtakım sistemler konuldu. Ne var ki böyle bir savunmaya dayalı sistemde futbol tam anlamıyla güzelliğini kaybetti. Bir gerçeği daha hatırlatmakta yarar görüyorum. Her zaman söylediğim ve inandığım bir şeyi tekrar etmek istiyorum. Hiçbir teknik direktör çalıştırdığı takıma kişilik veremez. Aksine kişilik alır.Bence bir teknik direktör elindeki futbolcularla tam bir koordinasyon içinde olmalı, onlara babalık yapmalı, futbolcuların gözünde güvenilirliğini sağlamalı, herkese eşit mesafede davranarak haksızlık yapmamalı.Antrenör futbol öğretemez ama futbolcularına örnek olur. Futbolun içinden gelmesi, futbolcuları arasında ayrımcılık yapmaması, onların haklarını savunması, takımın koordinasyon içinde olması, sorumluluk vermesi, futbolcuların arasında saygınlığı olması ve sayılması gerekir. Güvenilir ve basınla ilişkileri yumuşak olmalıdır. İşte futbolcularına öğretmesi gereken bu konulardır.Gülerken ağlamak ağlarken gülmek...Geçtiğimizin hafta tarihin en ilginç maçlarından birini izledik. Rizespor-Galatasaray. Maçın normal süresinde Galatasaray 3-2 galip durumda iken 4 dakikalık uzatmada art arda 2 golü birden kalesinde gördü. Galatasaray, Rizespor karşısında 4-3 skorla maçı bitirdi. Futbol matematiksel bir oyun değildir. Her zaman iki artı iki dört etmez. Artık maç böyle biter diye düşünüldüğü anda her şey bir anda tersine döndü. Futbolda saniyelerin ne getireceği belli olmaz. İstenmeyen sonuç ecel gibi geldi. Kimseyi suçlamamak gerekir. Selçuk ve Hakan’ın sakatlanması bir de Umut’un kırmızı kartı görerek ceza alması Galatasaray takımının oyununu olumsuz yönde etkiledi.. Belki de bu maçı futbolun tanrısı böyle istedi. Şöyle böyle olsaydı demek anlamsız.. Kimseyi suçlamak da öyle sanırım.Her iki takımın da teknik direktörleri dramatik bir olay yaşadılar. Bir anlamda biri gülerken ağladı diğeri ağlarken güldü. İşte futbol böyle bir oyun.

Yazının Devamı

Kim kiminle dalga geçiyor?

Fenerbahçe-Osmanlı Spor karşısında bir amatör takım kadar etkisizdi. Bütün taraftarlarla beraber ben de çok üzüldüm. Böyle büyük bir takım ve büyük transferler yapan bir kulüp nasıl olur da bu kadar zevksiz bir maç oynar. Tamam, futbol skor oyunudur. Ama maç izlerken de taraftar keyif almak ister Biz bu maçta futbol adına hiç keyif almadık.Bir takım, her hafta iyi oynayamaz. Ama Fenerbahçe, ligin başladığı tarihten itibaren bir türlü istikrar sağlayamıyorsa bunun elbette bir nedeni vardır. Evrensel boyutta yabancı transferler yapan Fenerbahçe takımının sıradan bir takımdan farkı yoktu. Maç sonrası Fenerbahçe teknik direktörü Pereira’nın basın toplantısında bir gazetecinin sorusuna verdiği cevap çok anlamlıydı. Bir basın mensubunun sorduğu soru karşısında “Siz benimle dalga mı geçiyorsunuz?” diyerek toplantıyı sonlandırdı. Hayır biz yabancı teknik direktörlerle dalga geçmiyoruz. Ne var ki onlar bizimle dalga geçiyor ve bu da yıllardan beri devam ediyor. Ama bir türlü farkına varamıyoruz. Avrupa’nın en büyük futbolcularını alıyoruz, onlardan bir türlü faydalanamıyoruz. Siyasette, ekonomide sosyal meselelerde adeta bir sömürü ülkesine döndük. Türkiye’yi gelen sömürüyor, giden sömürüyor. İşin en ilginç yönü de Türkiye’yi sömürenler çok mutlu. Sömürülen Türkiye de sömürülenler daha da mutlu. Bu nedenle de biz bir türlü kalkınmış değil de kalkınmakta olan ülke durumundan ileri gidemiyoruz. Yıllardan beri aşağı yukarı dünyanın ünlü takımlarından onlarca teknik direktör getirdik. Söyleyebilir misiniz gelmiş geçmiş teknik direktör ve oyunculardan ne kadar randıman aldık ve de alıyoruz. Bir Alex, Hodjong ve Hagi’den başka hangisi dikiş tutturmuş. Yabancı futbolculara şimdiye kadar ödenen paralarla, sadece kulüplerin kasaları boşalmıştır.Peki bizim yetiştirdiklerimiz ne oluyor. Neden onlardan faydalanamıyoruz. Fatih Terim, Aykut Kocaman , Ersun Yenal, Mesut Bakkal, İsmail Kartal, Ertuğrul Sağlam, Hamza Hamzaoğlu, Şenol Güneş Rıza Çalımbay ve diğerleri, yurdumuza gelen yabancı teknik direktörlerden hangisi bu saydığımız isimlerden daha iyi. Yabancılar hakkında şartlanmışız bir kere. Yabancı olsun da nasıl olursa olsun. Hiç bunu düşünen yok. Yurt dışından büyük takımlarda futbol oynamış yıldız futbolcuları getiriyor ve de onlardan, verdiğimiz döviz kadar randıman almayı bekliyoruz. Bir türlü olmuyor. Bakış açılarımız farklı. Bizim ülkemizde Karun gibi lale devri yaşıyorlar, her türlü olanaklar sunuluyor ve de ikinci baharlarını yaşıyorlar. Üstelik de bu dökülmüş halleriyle bizim insanlarımızı beğenmiyorlar.Ben Fenerbahçeliyim. İçinden hiç çıkmadım. Bu nedenle de Fenerbahçe’yi çok iyi tanırım. Futbolcu yetiştirebilmek için bir alt yapısı var ki Avrupa dahil böyle bir alt yapı kaç kulüpte vardır? Sevgi açısından da iktidardır Fenerbahçe. Bu altyapıya girmek isteyen çocukların aileleri, çareler ararlar Fenerbahçe alt yapısına vermek için çocuklarını ve çaba sarf ederler. Ama neden oradan Avrupa çapında bir futbolcu yetişmez? Hem de yıllardan beri. Yapılan masraf da bir hayli fazladır. Ama olmuyor, olmuyor. Hiç kimse anasından iyi futbolcu olarak doğmaz. Sonraları yetenekleri geliştirilir. Messi, Ronalda, Alex de öyledir. Peki onlar büyük futbolcu oluyor da bizim alt yapılarımızdan böyle dünya çapında futbolcular yetişmiyor. Fizik yapılarında büyük farklar yok. Özrümüz nedir? Maç sonrasında içeriksiz tartışmalar laf salataları yapacağımıza bunların nedenini niçinini düşünelim. Biraz bu konulara ilgilenirsek faydası olur kanaatindeyim.Kupa sendromu!Trabzonspor Başkanı İbrahim Hacıosmanoğlu geçtiğimiz hafta Gaziantep maçından sonra maçı iyi idare etmedikleri için hakemleri gece yarısına kadar odalarından dışarı çıkarmadı. Bu insanları alıkoymakla hürriyetlerini elinden aldı. Hukukçu değilim. Böyle bir davranışın ceza yasasında elbette bir karşılığı vardır. Ama bunun ötesinde bu olay insanlık dışıdır. Peki, bu devletin savcıları yok mu? Elbette var ama bazen hukuk güçlüler için geçerli olabiliyor.Ne var ki böyle bir durumun arkasında basından okuduğumuz kadarıyla Cumhurbaşkanı’nın bile olduğu söyleniyor. Doğruluk derecesi nedir bilemiyorum. Ben Trabzonlu değilim ama Trabzonluları ve dolayısıyla futbolcularını severim. Yetenekli ve becerikli insanlardır Karadeniz’in insanları.Futbol açısından Trabzonspor tam anlamıyla Karadeniz ekoludur. Faroz İdman Ocağı’ndan yetişip çok başarılı olmuş kimseler var. Bunlardan hemen aklıma gelen iki kişiden bahsetmek istiyorum.Hasan Polat var ki Trabzon’da yetişmiş, Gençlerbirliği, Beşiktaş ve Harp Okulu takımları ile Milli Takım’da forma giymiş, Trabzon milletvekilliği görevinde bulunmuştur. Gençlerbirliği Kulübü Başkanlığını da yapmıştı. Gerek futbolcu, gerek kulüp başkanı, gerekse de Futbol Federasyonu Başkanı olarak görevlerini başarı ile yerine getirmiştir.Şimdi yaşadığımız kuşak Şenol Güneş’i çok iyi bilir... Trabzonspor’da oynamış milli takım antrenörlüğü yapmış ve dünya üçüncüsü olmuş, başarılı bir antrenörümüzdür. İşte böyle şanlı bir tarihe sahip olan Trabzonspor’un Başkanı İbrahim Hacıosmanoğlu’nun davranışlarını anlamak mümkün değil. Neymiş efendim, Fenerbahçe’nin 2011’deki şampiyonluğunu, UEFA’dan çıkan kararla Avrupa kupalarından men edildiği için şampiyonluk kupasını, Trabzonspor’un alması gerekiyormuş! Kanımca kendisi tam anlamıyla sanki zaman zaman nükseden bir kupa sarasına yakalanmış. Tedavisi var mı? Bilemiyorum. Bence buna ders verecek olanlar, Trabzon halkının kendisidir... Bu tip söylemler Trabzonspor’un kişiliğine her zaman gölge düşürür.

Yazının Devamı

Saat 12’ye 5 var

Başkanımız Aziz Yıldırım zaman zaman soyunma odalarına giderek futbolculara hatta karşı takım oyuncularına veya federasyon görevlilerine ayar veriyor. Bu nedenle de gelmiş geçmiş başkanlar arasında bir ilki gerçekleştiriyor ve bu yüzden zaman zaman ceza alıyordu. Oysa ki arkasında onu idol sayan büyük bir kitle var. Bence yaptığı iş doğru değil. Bu olaylar sonucunda rakipler tarafından kendi düşünce istikametlerinde yorumlar da yapıyorlar. Bu da bir gerçek. Başkan neden bu şekilde davranıyor bilemiyoruz. Peki başkan bizim soyunma odasına girip futbolculara ayar verirken milyon avro verilen yabancı teknik direktörler ne yapıyorlar bilemiyoruz. Sanırım bir korkuluk gibi sessiz sedasız kalıp tepki göstermiyor. Benim anlamadığım bir nokta var. Bir kulüp hem kurumsallaşacak, demokrat olacak hem de tepeden idare edilecek. Böyle bir şey olamaz. Bence başkanın yeri Fenerbahçe soyunma odaları değil basın tribününde ki görkemli koltuğudur.Fenerbahçe tarihine şimdiye dek 34 başkan gelmiş. Bunların aşağı yukarı yarısını tanırım. Hatta birkaç tanesinin de başkan seçilmesinde büyük rolüm olmuştur... Bunların hiçbirinin soyunma odasına gelerek futbolculara ayar verdiğini hatırlamıyorum. Bir keresinde hatırladığım bir olay var. Fenerbahçe Saraçoğlu Stadı’nda bir Fenerbahçe-Galatasaray maçı oynadık ve 2-0 kazandık. Gollerin bir tanesini ben attım. Maç sonrası ismi adeta Fenerbahçe ile bütünleşmiş Başkan Zeki Rıza Sporel’in soyunma odasına doğru geldiğini gördüm. Soyunma odasının tam da kapısında beni gördü. Bu günkü gibi başkanların galibiyetlerde futbolcuyu havaya çıkartmak, onların boynuna sarılıp tebrik etmek gibi bir adetleri yoktu. Bana sadece “Afeyim Afeyim” dedi. Çünkü biraz peltek konuşurdu. Tebrik etti ve ensemi sıvazladı. Bunun dışında da soyunma odasına gelen başka bir başkan görmedim.Bir başka olay da ilginçtir. Yıl 1950 Fenerbahçe Kulübü Başkanı Demokrat Parti Haysiyet Divanı Başkanı Osman Kavrakoğlu’ydu. Kulüp başkanı ve Rize milletvekiliydi... Ceberut bir adamdı. Ben takım kaptanıydım. Antrenörümüz Peter Molley’di. Kendisi İskoç. Biraz İngilizce bildiğim için beraber gezip aynı odada kalıyorduk. Maç öncesi Kavrakoğlu sevdiği bir futbolcuya da takım kadrosuna alarak elinde bir listeyle geldi. Odamızın kapısını çalarak antrenöre bu listeyi uzattı. Molley bunu görünce kan beynine sıçradı. Ve Başkana hitaben ‘’Var ben antrenör yok sen antrenör’’. Türkçe bilmediği için bunları söyleyebilmişti. Yani sen antrenör değilsin ben antrenörüm demişti. Başkan odayı terk etti. Peter Molley ise bana bak Halit ben başkanının verdiği takıma itiraz etmeseydim belki birkaç yıl daha bu takımda kalırdım. Ama ben bir İskoç’um, bunu yapamam demişti. İşte böyle de mesleki onurunu zedeletmeyen teknik direktörlerde vardı ve olacaktır da...Benim çok önem verdiğim başka bir olay daha var. Yıl 1963-1964, ben Fenerbahçe takımının teknik direktörüydüm o tarihte. Kulüp başkanımız İsmet Uluğ. Çok sevilen, kulüp içinde kahraman sayılan ulusal savaşa katılmış olan, çok otoriter ve ilke sahibi bir insandı. Takımımızda da, değil Türkiye’nin belki de dünyanın çok iyi tanıdığı Lefter Küçükandoyadis vardı. Avrupa’da futbol oynamış ve Atina’ya dönmüştü. Şampiyon olabilmek için onu da Atina’dan İstanbul’a getirmişti... Ne var ki takımda Lefter, Fenerbahçe’ye Beşiktaş Kulübünden transfer edilmiş Senol ve Birol’un 90 biner lira almasını kıskanmış ve takımda sorunlar yaratmaya başlamıştı. Aralarında gizli sürtüşmeler başlamıştı. Bu sürtüşmenin takıma zarar verebileceğini düşündüm. O yıl maarif mükafatı maçlarında İzmir’in Altay takımıyla oynayacaktık. Kadıköy Riviera Oteli’nde kamp yapıyorduk. Lefter’i takıma koymak veya koymamak arasında ikilem içindeydim. Kararımı verdim ve maça 1 gün kala Lefter’i kadro dışı bıraktım. Hemen İsmet Uluğ beni telefonla arayarak “Bu büyük bir sorumluluk, bunu yapamazsın, Lefter’i kadroya al dedi. Ben ise ona İsmet Ağabey sen bunu bana söylememiş ol. Çünkü saat artık 12’ye 5 var” dedim. Basın ve bazı kimseler bu duruma tepki verdiler. Nasıl olur Lefter’le hem arkadaşsın hem de aynı takımda oynadın diye tepki verdiler... Ben de onlara ben hiçbir zaman arkadaşlığa dayanan yönetimlerin başarılı olamayacağını düşünürüm ve taviz vermem demiştim. Sonuç olarak da Leftersiz kadro ile Altay takımını yenip şampiyon olmuştuk...Fenerbahçe-Galatasaray ruhuYıllar yılı Fenerbahçe takımında top koşturdum. Galatasaray’la oynadığımız maçlardaki psikolojiyi çok iyi bilirim. Bu derbi maçlarından önce yapılan yorumların ve de varsayımların hiçbir önemi yoktur. İşte kanıtı bu hafta Fenerbahçe ilk yarıda sanki kedi yumakla oynar gibi Galatasaray’la oynadı... Bir çok gol pozisyonuna girdi. Ancak bu pozisyonlardan sadece bir tanesini gole çevirdi. Galatasaray ise oyun süresince değil iyi oynamak Fenerbahçe kalesine doğru dürüst şut atamadı. Ne var ki oyunun sonlarında umut edilmeyen 1 gol kazandı. Bu derbilerde kimseyi suçlamamak gerekir. Futbolcuların ayaklarıyla kafaları bir ahenk içinde çalışamaz. Bizim kuşakta dillerden düşmeyen bir slogan vardı. Bu takımların bir ruhla oynadığı Fenerbahçe ruhu veya Galatasaray ruhu denirdi. Doğrumuydu? Bence ye doğruya yakın bir doğruydu ama bu bizim bağrımızda yetişen futbolcular için söz konusuydu. Şimdilerde bu Fenerbahçe veya Galatasaray ruhunu pek hissedemiyoruz. Neredeyse takımlar 11 oyuncusunu dünyanın bir çok ülkelerinden getirdikleri futbolcularla oluşturuyorlar. Ve bunlarda nasıl bir Fenerbahçe-Galatasaray ruhu olabilir ki? Onlar için önemli olan alacakları avrolar.Bununla birlikte alıştığımız Fenerbahçe-Galatasaray derbilerinden biraz farklıydı. Genel olarak futbolcular topla oynadılar, birbirlerine kasti hareketlerde bulunmadılar. En güzel tarafı da olaysız bir derbi seyrettik ama futbol kalitesi açısından vasat bir derbiydi. İki takımı da kutlamak gerekir.

Yazının Devamı

Ali Şen ve Aziz Yıldırım

Fenerbahçe lokallerinde birkaç kişi bir araya geldiğinde ya da başka mekanlarda futbol meraklıları ile bir araya geldiğimizde otomatik olarak konu dönüp dolaşıp Fenerbahçe’ye gelir. Oyuncular, maçlar, şampiyonluk vs. Zaman zaman da kulüp başkanlarından söz edilir. Birbirleri ile kıyaslanır ve konuşmalar iyiden iyiye hararetlenir. Kimine göre bu başkan iyidir, başarılıdır, kimine göre bir başka başkan iyidir, başarılıdır. Her kafadan bir ses çıkar. Hemen herkesin bakış açısı farklı olduğu için konuşmalar enteresan boyutlara ulaşır. Aslında iyilik, soyut bir kavramdır. İnsanlara göre değişir. Hangisi daha iyi ya da başarılı diye konuşulduğunda, açıkçası ben ayırım yapmam. Fenerbahçe’ye gelmiş, 34 başkan var. Kiminin bir yönü iyi, kiminin bir başka yönü. Bu sebepten bir ayrım yapamam, yapanlara da pek kulak asmam. Çok çok benim yaptığım şey, içlerinden tanıdıklarımın hikayesini abartmadan, gerçeğine uygun olarak anlatmaktır. 34 Fenerbahçe Başkanı içinde Ali Şen ve Aziz Yıldırım bana enteresan gelen iki başkandır. Ali Şen ile Aziz Yıldırım ayrı ayrı kulvarlarda yarışan birer şampiyondur. Aralarında rekabet vardır. Bu rekabet içinde pek de birbirlerinden hoşlanmazlarBu gün onlardan biraz söz etmek istiyorum. Zaman zaman her ikisi için de diktatör diye nitelendirdim. Kızmış olabilirler. Ama bilek gücü ile, para gücü ile ve de siyasal güç ile iş başına gelen insanların siyasal terminolojideki ismi nedir? Değerlendirmesini yapabilirsiniz.Ali Şen ve Aziz Yıldırım isimlerini ülkemizde tanımayan yoktur. İkisi de çok renkli insanlardır. Benzerleri yoktur. İkisi de makyavelisttir ama hedefe gidişleri biraz farklıdır. Biri hedefe giderken önündeki engelleri yıkar. Diğeri daha yumuşak geçiş yapar. Tarzları onların kişisel özelliklerinden kaynaklanmaktadır.Bu iki önemli isim ile Fenerbahçe divan kurulu toplantılarında tartışmalarımız, mücadelelerimiz olmuştur. Ne var ki tüm mücadele, kongre salonunda kalmış, dışarıya taşmamıştır. İkisinin de her şeye rağmen beni sevdiğini sanırım. Aziz Yıldırım’ın Fenerbahçe’deki ilk günlerini anımsıyorum. Hasan Özaydın’ın Çengelköy’deki halı sahasındaki maçlarda oynardı. Ben de zaman zaman seyrederdim o maçları. Aziz Yıldırımı da oradan tanırım. Hatta bir halı saha maçı sonrasında hep birlikte yemeğe gitmiştik. Benim için bu ilkti ve de son oldu. Bir daha kimse Aziz Yıldırım ile bizi yan yana görmemiştir.1998 yılındaki Fenerbahçe Kongresi Aziz Yıldırım serüveninin mihenk taşı olmuş, başkanlıktaki rakibi Vefa Küçük’ü 1 oy farkla geçerek Fenerbahçe Kulübü’nün başkanı olmuştur. O günlerde Yıldırım, konuşmayı pek sevmeyen, cesur ve atak bir kişilik sergilemişti. Başkan seçildikten sonra, alt yapıdan üst yapıya kadar idari kademelerde reorganizasyona gidilmesi önemli ve ivedilikle yapılması gereken işlerdendi. Ayrıca hem yönetim kademesinde hem de mali konularda halletmesi gereken bir sürü sorun vardı. O günden bu günlere gelene kadar Fenerbahçe Kulübü’nü kendi vizyonu paralelinde değiştirmeye çalışmış ve tesisleşme konusunda yaptığı atılımları herkes yakından izlemiştir. Dereağzı tesislerinde Divan Kurulu toplantısı sonrasında bir tartışmamız olmuştu Aziz Yıldırım ile. Kürsüye çıkarak kendi üslubumla konuşma yapmıştım. Konuşma biraz sertti ve de bir hayli etkili olmuştu. Adetim hilafına kürsüden indikten sonra Yıldırım’a gidip elini sıktım ve Ona “Eğer kırdımsa özür dilerim” dedim. Aldığım cevap, “Ben senin konuşmalarından bir şey anlamadım ki” dedi. Ben de “ Ben Türkçe konuştum” demiştim. Bu olaydan iki ay sonraki toplantıya başka türlü hazırlandım. Çok dokunmuştu bana Yıldırım’ın verdiği cevap. Türkolog olan eşime; “Benim Türkçemi düzeltmiyorsun ve de böyle durumlara düşüyorum.” diye yarı şaka yarı ciddi sitem etmiştim. Yıldırım’a gerekli yanıtı vermek için dersimi çalışmaya başladım. Zaman zaman da ayna karşısında da prova yapıyordum. Toplantı günü gelip çattı. Kürsüye çıkar çıkmaz ilk cümlem; “Şimdi Türkçe konuşacağım” idi ve de Aziz Yıldırım’a hitaben. “Bu defaki konuşmam sizi tatmin edecektir umarım” demiştim. Bunlar çok eskilerde kaldı artık.Özetle, böyle başlayan mücadele uzun yıllar sürdü. Ama Yıldırım, hiç takaza etmedi. Bir kere bile “gözünün üstünde kaşın var” demedi. Cumhuriyetçi, Atatürkçü ve Laik olduğunu her platformda söylemesi, demokratik Fenerbahçe topluluğunu arkasına alması, yönetimlere karşı dik duruşu takdir edilecek davranışlardır.. Diğer yandan “Ali Şen Başkan Fenerbahçe Şampiyon” sloganını da küçükten büyüğe bu ülkede herkes bilir. Ali Şen de Fenerbahçe taraftarını ve basını arkasına almayı beceren başkanlardan biridir. Renkli kişiliği, insan ilişkilerindeki zarifliği, onun sevilen bir kulüp başkanı olmasındaki önemli etkenlerdendi. İnsan ilişkilerindeki başarısı, fazla sayıda yabancı dil bilmesinden de kaynaklanır. İkna yeteneği de güçlüdür.Fenerbahçe’nin şampiyonluğu Ali Şen’in hayallerinin daima birinci etabı olmuştur. Bunu da başarmıştır. İkinci etabı ise Fenerbahçe’nin Avrupa Şampiyonlar Liginde şampiyon olması idi. Ne yazık ki bu gerçekleşemedi.Herkesin bildiği gibi Ali Şen, ünlü iş adamlarımızdan biridir. Onun da Aziz Yıldırım gibi değişik bir yapısı vardır. Bu tip insanları anlamak ve anlatmak bir hayli zordur. Onda iyilik ve kötülüğün sınırı yoktur. Davranışları ya minimumdadır ya da maksimumdadır. “Kötü insanların da bir iyi tarafının olduğunu” söyleyerek, “işte ben insanların bu yönünü bulur ve onu kullanırım” der. Fenerbahçeli eski futbolcu rahmetli İbrahim İskeçe, Futbol Federasyonu Başkanı olduğunda Ali Şen’i “Dış İlişkiler görevlisi ve basın sözcüsü görevine getirmiş, Ali Şen’in Federasyon macerası böyle başlamıştı. Ali Şen’le iki kez Futbol Federasyonu’na girdim. Üçüncü kez devrin spor bakanı bana sosyal meselelerden, Şen’e de ticari meselelerinden dolayı ambargo koydu giremedik. Şen’le Federasyon’da anılarımız çoktur. Ali Şen her girdiği toplum içinde öne çıkmak için hiçbir manevi ve maddi olanakları kullanmaktan çekinmez. Federasyon başkanı değildi ama Federasyon Başkanından daha çok havalara girmişti.Hakkında yazdığım eleştiri yazılarına rağmen o da bana hiç olumsuz tepki vermemiştir. Olgunluğuna bakın ki hatta beni sevdiğini bile hem de yüzüme karşı söylemiştir. Bir seferinde konuşmamda. “Bozuk düzenler ancak bozuk düzen adamları tarafından yönetilir. Ali Şen’i görevinden alıp da bozuk düzenin bir başka adamını mı getireceksiniz?” demiştim. Bunun karşılığında Ali Şen bir zarf yollamıştı bana. Açtım. İçinde ne yazıyordu biliyor musunuz? “Halit Ağabey seni çok seviyorum” İşte böyle enteresan bir adamdır Ali Şen. Zeki bir adamdı. Ondan da öteye, insana pabucunu ters giydirir derler ya öyle bir yapıdaydı. Sovyet başkanı Yeltsin ile can ciğerdi. Türkiye Sovyet ilişkilerinde onun da payı olmuştur. Hatta öyle ki şölenlerde Yeltsin, Ali Şen’in şerefine kadeh bile kaldırmıştı. Ecevit kabinesine bakan bile seçtirmiş insandır. Bilmem daha başka söylenecek bir şey var mı?

Yazının Devamı