Hüseyin Vodinalı

huseyinvodinali@gmail.com

Son Yazıları

Le Mesurier'in ölümü Bağdadi ile bağlantılı mı?

Biri Türkiye sınırına 5 kilometre uzakta, diğeri İstanbul’un göbeğinde öldü. Resmi açıklama, Bağdadi’nin ABD saldırısında, İngiliz Ajanın ise intihar sonucu öldüğüydü. Ancak kimlikleri de dahil olmak üzere, nasıl öldükleri bile kesin değil. Ancak her ikisinin de bir biçimde tasfiye edildikleri kesin. Bağdadi, Irak’ta yerleşik bir Mossad ajanı iken, önce İhvan’ın, ardından ÖSO’nun ve devamında ise IŞİD’in içinde yer aldı. IŞİD’in bizatihi kurucusuydu. Irak’taki ABD ve İsrail istihbaratı tarafından kontrol ediliyordu. ABD, Körfez Arapları, İngiltere ve İsrail’in bir nevi terör lejyonuydu bunlar. Şova dönüşen vahşetiyle ünlü IŞİD’in görevi, Esad’ı devirmek olduğu kadar ABD’nin Suriye ve Irak’ta at oynatmasını sağlamaktı.Ve bu misyonu yerine getirdi. İngiliz Ajan James Gustaf Edward Le Mesurier’in görevi ise Ak Miğferler adında bir sözde sivil toplum kuruluşu oluşturarak, Suriye’de Esad rejiminin kimyasal saldırı yaptığı görüntüsünü vermekti. O da görevini yerine getirdi. Bağdadi 27 Ekim’de, Mesurier 11 Kasım’da öldü.2 hafta içinde 2 Batı ajanı tasfiye edildi. Çünkü Suriye’ye Atlantik-İsrail tecavüzü hakkında fazla şey biliyorlardı. Ve her ikisi de artık deşifre olmak üzereydi. Bağdadi’nin İsrail ve Amerikan bağlantıları ortalıktaydı. ABD’nin faşist senatörü John Mc Cain ile ÖSO bayrağı altındaki pozları her şeyi anlatıyordu. O anlatmasa yaralı IŞİD teröristlerinin İsrail’deki tedavi görüntüleri anlatıyordu. Üyelerinin çoğu El Kaideci – Nusracı olan Ak Miğferleri’n de sahte ölü-yaralı makyaj odaları, ölen çocukların kalkıp gittikleri videolar da deşifre olmuştu. Mesurier ölümünden önce tedirgin ve bunalımdaydı, çünkü Bağdadi’nin tasfiyesi sonrası sıranın kendisine geleceğini anlamıştı. Tedirginliği, iddiaların aksine para yüzünden değildi. Kimse eski bir ajanını yediği para yüzünden öldürmez, sadece ve sadece konuşmasın diye öldürür. Tıpkı Usame Bin Ladin ve Miloseviç’in ölümü gibi. Bin Ladin, “öldürülmesinden” çok önce öldürülmüştü. Lahey’de yargılanan Miloseviç ise Yugoslavya’ya gerçekte ne olduğu hakkında konuşmaya başlamıştı ki, bir anda hücresinde ölüverdi.Bu furyaya aslında Amerikalı çocuk fahişe satıcısı Jeffrey Epstein’i da ekleyebiliriz. İsrail gizli servisi adına çalışan “sapık milyarder” Epstein, İngiltere Kraliyet ailesinden tutun da, Tony Blair, Bill Clinton ve Trump’a kadar yüzlerce siyasetçinin ‘uygunsuz kayıtlarını’ almıştı.Bu arada, Epstein bana Türkiye’den de birilerini hatırlatıyor ama konumuz bu değil. 24 saat gözetlenen hücresinde, ‘ikinci intihar’ denemesinde ölmeyi ‘başaran’ Epstein de sırlarıyla birlikte mezara gitti. Tıpkı Mesurier gibi. Aslında bir bakıma Cemal Kaşıkçı cinayetini de bu dizgeye ekleyebiliriz. O da, Usame Bin Ladin’in yanındaki Suudi-Amerikan ‘gazetecisi’ olarak, Suriye, ABD ve Suudiler hakkında çok şey bilenlerdendi. Alt alta yazınca liste giderek kabarıyor. Emperyalizm delilleri temizliyor.Özellikle Bağdadi ile Mesurier’in sıralı tasfiyeleri, Suriye’de bir şeylerin değiştiğinin de göstergesi. MESURIER ASLINDA KİMDİBir İngiliz Kraliyet Ordusu istihbarat mensubu olan Mesurier, 2000’de Kosova’da UÇK militanlarını eğitmişti. Arnavut UÇK, Sırp güçleriyle mücadele ettiği kadar, insan ve eroin kaçakçılığıyla da uğraşıyordu. Ordudan ayrıldıktan sonra, 2008 ile 2012 arasında, baba Bush dönemi Kontr-Terör yöneticisi olan CIA mensubu Richard Clarke’ın kurduğu “Good Harbor” (Güvenli Liman) isimli özel güvenlik şirketinde çalıştı. Görevi, Birleşik Arap Emirlikleri’ndeki petrol ve gaz sahalarının korunmasıydı. Asıl işi ise Abu Dabi Polis teşkilatının muhaliflerle mücadelesinde onlara ‘yol’ göstermekti. Körfez Araplarının tüm devletlerinde eski İngiliz istihbaratçılar bu işlerle uğraşır. Mesela özgün işkence teknikleriyle ünlü “Kolormatik” Ian Henderson gibi. (bknz: Hüseyin Vodinalı - http://www.sanalbasin.com/casuslar-yatagi-ortadogu-24348474)Bu “insani yardım faaliyetleri” ile uğraşan MI6 üyesi Mesurier de Henderson’dan farklı bir iş yapmıyordu oralarda. 2012’de ise yeni bir ihale aldı. Görev yeri Suriye ve Türkiye olacaktı. Buradaki misyonu ise, “False Flag Ops” idi. Yani tertip dümen işleri. Özellikle Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad’ı uluslararası kamuoyunda savaş suçlusu olarak gösterecek tezgahlarla uğraştı. Sahte kimyasal silah saldırı mizansenleri üzerinde çalıştı. Kurduğu Ak Miğferler için ABD, İngiltere, Türkiye, Almanya, Katar, Danimarka, Hollanda ve Japonya hükümetlerinden para topladı. El Nusra teröristlerinden oluşan grubun, sahte video ve fotoları, Arap, Türk ve Batı basınında gerçekmiş gibi kullanıldı. Elinde kesik kelle tutan El Nusracı’nın bir başka fotoğrafında beyaz bir baretle sözde çocuk kurtarırken görüntülerine rastlamak mümkündü. Suriye’de Rusya’nın desteğiyle kazanan Esad, dolaylı olarak Bağdadi ve Mesurier gibi maşaların da ölümlerine yol açtı. Kaybeden emperyalistler, arkalarında delil bırakmak istemiyordu çünkü.Başta İngiltere olmak üzere Batı medyası, Mesurier’in Suriye veya Rus gizli servisince öldürüldüğünü ima eden haberler yayınladı. Bir başka iddia ise İdlib’deki Ak Miğfer elemanı bir muhbirin Bağdadi’nin saklandığı yeri Mesurier’e bildirmesi ve onun da bu bilgiyi Amerikalılara satması sonrası, İngiliz ajanın IŞİD mensuplarınca intikam için öldürüldüğüydü. Ben bunların doğru olduğunu düşünmüyorum.Mesurier; Bağdadi, Bin Ladin, Epstein, Kaşıkçı ve diğerleri gibi patronlarınca tasfiye edilmişti. Batı Emperyalizmi ricatında, geriye kanıt bırakmak istemiyordu. Çünkü ne olur ne olmaz, yarın öbür gün uluslararası hukukun işleyeceği tutar filan. İşi sağlama almışlardı.

Yazının Devamı

Kuşak ve Yol'un lityum ile ne alakası var?

Çok alakası var. Ama ABD ile daha da çok alakası var ikisinin de. Anlatayım…Malumunuz dünya alevler içinde. Gün geçmiyor ki kürre-i arzın her hangi bir noktasında toplumsal olaylar patlak vermesin, terör saldırıları olmasın, darbe yapılmasın. Bunun sebebi ise aslında göründüğünden daha basit. ABD batıyor. Sadece ülke olarak değil, bir sistem, bir ideoloji olarak da batıyor. Tüm kriz noktalarını bir tarafa koyun, Şili ve Fransa’daki “organik” isyanlar, neoliberalizmin iflasını açıkça gösteriyor. Ancak ABD’deki müesses sermaye nizamı, savaşmadan yenilgiyi kabul etmek niyetinde değil. ABD’nin ordusu hala en güçlü ordu olsa da, artık dünyada nükleer bir denge var. Yani Amerikalı denizciler, öyle istedikleri yeri işgal edemez. Geriye ne kalıyor? Dolar ve Wall Street7e endeksli bankacılık sisteminden mütevellit ekonomik silah, yani ambargolar, ekonomik krizler.Zaten bizim (Türkiye, Arjantin, Şili vs) gibi ülkeler, yarı sömürge gibi olduğundan ekonomik kriz çıkarmaya da gerek yok. Yolsuz ve sığ politikacılar, liyakatsiz devlet ve bilinçsiz halk şeytan üçgeni gerekeni yapıyor.Ama mesela Çin, Rusya, İran, Bolivya, Venezuela gibi ülkeler farklı.Onlar Amerikan sistemine göbeklerinden bağımlı olmadıkları için, o ülkelere bir omuz atıp, ekonomik yaptırım, ticaret savaşı, ambargo gibi teknik fauller uygulanıyor. BOLİVYA Bolivya’da adeta 1973 model faşist bir Amerikancı darbe yaşanıyor. Hatta bizim tipimizi kaydıran 12 Eylül 1980’e de benziyor. Çok açık ve net bir CIA darbesi bu. Bir uyuşturucu baronunun akrabası kendi kendine devlet başkanı oldu, hemen akabinde askere ve polise Kızılderili göstericileri vurma emri verildi. Kızılderili Evo Morales, kanlı kovboylar ve onların işbirlikçisi asker ve sermayedarlar tarafından şimdilik kaydıyla devrildi. Darbeci Genelkurmay Başkanı Williams Kaliman ve silah arkadaşları (Polis müdürleri de dahil) hep School of Americas mezunu. Bu sözde okul, bizdeki NATO gibi bir şey. Güney Amerika’da CIA adına darbeci yetiştirme merkezi. Bir not daha ekleyim bu konuda; Kaliman yıllarca Morales’e tam destek verdi, rengini belli etmedi. Kenan Evren’i çağrıştırmadı mı size? Morales’in bu kadar kaba saba bir darbeye uğramasının 2 temel nedeni ise, Çin ve lityum. Dünyanın yeni petrolü lityum, elektrikli arabalarda, cep telefonlarında, dronlarda, tablet ve laptoplarda, kısacası her alanda kullanılıyor. Çünkü lityum, elektrik pillerinin en büyük hammaddesi. Fakir Bolivya ise aslında lityum zengini bir ülke. Hem de iddia o ki, dünyanın en büyük lityum rezervlerine sahip. Yüzde 60 gibi oranlar veriliyor almanaklarda. Şili ve Arjantin de Bolivya’dan sonra gelen lityum zengini ülkeler bu arada. Sürpriz faktörü ise yine çok fakir ve işgal mağduru Afganistan. Amerika da dahil çok çeşitli kaynaklara göre, uranyum zengini Afganistan, Bolivya’dan sonra en büyük lityum rezervlerine sahip. ABD askerlerini neden bir türlü oradan çıkamadığının cevabı da bu ayrıntıda yatıyor sanırım. Evo Morales, bu kaynakları Batılı sömürgecilere vermektense Çin’in Kuşak ve Yol vizyonunu tercih etti. Bolivarcı Chavez’in en iyi dostlarından olan sosyalist Morales de, Venezuela gibi Bolivya’yı Sam Amca’nın boyunduruğundan kurtarmanın peşindeydi.Şubat ayında Morales, Çin ile çok önemli bir anlaşmaya imza atmıştı. Bolivya’nın Uyuni tuz yataklarında saklı dünyanın en büyük lityum rezervlerinin çıkarılma ve işlenme haklarını Çin’in Sinciang özerk yönetiminin başkenti Urumçi merkezli Tbea Grup’a vermişti. Bunun devamında da, Bolivya Lityum Mevduat (YLB) ve Çin TBEA Grubu, 20 Ağustos'ta, % 51’lik ortak girişim altında YLB-TBEA’yı oluşturmak için anlaşma imzaladı. Bolivya Devleti ile Çin özel konsorsiyumu da % 49 hisseye sahip olacaktı. Uyuni bölgesinde 9 milyon ton lityum rezervi olduğu tahmin ediliyor. Tabii bu olay ABD’de büyük infiale yol açmıştı.Şi Cinping’in Kuşak ve Yol girişiminin temellerinden “Made in China 2025” projesinin en önemli ayaklarından biri de elektrikli araçlardı. Çin, henüz 2 yıl öncesine kadar lityum alanında dünya tekeli olan üç Amerikalı şirkete rakip olmuştu. 3 büyükler de denilen; Albemarle, SQM ve FMC, 2017’ye kadar dünyadaki rezervlerin yüzde 89’unu elinde tutuyordu. Son iki yılda bunlara Tbea ile birlikte 2 büyük Çin firması (Siçuan Tianqi ile Ganfeng) da eklenince oyun ısındı. Dünyada Çin ile ABD arasında çok sert bir lityum savaşı başlamıştı. Bolivya’daki ilk raundu Amerika aldı ama ordudan bazı askeri birliklerin Morales yanlılarına katıldığını görüyoruz.Şili’de de büyük lityum rezervleri var ve halk sokakta Amerikancı neoliberal yönetimi devirmenin eşiğinde. İRAN, IRAK, LÜBNAN Bu üç ülkedeki sosyal patlama ve sokak olayları aslına bakılırsa İsrail’in oyun alanı gibi görünse de, işin bir de ABD boyutu var. Çin’in Kuşak ve Yol’daki ortağı ve önemli rotası İran’ın Batı Asya’daki etkisi kırılmaya çalışılıyor. Suriye zaten başlı başına Kuşak ve Yol girişiminin kesilmesi için mahvedildi. İran-Irak-Suriye enerji-ulaşım-nakliye potansiyel bağlantısı, PKK ve dinci terör örgütleri kullanılarak koparıldı. Halbuki bu rota da çok önemliydi. Asya’dan Akdeniz’e açılacak yeni bir İpekyolu güzergahıydı. Kırılgan Türkiye’nin de benzer bir konumda olduğunu unutmamak lazım. İran, doğası itibarıyla anti Amerikan bir ülke olduğu için, ona ekonomik yaptırım ve ambargo formülü uygulanıyor. Petrol ve doğalgazını istediği gibi satamadığı için halk geçim sıkıntısı içinde. Dini demokrasi elbisesi de artık İran halkına küçük geliyor. Ancak İran’daki olay kesinlikle demokratik bir mesele değil. İran, aynı zamanda Çin’in en büyük petrol tedarikçisi.ABD ve İsrail, her türlü yöntemi kullanarak İran’ı karıştırmak ve bölgede güçsüz duruma düşürmek istiyor. İran düşerse Çin de büyük bir yara alır çünkü. Irak ve Lübnan’da yaşanan sokak olaylarına da bu açıdan bakmak lazım. SURİYE VE YEMENSuriye ve Yemen’de ise doğrudan savaş var. Suriye, Kuşak ve Yol’da en önemli rotalardan biri. Ortadoğu’nun Batı’ya açılan kapısı, Akdeniz’e bir liman. Yemen ise dünya enerji nakil hatlarında en önemli geçiş yollarından biri. Asya’dan Avrupa ve Afrika’ya geçişi sağlayan Bab el Mendep Boğazı’nı tutuyor.O yüzden de 80 bin çocuk gözlerinin yaşına bakmadan Amerikan Emperyalizmi ve onun uydusu Suudi Arabistan tarafından katledildi. Kıvrana kıvrana öldüler zavallı yavrular. HONG KONG ABD, Çin’i kendi toprağında vurmanın yollarını arıyor yıllardır. Tibet, Sincian, Tayvan gibi kriz noktalarını kaşıyor. Ancak son ticaret savaşında el büyüttü ve Hong Kong’a el attı. Çin Halk Cumhuriyeti’nin bir “özel yönetim bölgesi” olan Hong Kong’da Amerikan bayraklı çeteler sokaklarda terör estiriyor. İnsanları yakıyor, ambulansları taşa tutuyor, bir de mağdur ayağına yatıyor. Bunların önemli bir kısmı ajan veya kiralık sokak serserileri. Çin, Hong Kong ile ithalat ve ihracat ilişkisi içinde. Bu liman bölgesinden tüm dünyaya ticaret yapılıyor. Geçen sene Çin’in ihracatında en büyük payı yüzde 20 ile ABD alırken, yüzde 13 ile Hong Kong ikinci sıradaydı. Son olaylar sonrası Çin’in ihracatına büyük bir darbe vurulmuş oldu. Hong Kong, Çin’in deniz İpekyolu projesinde de en önemli çıkış noktalarındandı. ABD-AVRUPA HATTI Amerikan emperyalizmi, çökmekte olan neoliberalizm ile son evresini yaşarken, bir merkezkaç etkisi de yarattı. İngiltere’de ayyuka çıkan kriz, tüm Avrupa ülkelerini çeşitli biçimlerde etkiliyor. Fransa ve Almanya’nın dümeni fırıl fırıl dönerken, Akdeniz, Doğu ve Orta Avrupa ülkeleri de arayış içinde. NATO ve AB temelli Atlantik yapısı giderek kırılganlaşıyor. Neoliberal okul inandırıcılığını yitiriyor, halklar daha çok kamucu bir düzen istiyor. Bir kenar kuşak ülkesi olan Türkiye de Avrupa ve çevresindeki rüzgarlardan etkileniyor. Kuşak ve Yol ile Kenar – Kuşak arasında seçimini yapmakta zorlanıyor. Ancak gerçek olan şey, dünyada korkunç bir eşitsizliğe yol açan piyasacı, neoliberal sistemlerin artık halklarda büyük bir memnuniyetsizliğe yol açtığıdır. Tüm bu saydığım kriz bölgelerinin nihai varış noktası ise sanıldığı gibi Çin veya Rusya değil, bizzat ABD’nin ta kendisi olacak.Çünkü dünyadaki ekonomik ve siyasi gerçek krizin kaynağı oradadır. 2008’den bu yana karşılığı olmayan trilyonlarca dolar piyasalara pompalandı. Ortada olmayan paralar ve olmayan karşılıklar duruyor. Trump ile Neocon sistem arasındaki krizi böyle okumalıyız. Tabii ki ödenemeyecek borçlar ve tahsil edilemeyecek alacaklar da. Nükleer savaş olamayacağına göre, olaylar sokaklarda gelişecek. Şili ve Fransa’da olanlar, Amerika’da devam edecek.Bunu görmek için dahi veya kahin olmaya gerek yok.

Yazının Devamı

Evo

ABD için Amerika kıtası babasının evidir. ABD derken, kovboyları ve yağmacı tacirleri kastediyorum. Kovboylar için Kuzey Amerika temizlenmiş yerdir. 20 milyon yerliyi soykırıma uğrattılar. Güney Amerika da arka bahçedir. Oradaki yerliler de “temizlenmeyi” bekler. Venezuela’da beceremediklerini, şimdilik Evo Morales’in Bolivyası’nda yapmışa benziyorlar. Yerli kökenli Sosyalist Evo Morales, 13 yıldır iktidarda.Dördüncü başkanlık seçimini kazandı ve Amerikancı faşist bir askeri darbeyle devrilmek istendi. ABD’nin uşağı darbecilerin gerekçesi hile yapılmasıydı. Seçimi yüzde 47 oyla ve en yakın rakibine yüzde 10 farkla kazanan Morales, ordu ve sokak milislerinin karşısında istifasını açıkladı ve seçimlerin yenilenmesini istedi.MORALES’İN SUÇLARI VE LİTYUM Morales’in suçu ülkesinin kaynaklarını millileştirmek ve yoksul halkın durumunu iyileştirmekti. İsrail’e karşı Filistin’i desteklemesi de cabasıydı tabi. Bolivya'da yoksul ve yerli halkın yararına birçok sosyal reforma imza atan Morales'in iktidarı sırasında yoksulluk yarı yarıya düştü; eğitim ve sağlık sektörü güçlendirildi. Lityum kaynakları sayesinde ülkenin ekonomisi de büyüdü. Venezuela gibi Bolivya da zengin yer altı kaynaklarına sahip. Venezuela’nın petrol, doğalgaz,altın ve koltanı var.Koltan özellikle yeni teknolojilerde çok aranan bir maden. Tüm cep telefonu, tablet, leptop ve elektrikli araçlarda pil olarak kullanılan Lityum da yeni çağın petrolü artık. Mesela Afganistan, lityumun Suudi Arabistan’ı olarak lanse ediliyor ve ABD’nin bir türlü buradan çıkamaması da buna bağlanıyor. (https://www.aydinlik.com.tr/abd-nin-afganistan-tutkusu-huseyin-vodinali-kose-yazilari-agustos-2017)Keza Çin de, Afganistan’a bu yüzden ilgi gösteriyor. Büyük yatırımlar yapıyor. Altın, gümüş ve petrolü de bulunan Bolivya ise lityum bakımından Afganistan’dan bile zengin. Elektrikli bataryaların temel hammadesi olan dünya lityum rezervlerinin yüzde 60’tan çoğunun Bolivya’da olduğu tespit ediliyor. İşte Evo’nun en büyük suçu, bu rezervleri ABD’ye peşkeş çekmemesiydi. Tıpkı büyük devrimci Bolivarist Chavez ve Küba devriminin efsanevi lideri Fidel Kastro gibi Evo Morales de, tecavüzcü kovboya direndi. Latin Amerika’daki devrimin meşalesini taşıyanlardandı. Bolivya 2006’da Venezuela ve Küba’nın başını çektiği ve üye ülkeler arasında tercihli ticaret hakkı ALBA (Bizim Amerika Halkları için Bolivarcı İttifak) oluşumuna katıldı. KOVBOY KIZILDERİLİLERE KARŞI ABD, Venezuela’da başlattığı abluka ve darbe sürecinde bir türlü başarılı olamadı. Darbeyle indiremediği Hugo Chavez’i muhtemelen zehirleyerek öldürdü ama yine de Venezuela’yı yolundan döndüremedi. Bu esnada Brezilya’daki solcu Lula rejimini yine bir Amerikancı devlet darbesiyle indirdi. Lula Da Silva uyduruk bir yolsuzluk suçundan hapse atıldı. Yerine gelen Dilma Roussef de benzer bir tertiple indirildi. İktidara Amerikancı faşist Bolsonaro getirildi. Ancak son dönemeçte Lula, hapisten çıktı ve siyasete geri döneceğinin sinyalini verdi. Arjantin’de de benzer bir hikaye yaşandı. ABD’ye kafa tutan Peronist Christina Kirchner de yolsuzluk suçlamasıyla indirilmişti. Şimdi onun yerine gelen Macri seçimi kaybetti, Peroncu aday ve Kirchner’in eski kabine şefi Alberto Fernandez kazandı. Şili’de de Amerikancı neoliberal Pinera hükümeti, halk ayaklanmasıyla devrilmek üzere. Yani Morales’e darbe tam da Latin Amerika’da devrimci geri dönüşün sinyallerinin geldiği noktada yapıldı. Bu darbenin bir özelliği de tamamıyla kozmetikten yoksun, eski model kaba saba Pinoşe tipi CIA darbesi olmasıydı. Sağcı Amerikancı faşist politikacı Camacho’ya, School of Americas çıkışlı CIA (Latin Amerikan Fetösü) maşası askerler eşlik etti. Morales’in evi basıldı, polisçe tutuklanmak istendi. Bolivya polisi, Yüksek Seçim Kurulu Başkanı ve yardımcısını tutukladı. Oysa seçimler gayet adil ve disiplin içinde yapılmıştı. Yani kovboy mu desek, artık tarzan mı bilemem ama, ABD epey zor durumda. Uçsuz bucaksız bir dolar/borç borç krizi içinde debelenip, Trump gibi çılgın bir Jacksoncu Başkanı sırtından atmakla meşgul Amerikan derin Devleti, bir yandan Batı Asya’da, bir yandan Hint Pasifik ve Doğu Asya’da vekillerle iş çevirirken, arka bahçesinden yine golleri yemeye başladı ve holigan çakallarını zincirinden saldı. Morales bunu iyi biliyor olmalı. Fazla kan dökülmesin diye taktik bir çekilme yaptı ama mesajında kavganın bitmediğini de söyledi. Morales, "Bolivya halkının bilmesini isterim ki kaçmak için bir sebebim yok. Eğer bir şey çaldıysam, ispatlasınlar. Eğer çalışmadığımızı söylüyorlarsa, ekonomik gelişme sayesinde yaptığımız binlerce esere baksınlar. Vatanını seven mütevazılar ve fakirler bu mücadeleye devam edecek. Geri döneceğim" dedi.Yardımcısı Linera da istifa etti ve “Biz hidrokarbürü, doğal zenginlikleri millileştiren bir hükümetiz. Biz Bolivyalıların yüzde 30'unu yani 3 milyon Bolivyalıyı fakirlikten çıkarıp, orta gelir grubuna yükselttik. 200 bin Bolivyalıya ev yaptık. Hiçbir zaman maaş ödemek için yabancıların önünde eğilmedik ve kıtada en hızlı büyüyen ülke olduk" diye konuştu.LATİN AMERİKA’NIN KESİK DAMARLARI Eduardo Galeano’nun ünlü kitabında anlattığı gibi, Güney Amerika’nın tarihi, upuzun bir sömürü, soykırım ve yağmanın tarihidir. Yukarısındaki istilacı zorba ve Avrupalı “fatihlerin” açtıkları yaraları hala kanamaktadır. Malesef yardımına yine kendisinden başka koşacak da yoktur. Mesela, Venezuela’ya nispeten güçlü destek veren Rusya, bu kez sadece kınamakla yetindi.Russia Today ise Morales’e sunuculuk teklifi yapacak kadar işi sulandırdı. Çin’den henüz ses gelmedi. Yine ne varsa Latin Amerika’da vardı. Venezuela Devlet Başkanı Maduro, dünyanın sosyal ve politik hareketlerini, ırkçılık mağduru olan Bolivyalı yerli halkların hayatının korunması için seferberliğe çağırdı.Küba Devlet Başkanı Miguel Diaz Canel Bermudez, Bolivya demokrasisine karşı uygulanan bu şiddetli ve korkakça sağ darbeyi kınadıklarını söyleyerek, “kardeşimiz Evo Morales’in yanındayız” dedi.Arjantin'de Aralık ayında devlet başkanlığı görevini üstlenecek Alberto Fernandez, "Bolivya'da sivillerin şiddet eylemleri, polisin ihmalkarlığı ve ordunun tepkisizliğinin bir ürünü olarak darbe yapıldı. Bu, yeni devlet başkanlığı seçimleri çağrısı yapmış Devlet Başkanı Evo Morales'e karşı yapılmış bir darbe suçudur." ifadesini kullandı.Meksika Dışişleri Bakanı Marcelo Ebrard, ülkesinin demokrasiye olan saygısının devam edeceğini belirterek, "Bolivya'da geçen yüzyılda Latin Amerika'da yaşanana benzer, devam eden bir askeri operasyon var, biz bunu reddediyoruz. Darbeye hayır." ifadesini kullandı.Amerika, Güney Amerika ve Karaipler’de 1954’ten beri tam 20 darbe veya darbe girişimi tezgahladı. Sırasıyla: Guatemala, Kosta Rika, Ekvador, Brezilya, Peru, Dominik Cumhuriyeti, Küba, Şili, Arjantin, Jamaika, Grenada, Surinam, Nikaragua, El Salvador, Honduras, Panama, Haiti, Venezuela, Paraguay ve son olarak da Bolivya. Görüyor musunuz? Kovboy için “demokrasi”, sadece altın, petrol veya lityumu ele geçirmek için bahane. Eyy, dünyanın tüm “yerlileri”, zorba ve hain kovboya karşı birleşin. Ha, bir de 13 Kasım’da Beyaz Saray’a filan gitmeyin. Direnişinizden asla taviz vermeyin. Verdiğiniz anda bitersiniz. Deliğe süpürülürsünüz.

Yazının Devamı

Kuşak ve Yol'da makas değişir mi?

“Orta Koridor”, Çin’in devasa Kuşak ve Yol girişiminde hayati önem taşıyor. Çin’in Uygur bölgesinden çıkıp Orta Asya’yı kat ederek Türkiye üzerinden Avrupa’ya giden bu yolda dün tarihi bir dönüm noktası aşıldı. China Railway Express, Marmaray’dan, yani Asya’yı Avrupa’ya bağlayan Marmaray tünelinden 7 Kasım 04.24 saati itibarıyla geçerek adını tarihe yazdırdı. Asya ile Avrupa’yı bağlayan 15 bin kilometrelik eski İpek Yolu rotası, bin yıl sonra yeniden hayata dönmüş oldu. Aynı gün ise Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 13 Kasım’da ABD’ye giderek Trump ile görüşeceği açıklandı. Yıllardır söylüyorum, ABD’nin en büyük korkusu Çin ve onun Kuşak – Yol girişimidir. Çünkü bu girişim, dünyadaki Atlantik hegemonyasını kırarak, Asya ve Güney merkezli bir kalkınma projesidir. ABD’nin nükleer-donanma-dolar kıskacını kıracak barışçıl bir insanlık tasarımıdır. İşte bu yüzden ABD ve onu yöneten küresel sermaye, Çin’den nefret ediyor. Bakın çok şematik bir örnek vereyim hemen. Önceki gün Tayland’ın başkenti Bangkok’ta düzenlenen 22. Çin-ASEAN Liderler Zirvesi’nde Çin Başbakanı Li Keçiang, "Biz, üç yıllığına ayarlanmış bir takvime (davranış kuralları metni) göre Güney Çin Denizi'nde barış ve istikrarın uzun vadede sürmesi için ulaşılan konsensüs çerçevesinde ASEAN ile birlikte çalışmaya hazırız." ifadesini kullandı. Ertesi gün, Tayland’ın güneyinde Müslüman Yala bölgesinde ayrılıkçı grupların bir kontrol noktasına düzenlediği silahlı ve bombalı saldırıda en az 15 kişi yaşamını yitirdi. Aynı denklem, Çin ile Kuşak ve Yol’da işbirliği yapan Pakistan, Malezya, Sri Lanka, Yeni Zelanda, Myanmar, Yemen, Suriye, İran, Irak, Türkiye vs. tüm bölge ülkeleri için geçerli. Yüzlerce örnek sayabilirim. (bakınız: https://www.aydinlik.com.tr/sri-lanka-saldirilarinin-nedeni-kusak-ve-yol-huseyin-vodinali-kose-yazilari-nisan-2019)Batılı propaganda makinası öyle sistemli çalışıyor ki, çıkarlarına karşı olan her olayı, kişiyi, toplumu, ülkeyi kolayca karalayıp, bir de suçlu çıkarıyor. PROPAGANDA VE POST GERÇEKLİK Voltaire.net sitesinden Fransız gazeteci Thierry Meyssan bu konuda güzel bir makale kaleme almış. “Propaganda ve Post Gerçeklik” başlıklı yazısında, Avrupa kapitalizminin (faşizminin de) ürünü Propaganda’nın daha eski olduğunu, ilk olarak İngiliz milletvekili Charles Masterman, ABD’li gazeteci George Creel ve özellikle de hepimizin bildiği feci sonuçlarıyla birlikte Nazi Alman Joseph Goebbels tarafından teorileştirildiğini yazmış. Propaganda, “İktidarın halkın katılımına gereksinim duyduğu siyasal sistemlerde, olabildiğince çok sayıda insanı belirli bir ideolojiye bağlamayı ve onu uygulamak üzere seferber etmeyi amaçlar. İyi ya da kötü niyetli olsun, ikna için kullanılan yöntemler aynıdır. Bununla birlikte, XX. yüzyılda, yalan ve yinelemenin kullanımı, farklı bakış açılarının ortadan kaldırılması ve kitle örgütlerinin içerisinde bir araya getirmeyi de içine alır.”Hitler Almanyası ve İngiltere’de, “Üstün Irk” (Tolkien’in İngiliz Nazi Partisi üyesi olduğunu hatırlatayım), “Yahudi ve Komünizm düşmanlığı” gibi temalar üzerinden propaganda ABD’nin yakın tarihinde, “önleyici savaş”, ”terörle savaş”, ”demokrasi ihracı”, “ılımlı veya radikal İslam” gibi kılıflarla sürdürüldü. Daha yeni moda olanı Post Gerçeklik ise bugünlere daha çok oturuyor. Türkiye’de AKP iktidarı, zamanında FETÖ ile birlikte bunu “algı yönetimi” olarak uyguladı ve lanse etti. ABD’de Trump için kullanılanPost-Truth da algı yönetiminin aynısı. Yani bildiğiniz yalan söylemek. Amiyane tabirle yalan-dolan. Meyssan buna güncel bir örnek de vermiş: “Ebu Bekir El Bağdadi’nin kısa süre önce infaz edilmesi örneğini ele alalım. Hepimiz biliyoruz ki bir helikopter filosu, halk tarafından görülmeden veya Rus uçaksavar sistemleri tarafından tespit edilmeden alçaktan uçarak tüm Kuzey Suriye’yi geçemez. Bize anlatılan masalın imkansız olduğu gayet açıktır. Oysa değerlendirdiğimiz şeyi propaganda olarak yeniden sorgulamadan, ABD Özel Kuvvetleri tarafından köşeye sıkıştırılan Halife’nin iki mi, yoksa üç çocukla mı kendini patlattığını tartışıyoruz.”“Klasik propagandada, ihtiyaca göre bazı gerçekleri gizleyerek ya da tahrif ederek tutarlı hikayeler anlatmaya çalışılırdı. Artık buna ihtiyaç yoktur. Çünkü artık ihtiyaca göre, gerçekliği işimize geldiği gibi ele alarak, güzel hikayelerle halkı ikna etmeye çalışmıyoruz. Fakat mesajların iletildiği bir ara bilinç durumuna sesleniyoruz. Bu helikopterler işinin imkansız olduğunun farkındayız, ama bunu bilinç alanımızdan çıkararak akıl yürütebiliriz. Zihnimizin bir bölümüne ket vurulmuştur. Kendi kendimize yalan söylemekteyiz.”“Başka bir deyişle, bu anlatımın somut olguları aktarmadığını, ama bir mesaj ilettiğini içgüdüsel olarak anlıyoruz. Dolayısıyla somut gerçeklerle değil, ama anladığımız şekliyle kendimizi bir mesaj karşısında konumlandırıyoruz: Usame Bin Ladin gibi, Ebu Bekir-Bağdadi de infaz edildi; Amerika Birleşik Devletleri güçlüdür.”Meyssan’a bir ekleme de ben yapayım. ABD’nin gücü, aslında ona ne kadar karşı olduğunuz değil, ne kadar yakın olduğunuzla ilgilidir. Türkiye bunun en bariz örneğidir. Bağdadi infaz edildi ve bir anda tüm sülalesinin Türkiye’de olduğu açıklandı. Paralelinde 13 Kasım’da Trump’la görüşüleceği bildirildi. Yine aynı zamanlarda, Patriot füzelerinin alınabileceği ve F-35 projesinin hayatta olduğu da (ve Su35 uçaklarının alınmayacağı) MSB Akar tarafından dillendirildi.S-400’ler bir anda gündemden düşürüldü. FETÖ’cüler bir biri ardına serbest bırakılıyor, görevlere getiriliyor. Belli ki tehdit şantaj mekanizmaları fazlasıyla devrede. MANTIĞIN YENİDEN KURULMASI Propaganda ve post gerçeklik/algı yönetiminin en somut örneğini CIA maşası FETÖ’nün, Zaman-Taraf gazetesi merkezli Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk ve Fenerbahçe kumpaslarında yaşadık, gördük.Evet ABD güçlüdür. Ama elleri kolları içinizde olduğu için güçlüdür. Ekonominiz sıcak para ve dolara bağımlı olduğu için güçlüdür. Çin’e karşı ise kağıttan kaplandır. Ekonomik olarak da, askeri olarak da ABD’nin Çin ve Rusya’ya istediğini dikte ettirme şansı kalmadı. Bunu ben değil NATO yetkilileri, Macron söylüyor, Alman Der Spiegel yazıyor.Ancak ABD’nin hala güçlü olduğu bir alan var ki, bu çok etkili. O da yazılı, işitsel, görsel, dijital her türlü medya ve tüm sosyal medya platformları. Fransa’da bir yıla yaklaşan gercek bir halk hareketi olan sarı yeleklileri kaale almayan Batılı medya gözü, Hong Kong’daki paralı askerlerini demokrasi gösterisi diye yutturmayı başarıyor.Yahut da Türkiye’ye ajanları aracılığıyla Uygur mezalimi yalanını yediriyor. ABD’ye düşmanlık yüzde 90’larda ama, Asya’daki gelecek ortağımız Çin’e karşı da bu oran yüzde 68 gibi azımsanamayacak düzeyde. Bugünlerde Amerikancı mahfillerce, (Suriye’deki PYD ile zaruri kontakları yüzünden) ABD ile aynı kefeye konmaya çalışılan Rusya bile Çin’den daha şanslı. Türk halkının yaklaşık yarısı Rusya’yı artık dost olarak görüyor.Çin’in (Rusya ile birlikte belki de) asıl kırması gereken kilit bu işte.Türk kamuoyu, medyası, diplomasisi ve akademisi, Çin ve Rusya’yı Atlantik eksenli kaynaklardan okuyor, tanıyor, takip ediyor. Son dönemde Çin ve Rusya’dan medya hamleleri görüyoruz. Ancak dikkatli baktığınızda buralarda da Batıyı her daim referans alan isimleri görüyoruz. Elbette ki iyi gazetecilik temel kriter olmalı ama şuda unutulmamalı ki Türkiye, bir NATO ve SüperNATO ülkesidir. Ve her bir “başarılı” isim bu sistemin filtresinden geçerek gelmiştir.İş bu (ister yandaş, ister muhalif kılıklı olsun) isimler bize algı yönetimini, gerçeklik kırılmasını, yeri geldiğinde en ilkel propaganda materyallerini hala yutturmaya çalışıyor. Meyssan işte bu noktada gelinen noktayı şöyle özetliyor: “Post-gerçekliğin panzehiri, her zaman gazetecilerin ve tarihçilerin işinin temeli olan gerçeklerin doğrulanması değil, mantığın yeniden kurulmasıdır. Bu nedenle, bugün yeni bir sansür uygulamasına ihtiyaç duyulmaktadır. Facebook twitter kullanıcılarının birçoğunun bağlantısı herhangi bir anda kesilmiştir. Birçok durumda, kullanıcılar neden sansür edildiklerini anlayamamaktadırlar. Bir bilgisayarın hangi yasaklı kelimeyi tespit ettiğini ya da gözetmenin hangi kaba tavrı yasakladığını boş yere aramaktadırlar. Aslında, çoğu zaman yüzlerine vurulan ve keyfi olarak cezalandırılan şey, akıl yürütmelerinde mantığı yeniden kurmaktır.”İşte 10 yıldan beri yapmaya çalıştığım şey de tam olarak bu. Verili hikayelerin yalanlanması değil, mantığın yeniden kurulmasını sağlamak. Teknoloji çağında aynı zamanda hurafeyi-gerçeklik kırılmasını eksenine alan yeni bir ortaçağ yaşadığımızı filozoflar saptıyor. DOĞRUDAN İLİŞKİLER ŞART Ben de bir aydın olarak işte bu Batılı hurafe düzenini kırmak, barışın, refahın önündeki yalanlardan oluşan engelleri kaldırmak için kalem oynatıyorum. Rusya’da Batı hayranı Ruslara “Zapatnik” deniyor. Batı’ya öykünen, Amerika sevicisi Çinlilere ise Çin argosunda “Xiangjiao” yani muz deniyormuş. Dışı sarı, içi beyaz anlamında. Bizdekilere ise eskiden tanzimat veya mütareke aydını, şimdilerde ise daha çok liboş, haçlı irtica veya kırık solcu deniyor. Son 70 yılda bırakın güncel olayları, din ve tarih bile Batı ile uyumlandırılıp sunulmuştur. İster yakın Cumhuriyet tarihi, ister Osmanlı ve Selçuklu, ister proto Türk tarihi bize Avrupalı çarpıtılmış kanallardan boca edildi dimağlarımıza. 17 bin yıllık Türk-Altay uygarlığının devamı, demir ve atı ilk kez kullanan dünyanın dört bir yanında devlet kurucusu olmuş atalarımız, barbar-cahil-nomad olmakla suçlanıyor. Halbuki tek tanrılı, örfü adeti olan (Türk, Töresi olan demektir) ilk uygarlığız. Tüm Ortadoğu dinleri ve budizmin öncülü ‘Gök Tanrı’ kültürü silinmek, unutturulmak isteniyor. Makyavelli‘nin Prens’inden yüzlerce yıl önce Siyasetname’yi yazan Nizamülmülk yok sayılıyor. Atatürk’ün aynı ortak kökenden geldiğimizi göstermek için Türksoy isimli opera yazdırdığı İran, bize düşman edilmek isteniyor. Çin için de benzer şeyler geçerli. Matbayı Gutenberg değil, ondan 550 yıl önce Kore ve Çinli ustalar buldu. Kağıt parayı ilk uygurlar kullandı. Pusula, barut, kağıt, Paskal üçgenini ondan 600 yıl, Newton’un yerçekimi kanununu yine ondan 2 bin yıl önce Çinliler keşfetmişti.Buhar makinasının mucidi Watt’ın doğumundan 600 yıl önce Çin’de buharlı makinalar kullanımdaydı. Bunları ben söylemiyorum. Bir İngiliz bilimadamı Joseph Needham, 26 ciltlik Çin bilim tarihi serisinde yazıyor.Aynı Çinliler, batı basınına bakarsanız, köpek yiyor, idrar içiyor, (bizim Kahpe Bizans filmlerindeki gibi) çeşitli projelerle sürekli hainlik ve desise peşinde koşuyor. Bir trenle nereden nereye geldik. Kuşak ve Yol’un treni geçti geçmesine Marmaray’dan ama, bizim kafaların da değişmesi lazım. Biz derken Çinlileri ve Rusları da kastediyorum.Ortak düşmanımız Amerika veya Avrupa değil. Kapitalizm, emperyalizm ve onların yalanlarıdır. İşte o yüzden birbirimizle doğrudan katışıksız ilişki kurmanın zamanı geldi de geçiyor bile. ŞİÖ-BRICS-KVY hemen, acilen.

Yazının Devamı

Çin yeni emperyalist mi?

Evet, Çin yükseliyor, Amerika geriliyor...

Bunu Beyaz Saray’ın bahçıvanı bile biliyor.

Yazının Devamı

El Bağdadi bilmecesi

IŞİD kurucusu ve lideri Ebu Bekir El Bağdadi, en az beşinci kez “öldü”. Bu seferki ölümün farkı, ABD Başkanı Trump tarafından resmen açıklanmış olmasıydı. Hem de “İt gibi geberdi” ifadesiyle. Ancak Amerikan-İsrail-Suudi üçlemesinin ürünü Bağdadi’nin ölümü yine de şüpheleri beraberinde getirdi. El Kaide kurucusu ve lideri Usame Bin Ladin’in ölümü de sisler perdesi altında kalmıştı. Bu arada ilginç bir tesadüf, Bin Ladin Bush döneminde piyasaya çıktı, Obama döneminde ortadan kaldırıldı. Bağdadi de Obama döneminde sahaya sürüldü, Trump döneminde tasfiye edildi. Allah sıralı ölüm versin dedikleri bu olmasa gerek ama ilginç.Trump, Rusya’ya operasyon ile ilgili bilgi verdiklerini söylese de, Ruslar ‘bizim öyle bir şeyden haberimiz yok’ dedi.Trump, 48 dakika çıkıp macera filmi anlattı, Bağdadi’nin sıkıştığı tünelde 2 çocuğuyla birlikte yeleğini patlatıp havaya uçtuğunu filan anlattı. Ruslar, Bağdadi’nin öldüğünü teyit etmedi. Rus genelkurmayı, bölgedeki radarlarının, operasyonun olduğu iddia edilen zaman zarfında helikopter hareketliliği tespit etmediğini açıkladı. Türkiye Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan olayı tarihi bir dönüm noktası olarak niteledi. Suriye’deki PYD/PKK elebaşı Mazlum (Kobani) Abdi de, olayı tarihi bir openasyon olarak tanımladı.Trump da en çok Türkiye ve PYD/PKK’ya teşekkür etti zaten. İran Enformasyon Bakanı Azari Jahrumi ise “Çok da abartmayın. Nihayetinde kendi yaratığınızı öldürdünüz” dedi.IŞİD açıklama yaptı, Bağdadi’nin öldüğünü kabul etti (köpek gibi mi değil mi, onu belirtmedi) ve yerine Irak Telafer kökenli Abdullah Kardaş’ın geçtiğini bildirdi. İdlib’de Türkiye’ye 5 kilometre uzaktaki Barişa Köyü’ndeki manzara, daha çok, büyük birkaç bombanın havadan atıldığı görüntüsünü veriyordu. Bu arada İdlib’deki bazı kaynaklara göre, ölen kişi aslında Haras El Din örgütü lideri Ebu Muhammed Selame idi. Suriye İnsan Hakları Gözlemevi de 8 Amerikan Chinook tipi helikopterin Haras El Din merkezine saldırdığını bildirmişti. El Kaide’ye bağlı bir alt grup olan örgüt ise, her hangi bir açıklama yapmadı. Bölge uzmanları, Bağdadi’nin ölümü/tasfiyesinin ardından, epeydir bir biriyle çatışan El Kaide-IŞİD-Nusracı selefi cihatçı grupların birleşebileceklerini belirtiyor. KİMDİ BU BAĞDADİ2012’de Pentagon’un istihbarat birimi DİA’nın bir bilgi notu sızmıştı. Orada şöyle deniyordu: “Batı, Körfez monarşileri ve Türkiye, Suriye’de selefi bir devlet/oluşum kurmak istiyor”. “Batı” kelimesi, ABD, İngiltere, Avrupa ve İsrail’i anlatıyordu. Batı’nın maksadı, Irak ve Suriye’yi birbirinden ayıracak bir selefi/vahabi devletçik oluşturmaktı. İran, Irak, Suriye petrol ve doğalgaz boru hatları projesini önlemek ve İran’ın bölgesel etkisini kırmak için bunu uygun görmüşlerdi. AKP iktidarının o zamanki hedefi ise, İhvancılara yönetiminde yer açmayan Beşar Esad’ı bir an önce ve her nasıl olursa olsun devirmekti. Kimilerinin Mossad ajanı olduğunu bile ileri sürdüğü 1971 doğumlu Bağdadi de, tıpkı Usame Bin Ladin gibi Müslüman Kardeşler üyesi olarak hayata atıldı. 2003’te Irak’ın Bush-Cheney çetesi tarafından işgali sonrası selefi hareketlere kaydı. 2004’te Amerikan askerleri tarafından Felluce’de yakalanıyor.Önce meşhur Ebu Gureyb cezaevinde 8 ay, ardından Um Kasr’daki Bucca Kampı’nda 2 ay kaldıktan sonra, şartsız salıveriliyor. Irak’taki Ürdünlü El Kaide lideri Ebu Masub Ezzerkavi ile temasa geçiyor, El Kaide’ye giriyor. Zerkavi öldürüldükten sonra yerine geçen Mısırlı Ebu Eyüb El Masri El Kaide’yi Irak İslam Devleti’ne çevirdi. Bağdadi de iktidar basamaklarını tırmanarak Irak İslam Devleti isimli terör örgütünün lideri oldu. 2013’te Bağdadi’yi, ünlü Amerikalı derin Senatör John Mc Cain ile aynı karede 2 kez görüyoruz.

Mc Cain’in 27 Mayıs 2013’te Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) kadrosuyla buluşmasını gösteren fotoğraflarda Senatör McCain’i, birden fazla kimliğe sahip bir kişi ile diyalog halinde görüyoruz: Bu kişi Amerika Birleşik Devletleri Dışişleri Bakanlığı tarafından Ebu Du’a adı altında aranırken, Birleşmiş Milletler tarafından İbrahim el-Bağdadi, ÖSO askeri yönetiminde Ebu Yusuf ismiyle görev almaktadır. Yeşil siyahlı ÖSO bayrağı bulunan fotoğrafın çekildiği dönemde, ÖSO’nun arası IŞİD ile gayet iyiydi.

Yazının Devamı

Türk'e Türk'ten nefret etmeyi öğretenler

Orhan Pamuk veya Elif Şafak olmaya özenen Aslı Erdoğan isimli yazar, İtalyan La Reppublica gazetesine verdiği röportajda, “Bize okulda da Kürt düşmanlara karşı eğitim veriliyor” demiş, Fransız Le Soir ise bunu, “Biz, Türkler, okula başlar başlamaz Kürtlerden nefret etmeye şartlandırıldık" ifadeleriyle duyurmuş.Öyle ya da böyle, Aslı Erdoğan, okulda Türklere Kürtlerden nefret etmenin öğretildiğini söylemiş. Aslında Erdoğan, röportajın devamında başka bir şey de demiş;

"Okuldan itibaren, kitaplar aracılığıyla. Türkiye Cumhuriyeti bir ideolojiyle iç içe geçmiştir, Kemalizm ideolojisiyle. Bu, Mustafa Kemal Atatürk döneminde işe yarıyor olabilirdi. Ama sonra aşırı milliyetçiliğe doğru kaydı. Türkiye hep tehdit altında gibi konumlandırılıyor. Bu görüntü bugün dinle birleştiriliyor ve sonuç olarak savaşta ölenler 'şehit' haline geliyor. Ölenlere, 'ülke için öldükleri' söyleniyor. Hayır, onlara şunu söylemek gerekir: Sen ülken için değil bir hükümet için ölüyorsun."

Yazının Devamı

AKP'nin sırtındaki İhvan yükü Suriye ile diyaloğun önündeki engel

“Ilımlı İslam” bir Amerikan (Neocon-İsrail) maymuncuğuydu.Ulus devletlerin içini ve altını oymak için kullanıldı.FETÖ bunun en canlı ve somut örneğidir.Gerçi Radikal İslam da bir Amerikan maşası.Ama kullanıcıları ve prospektüsleri farklıydı.Yan etkileri de öyle.Ilımlı İslam’ın Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya yayılan, FETÖ’ye göre çok daha uluslararası dalı ise Müslüman Kardeşler yani İhvanı Müslimin.AKP’nin kuruluşu aslen buna dayanıyor.Yani ilk başta 4 eğilim var idiyse de, bunlardan FETÖ, Kürtçü, Liberal kanatlar tasfiye oldu.En azından fikren.Evet 24 Temmuz 2015’te farklı bir kulvara geçen AKP, 2019’da dincilikten resmen milliyetçiliğe evrildi.Bu yadsınamaz bir gerçek.Ancak AKP, DNA kodlarına işlemiş bu İhvancılıktan kurtulamıyor öyle kolayca.NATO tescilli partiler, 70 yıldır ister sağcı, ister solcu, ister dinci veya etnik milliyetçi olsun, Amerikan onayı almadan iktidar olamıyor, meclise giremiyor.Bu SüperNATO’nun yazılı olmayan anayasasıdır.Bu NATO çemberinin dışında kalanlar “marjinalliğe” mahkum kalıyor.Ama İhvancılık Atlantik uyumlu bir sistem.Ya da öyleydi.ABD-İsrail-Suudi Arabistan’ın Suriye operasyonunda kullanışlı bir maşaydı.Arap Baharı genel olarak İhvancılık üzerine kurgulanmıştı. Tunus, Fas, Mısır ve elbette Türkiye.AKP ve Erdoğan’ın Suriye seferi de tamamen İhvancılık temelinde kurgulanmıştı.Davutoğlu, Esad ile görüşmesinde Müslüman Kardeşler’i iktidara ortak etmesini isteyince Esad kapıyı göstermiş ardından olaylar gelişmişti.Özgür Suriye Ordusu adında bir kuvvet kuran AKP, diğer muhalif gruplarla da teması kesmedi.BM’de tanınmış bir ülkenin bayrağı ve yönetimini tanımadan o ülkeye bayrak biçti, kongre topladı.Bunun sonucu olarak tüm Suriye ve son olarak da İdlib bir kaos bölgesine dönüştü.Türkiye de, Suriye kadar olmasa da büyük bir sosyo ekonomik yıkım yaşadı.Ülkemizin demografisi değişime uğradı.4 milyon Suriyeli bohçalarıyla Türkiye’yi işgal etti.Ekonomik kriz içindeki memleket bir de bunlarla uğraşıyor.Devletten yardım alan Suriyeliler, kayıt dışı ucuza çalışıp Türk vatandaşının ekmeğini çalıyor.Çöpten yiyecek arayan insan manzaraları arttı.AKP, Suriye’de Rusya ile politika değişikliğine gitse de, İhvancı kırmızı çizgisi olan “Katil Esed”den vaz geçemiyor.İhvancılıktan vaz geçemediği gibi.Bunu TRT World Forum’da açıkça gördük.İran yok İngiliz etkisi altındaki İhvancı gruplar var.FETÖ nasıl başka tarikat kılıklarında etkisini alttan alta sürdürüyorsa, Amerikancılar da hala borularını öttürüyor.Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, TRT World Forum’da paylaştığı videoda, Türkiye’nin İran ve Rusya’ya karşı ABD ile birlikte hareket etme potansiyeline işaret edebiliyor.Cumhurbaşkanı, tam da Barış Pınarı Harekatı’nda İran’ı hedef alan açıklamalar yapıyor.Oysa Türkiye’nin asıl ihtiyacı olan şey, ABD veya Rusya’nın hamiliği değil, İran, Irak ve Suriye ile bölgesel işbirliğidir. Tamam Rusya ile işbirliği de çok önemli.Ama komşularımızda çıkan yangın, Rusya’yı değil bizi yakıyor.ABD ise 7 bin mil uzakta, ama “içimizde yaşıyor”.Bakınız…O rezil, hakaret dolu mektuba rağmen, 13 Kasım’da Erdoğan Trump’a gitmeye kararlı.Trump ile görüşmek yerine asıl Beşar Esad ile oturup konuşmanın zamanı gelmedi mi?Moskova da bunu istemiyor mu?Soçi’den çıkan sonuç bunu gerektirmiyor mu?29 Ekim’de sona erecek yeni 150 saat sonunda Ankara’nın artık Şam ile doğrudan görüşmesi gerekiyor.Buna engel olacak bir İhvancı anlayış artık geçersizdir.Tıpkı Atlantik Dünyası’nın Batı hegemonyasının artık geçersiz olması gibi.Bundan sonra Amerikancılar değil Avrasyacıların hükmü geçecek.Bunu tüm sistem partileri kavrarsa çok iyi ederler.NATO’dan çıkıp çıkmamamızın artık pek de önemi kalmadı.NATO’dan çıkmadık ama Süper Nato’dan çıktık, çıkıyoruz.Tıpkı Ergenekon’dan çıktığımız gibi…Bunu herkesin görüp kabullenmesi lazım.

Yazının Devamı

Avrasya kazandı, Atlantik kaybetti!

Şam’da yaşayan Fransız gazeteci Thierry Meyssan, kendisine ait Voltaire sitesinde önemli bir yazı kaleme aldı. Meyssan, Türkiye’nin Barış Pınarı Harekatı’nı Suriye’nin gözlüğüyle yorumlamış. Özetle diyor ki, “Uluslararası toplum, kamuoyu önünde her ne kadar, Türklerin Suriye’nin kuzeyine yönelik müdahalesinin şiddetinden kaygı duyduğunu belirtiyorsa da, bölgede barışın tesisi için tek ve eşsiz çözüm olan bu müdahaleyi gizlice alkışlamaktadır.”Gerçekten de, Çin, Rusya, Suriye, İran ve Irak, yasak savar türünden harekatı kınasalar da, aslında desteklediler. Çin ve Rusya, BM Güvenlik Konseyi’nde bunu eylemli olarak da gösterdi. Gerçekten de, başta Suriye (Cumhurbaşkanı Esad) ve Rusya olmak üzere, Türkiye, İran, Irak, Lübnan gibi emperyalizmin hedefindeki ülkeler bu harekat sonucu büyük kazanımlar elde etti. Harekat ABD Başkanı Trump’ın, Türkiye ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’a doğrudan ekonomik tehditleri sonucu durdu. Ancak gelinen noktada ABD birlikleri PKK teröristleriyle birlikte önemli noktaları terk etti ve Suriye’nin kurtuluşu önündeki en önemli engellerden biri ortadan kalktı. ABD ile yapılan 13 maddelik anlaşmanın Ankara açısından en büyük kazanımı; ABD ve PKK teröristlerinin 32 kilometre derinliğindeki 444 kilometre uzunluğundaki sınır bölgesini terk edecek olması. Barış Pınarı Harekatı yapılmasaydı, bunlar asla olmazdı. Suriye de kaybettiği pek çok önemli kent ve bölgeye yeniden bayrak çekti. Rusya ve Şam’ın yörüngesine giren Kürtler, artık silahı bırakıp bölge siyasetlerine eklemlenecek. Meyssan, son yazısında Astana ortakları Rusya, İran ve Suriye ile Türkiye arasında varılan gizli anlaşmayı da açıklıyor:“Rusya, YPG’nin insanlığa karşı suçlularını desteklemediğini ve Hıristiyan nüfusun topraklarına geri dönmesine izin vermesi durumunda Türk müdahalesini kabul edeceğini belirtti. Türkiye bunu taahhüt etmiştir.Suriye, İdlib Eyaletinde buna eşdeğer bir toprak parçasını kurtarabilirse, Türkiye’nin işgalini hemen geri püskürtmeyeceğini açıkladı. Türkiye bunu kabul etmiştir.İran, bir Türk müdahalesini kınamasına karşın, yalnızca Şiilerin yararına müdahale ettiğini ve Rojava’nın kaderiyle ilgilenmediğini belirtti. Türkiye bunu not etmiştir.” Buna, ben de Kuşak ve Yol rotası üzerindeki “Kukla Devlet” engelinin kalkmasıyla rahatlayan Çin Halk Cumhuriyeti’ni de ekleyebilirim. Erdoğan ve AKP’nin 2011’de Müslüman Kardeşler - İhvancı gündemle ABD ve İsrail ile işbirliği yaparken, sonrasında “Halifelik” rüyasından vaz geçtiğini yazan Meyssan, Ankara’nın Temmuz 2019’dan itibaren milliyetçiliği İslamcılığa tercih etmeye başladığını tespit ediyor. (Avrupa Birliği ve Arap Birliği Türkiye’yi kınarken, sadece Türk Keneşi, Pakistan ve Macaristan Ankara’ya destek çıktı.) İddialı bir tespit, ancak olgulara bakılırsa gerçeklik payı var.MHP ile ortaklık da bunda etkili oldu. Barış Harekatı Pınarı, kuşkusuz zamanlama olarak iç siyasete de seslenmekte (ekonomik kriz gündemini değiştirmek ve HDP ile örtülü ittifak içindeki CHP’yi köşeye sıkıştırmak), ama esasen bu harekat, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde yapılan ilk 5 başarılı hamleden biridir. Eğer bu harekat Suriye ve Rusya için gerçekten tehdit içerse idi, hiç kuşkusuz cevabı İdlib’den verilirdi.Ben önceki yazımda böylesi bir tuzaktan çekindiğimi belirtmiştim. Rusya ve Suriye, Türkiye Fırat’ın doğusunda meşgulken, İdlib’i yerle bir edebilirdi. Hatta ABD ve İsrail de onlara destek verebilirdi. ABD’NİN TUTUMUDaha da kötüsü, Türkiye uluslararası planda Saddam’ın Irak’ına döndürülüp, hedef ülke ilan da edilebilirdi. Tek başına hareket etme görüntüsü bu tehlikeyi açıkça çağrıştırıyordu. Ancak neyse ki bu olmadı. Irak ve Afganistan işgallerinin sorumlusu, savaş suçlusu Evanjelist Neocon George W. Bush’un “İzolasyonist” (Jacksoncu) olarak nitelediği Trump, Türkiye’nin hamlesine eylemli cevap veremedi. Havlayan köpek ısırmaz misali, twit attı. Amiyane tabirle hariçten öttü. Kişisel olarak tehdit ve şantaj mesajları ve mektupları gönderdi.Biz biliyoruz ki, Suriye’deki terör saldırılarının temelini atan ABD idi. 2011 -2013 arasında “Operation Timber Sycamore” (Çınar Kerestesi Operasyonu) kod adıyla, Ürdün’de bir terör merkezi kuruldu. Yabancı savaşçılar burada eğitilerek Suriye’ye gönderildi. Buna daha sonra Irak, Çin, Afganistan, Çeçenistan ve Libya’dan gelen El kaide ve IŞİDçilerin eklendiği “Eşekarısı Kovanı” projesi eklendi. Bu yüzbinlerce insanın ölümüne yol açan kirli işin arkasındakiler, Barack Obama, Binyamin Netanyahu, Hillary Clinton, John McCain, John Bolton gibi Ziocon faşistlerdi. Trump’ın Suriye’den çekilme kararı bu projenin de bitimini ilan etti.Bu kararda, Trump’ın 2020 başkan adaylığı ve Ukrayna üzerinden yeniden azil sürecini gündemden düşürme isteği rol oynadı. RUSYA’NIN TUTUMU Türkiye ile Rusya’nın bu harekat öncesi detaylı bir diyalog yürüttükleri belli oluyor.Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek’in açıkladığı 12 maddelik Rus teklifi, muhtemelen Erdoğan’ın 22 Ekim’deki Soçi ziyaretinde kabul edilecek. Zaten operasyona verilen 120 saatlik ara, tam olarak Soçi’deki Putin – Erdoğan buluşmasında sona eriyor. Burada muhtemelen fazlasıyla sıkıntılı İdlib konusu da bir sonuca ulaşacak. 12 maddelik Rusya teklifindeki en çarpıcı madde, Türkiye’nin kontrolündeki ÖSO ve SMO gibi milislerin radikal olanlarının Libya’ya, ılımlı olanlarının ise rejimin affına havale edilecek olması. Bu noktada çok incelikli bir çalışma gerekiyor. İdlib, Suriye’nin geleceğinde anahtar bir konu. Thierry Meyssan, Türkiye’nin son harekatını överken, “Geriye İdlib’deki yabancı paralı askerlerin, özellikle vahşi ve acımasız bir savaşın 8 yılı boyunca kudurmuş cihatçıların kaderinin belirlenmesi kalmaktadır” diyor. Suriye’de büyük umutlar içindeki PKK, emperyalizm tarafından satıldı. Şimdi sıra cihatçılarda. 22 Ekim’de Soçi’den önemli sonuçlar çıkacak. AVRASYA KAZANDI, ATLANTİK KAYBETTİ ABD artık Ortadoğu’dan ziyade asıl rakibi Çin ile uğraşmak için oyun kuruyor. Washington’dan umudunu kesen İsrail artık Putin ile muhatap olmaya başladı.Oyun kurucu Moskova, İran ve Suudi Arabistan’ın arasını bulmak için de harekete geçti. Batı Asya’da artık ciddiye alınmayan Almanya ve Fransa, ne BM, ne NATO’da seslerini duyurabildi. Atlantik ittifakı, merkezinden parçalanıyor, ABD’de Jacksoncular ile Neoconlar çarpışıyor. Aradan Tulsi Gabbard gibi “devrimciler” bile başını uzatabiliyor. Avrupa benzer biçimde Atlantikçi-Avrasyacı çatışmasına sahne oluyor. Rusya ve Çin’in öncülüğünü yaptığı Avrasya ise günden güne güçleniyor.Daha önce batı kampında yarı sömürge olan Türkiye, İran, Venezuela gibi ülkeler artık boyunduruktan sıyrıldı. Dünya çok kutuplu hale geldi.Türkiye’nin Barış Pınarı Harekatı da bunun tescilidir. Trump’ın hakaret dolu son mektubuna, aslında çok önceden rahmetli İnönü cevap vermişti. 1964’te Johnson’a “Yeni bir dünya kurulur Türkiye de orada yerini alır” yanıtı, eylemli olarak 55 yıl sonra gerçekleşti.

KAYNAKLAR: Thierry Meyssan - https://www.voltairenet.org/article207974.html#nb2

Yazının Devamı

Saddam tuzağı mı?

Harekat başarılı gidiyor.

Kahraman ordumuz teröristleri eziyor.

Yazının Devamı

Savaş ve barış!

Suriye’nin kuzeyine harekat başlıyor. ABD, İsrail. Suudiler ve Avrupa buna karşı. Çökmekte olan Batı hegemonyası her cephede ricata başladı. Suriye ve Rusya ise bunu bir fırsat olarak görüyor. PYD’liler el mahkum kendilerini terk eden ABD’den ayrılıp, Rusya ve Şam’a yönelecek. Türkiye’de ise Atlantikçiler psikolojik savaş başlattı. Atlantikçiler diyor ki: Savaşa Hayır!Bunlar Irak’ın işgalinde de: ‘Ne Sam, ne Saddam’ diyordu. Savaşa tabi hayır da, kiminle savaşa hayır? Anlayabildiğim kadarıyla savaşa hayır diyenler, ABD ve PKK ile savaşa hayır demek istiyor. Oysa ben bunlarla savaşa evet, Suriye ile savaşa ise kesinlikle hayır diyorum. ABD ile bizim savaşımız Lozan’ı kabul etmediği günden beri sürüyor. Düşük yoğunluklu, vekalet savaşı bu. ABD ve Batı emperyalizminin bizimle savaşı, eskiye dayanır. Kurtuluş Savaşı’nı Atatürk kazansa da, onlar pes etmedi. Atatürk’ün manevi mirasını, kamucu ekonomisini, halkçı eğitim hamlesini, toprak reformunu yok etmek için gerici ve bölücü kesimlerle ittifak yaptılar. Bu şer ittifakı Türkiye’nin NATO üyeliğiyle taçlandı. NATO memuru kimi askerler, din tüccarları, etnik bölücüler, toprak ağaları, taşnakçı ermeniler, İstanbullu kompradorlar bu dolaylı savaşta hep Amerikan maşası oldu. Artık Türkiye ABD için bir Darülharp ülkesi idi. Çağdaş Türkiye, mazlum milletlere asla bir örnek gösterilmemeliydi. Kore’ye bunun için gittik, Cezayir kurtuluş savaşında bunun için Fransa’yı destekledik, 1958’de bunun için Suriye’de, 1995’te Azerbaycan’da başarısız darbeler tezgahladık. ABD bizi kendimize karşı savaştırdı. ABD’nin Türkiye ile savaşı “müttefiklik-stratejik ortaklık” kisvesi altında sürdü gitti. Bu savaş hala devam ediyor. Suriye’de olan ise bu savaşın artık açığa çıkmasıdır. Yıllarca Irak’ın toprak bütünlüğü deyip, Irak’ı bölmek için ABD ile işbirliği yapan sağ hükümetler, ilk defa Suriye’de farklı tutum aldı. Gerçi bu tutum, Şam ile anlaşmadan hiçbir yere varmaz ama, ABD’nin vekillerine karşı harekete geçmek önemlidir. Suriye’nin toprak bütünlüğünden yana isek, orada alternatif ordular, gruplar kurmadan, yasal ve resmi muhatabımız Başar Esad ile görüşmek ve anlaşmak şarttır. Fetih marşı mehterle girip, Suriye’de fakülte açamayız, bu hukuki değildir. Esad ile anlaşmak kesinlikle çok elzemdir. Şimdilik bu iletişimi İran ve Rusya üzerinden götürüyoruz. Ama bu yeterli değil. Şunu bir kez daha vurgulamak lazım.Bizim yapacağımız operasyon, bir savaş değil, bir barış harekatıdır. Aynı 1974’te Kıbrıs’ta yaptığımız Kıbrıs Barış Harekatı gibi, aynı 1995’te Kuzey Irak’ta yaptığımız Çelik Harekatı gibi. Türkiye’nin Suriye’de yaptığı Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı Harekatları ve şimdi yapacağı Barış Pınarı Harekatı da bu kapsamdadır. Tüm bu harekatlar, Amerikan emperyalizmine vurulmuş darbelerdir. Bu harekatlar cezasız kalmadı elbette. Kıbrıs’ta ambargolar yedik. Çelik Harekatı’nda Gazi Olayları, Muavenet saldırısını yaşadık, Suriye’deki harekatlar sonrası, Trump7ın da itiraf ettiği ekonomik saldırılara uğradık. Ama bu harekatlar geleceğimizi güven altına aldı, Doğu Akdeniz’i bırakmadık, Irak’ın kuzeyinden Akdeniz’e uzanacak Siyonist-Emperyalist koridora kamayı sapladık. Çin’in de bize teşekkür etmesi lazım, çünkü Kuşak ve Yol güzergahındaki Batılı engeli de kaldırdık bu şekilde. Savaştan açtık mevzuyu, devam edelim. Savaşın hası şu an ABD içinde ve ABD ile Çin arasında yaşanıyor. AMERİKAN İÇ SAVAŞI Trump’ın ruh hastası olduğunda hemfikiriz sanırım. Ancak olaylar ve yaşananlar bunu aşıyor. Fransız araştırmacı yazar Thierry Meyssan’a göre, ABD’de 11 Eylül 2001’de başlayan ve Obama-Hillary ile de süregiden Rumsfeld/Cheney (Neocon-Evanjelist-Siyonist Askeri Endüstriyel Kompleks – Wall Street – Big Oil koalisyonu) darbe sürecinde Trump oyunbozan bir faktör. Meyssan bunu şu ifadelerle açıklıyor: “Donald Trump’ın, Rumsfeld/Cheney’nin saldırgan askeri stratejisine son verilmesi ve bunun yerine Jacksoncu (*) işbirliği politikasının ikame edilmesine yönelik başlıca seçim kampanyası taahhüdü, ABD’de güçlü bir iç ve ABD müttefikleri arasında ise dış muhalefetin engeline takılmaktadır. Başkan, transatlantik siyasi sınıfı karşısında her zamankinden daha çok yalnız, yapayalnız görünmektedir.”Seçildiği günden beri, Rusya, Ukrayna suçlamalarıyla azil tehdidi altında başkanlık yapan Trump, ABD’ye asıl rakip olarak Çin’i ve onun Kuşak ve Yol girişimini görüyor. Ticaret savaşını da bu yüzden başlattı. Çin’in müttefiklerine karşı da yaptırımlar uyguluyor. Rusya ve İran gibi. Ancak 2020 adaylığı Trump’ın işini zorlaştırdı. Çin ile ticaret savaşı yüzünden, Moody’s firmasının analizine göre sadece bir yılda 450 bin Amerikalı işsiz kaldı. Bu süreç işsizliği daha da arttırarak devam edecek. Çin’in de üretim sektörü bu savaştan kötü etkilendi. Mesela otomobil satışları son yılda yüzde 13 düştü. Trump, İran’dan başlayarak 2020 adaylığı için bazı gevşemeler yapıyor. İran’dan sonra sıra Suriye’ye geldi ve askerlerini çekmeye başladı. Aslında bu hem bir seçim kampanyası, hem de bir zorunluluk. Trump kendisi de söyledi zaten, “ABD bir polis gücü değildir” diye. Tipik Jacksoncu bir yaklaşım. ABD artık dünyanın polisi, tek hegemonu filan değil.Aslında hiç de olamadı. Bu sonucu, Kore, Vietnam, Irak, Afganistan, Yemen, Libya ve Suriye’deki yenilgilerinden çıkartmak mümkün. Amerika’nın tek yapabildiği hedef ülkelerdeki zayıf karınları vurmak. ÇİN-ABD SAVAŞI ABD artık küresel liderliğini bir başkasına, bir Asya gücü olan Çin’e devrediyor. Ancak bu devir teslim, öyle şenlik ve törenle yapılacak gibi görünmüyor. Trump, her ne kadar 10-11 Ekim’deki ticaret görüşmelerinde Çin’den kabul edilemez isteklerini (**) geri çekip kısa vadeli bir anlaşma yapacak olsa da, Çin-ABD savaşı ufukta görünüyor. 2020 son çeyreğinde küresel bir durgunluğun resmen açıklanmasıyla birlikte Atlantik – Avrasya gerginliği, Ortadoğu ve Doğu Avrupa’dan İndo Pasifik’e taşınacak.Bunun fitili Hong Kong ile yakıldı. Çin’de milli bilincin yükseltilmesi için belirgin bir kampanya başlatıldı. Çin’in ulusal yayın organı Global Times Mayıs ayında, “ABD ile yaşanan ticaret savaşı, Kore Savaşı’ndaki Çin ABD mücadelesini hatırlatıyor” diye yazdı. O savaşta 180 bin Çin askeri Amerikan birlikleri ile çatışırken ölmüştü. Çin Devrimi’nin Lideri Mao Zedong’un oğlu da ölen askerler arasındaydı. Çin Halk Cumhuriyeti Devlet Başkanı Şi Cinping, 1 Ekim 1949’daki Çin Devrimi’nin 70. yılında yaptığı önemli konuşmada, Çinliler için bir utanç dönemi olan 19 ve 20. Yüzyıl arasındaki “Aşağılanma Asrı” (***)na boşuna işaret etmedi. Şi, “1949 devrimi bir asır süren aşağılanma ve sefaleti bitirmiştir. Bugün Sosyalist Çin dünyanın doğusunda ayağa kalkmış durumda ve kimse bu büyük milletin temellerini sarsamayacak. Hiçbir güç Çin ulusu ve halkını ileriye gitmekten alı koyamayacaktır” dedi. Bu açık bir meydan okumaydı. Küresel güç dengesi değişiyor evet, ama bu öyle kolay olmuyor. Son 500 yılda dünyada hegemon gücün el değiştirdiği toplam 16 vaka var. Bu 16 devir teslimden 12’si hegemon ve meydan okuyan arasındaki büyük savaşlarla neticelendi. Sadece 4’ü barışçı bir şekilde oldu. Son el değiştirme, SSCB’nin içine doğru çöküşüyle büyük bir savaş yaşanmadan (ama bir sürü küçük savaşla birlikte) oldu. Ancak Çin’in yükselişi ve ABD’nin çöküşü, SSCB örneğine hiç benzemiyor. Eğer ki, ABD’deki korkunç gelir dağılımı bozukluğu içeriden bir yarılmaya yol açmazsa (son günlerde müesses nizam uluslararası sosyal medyadaki sol görüşleri bile sansürlemeye başladı), Amerikan derin devleti çareyi büyük bir savaşta arayacaktır. Çin, işte o yüzden silahlanmaya ve Rusya ile ittifaka büyük önem veriyor. Türkiye de bu küresel konjonktürde, Amerikalı zorbaya karşı duracaksa, ki duracağı belli oluyor, Asya güçleriyle Atlantik arasındaki çelişmeyi iyi okumalı. Ankara, Suriye’deki harekat tarzını da buna göre kurmalı.

KAYNAKLAR: https://www.voltairenet.org/article207814.htmlhttps://www.globalresearch.ca/china-u-s-relations-trade-war-hot-war/5691384(*) “Jacksoncular”, genellikle Güney eyaletlerinden kongreye seçilmiş temsilci ve senatörlerden oluşur. “Cumhuriyetçi” oldukları söylenebilir. Adlarını, kendisi de Güneyli olan ve başkanlığı sırasında Amerikan milliyetçiliğini başarılı biçimde uygulayan Andrew Jackson'dan almaktadırlar. Amerikan izolasyonizminin en kararlı savunucuları bu gruptadır.(**) ABD Çin’den özetle 2 şey istiyor: 1-Devletin ekonomideki payını yüzde 38’den 20’ye indir. 2-Çin ekonomisini denetleyecek güçte bir ABD ticaret yönetim mekanizması kurulması. Tabii ki bunlar ÇKP tarafından asla kabul edilebilir değil. (***) “Century of Humiliation” Aşağılanma Yüzyılı olarak tanımlanan bu dönem Çin’deki 19 ve 20. Yüzyılda yaşanan Batılı (İngiliz) sömürgecilik tarihi ile 1937 – 45 arasındaki Japon işgalini anlatır.

Yazının Devamı

Amerika! Ey Amerika! Dost musun düşman mı

Suriye topraklarındaki PKK ve ABD unsurlarına karşı operasyon an meselesi. Ama, ABD ordusuyla her gün medyamızda sevinçli törenler eşliğinde ortak devriye yapıyoruz. ABD Dışişleri Bakanı (eski Evanjelist Papaz ve CIA Başkanı) Mike Pompeo, Yunanistan’da Türkiye’yi tehdit ediyor. İtalyan asıllı tombik Neocon, Yunan meslektaşıyla “Averof Zırhlısı” Tablosu önünde poz verip; Doğu Akdeniz’de bizi hukuk dışı ilan ediyor. Averof Zırhlısı 1.Dünya savaşı sonunda İstanbul’u işgale gelen Rum savaş gemisiydi. Ama biz ABD’nin (Rotschild elemanı) Ticaret Bakanı Luis Ross’a inanıp, 100 milyar dolarlık ticaret hayalleri kuruyoruz. Bir aşk ve nefret ilişkisi içindeyiz. Sam Amca’yı Stokholm sendromuyla öylesine seviyoruz ki, ayrıldığımıza inanamıyoruz.AB ile de öyle bir ilişkimiz var. Evlenme vaadiyle yıllarca bekletilen nişanlı gibiyiz. Biliyorum bunlar ağır benzetmeler, bizim kültürümüze ters ama durumu bundan daha iyi anlatan ifadeler bulmakta zorlanıyorum. Aslına bakarsanız bu söylediklerim büyük milletimizin sadece yüzde 10’u için geçerli. Çünkü hepimiz biliyoruz ki, ABD firmalarının anketlerinde dahi Türk milletinin yüzde 90’ı ABD’yi düşman olarak görüyor. Ama bu yüzde 10 devlette, ekonomide, başta FETÖ tüm tarikatlarda, askeriyede ve medyada konuşlu ve etkili bir yüzde 10. İşte mesele o yüzde 10’da. Bunlar, oda başkanı, bakan, danışman, ekonomist, köşe yazarı, general, hukukçu vs.AKP’den tutun, CHP’ye, MHP’den İyi Parti ve HDP’ye, her yerdeler. Adeta beyinleri yıkanmış, ezbere gidiyorlar; “ABD ve AB bizim dostumuzdur, Türkiye’nin yeri modern Atlantik-Batı dünyasıdır”.Büyük bir yalan. Türkiye, Batı dünyasının hiç bir zaman dostu olmadı. Türkler varlıklarını Batı’ya dayanarak değil, ona rağmen kazandılar.Türkler hiç bir zaman Batı gibi talancı, soykırımcı ve sömürücü olmadı. Batılılar, Attila’dan Sakalardan beri hep Türkleri sürüp atmak, yok etmek parçalamayı hedefledi. Batı denen dünyada neler yaşandı iyi bilmeden bu sonuca varamazsınız zaten. Ancak şunu da özellikle vurgulamak lazım, Türklere Batı’dan daha da çok Batı uşağı soydaşları zarar vermiştir. Hem de bunu yaparken, din ve milliyetçilik gibi iki mukaddes kavramın arkasına saklanmıştır. Marksist bir gözlükle bakmazsanız dünyayı anlayamazsınız. Dünyayı yöneten kapitalist elitler işte bu yüzden komünizmi en büyük tehdit olarak görüyor.Gerçi saf sınıfsal çözümlemeler de yetmez bazen. Dünyanın bütün işçileri birleşin diyen Marks devrim yapamadı ama, Dünyanın bütün mazlum milletleri birleşin diyen Lenin ve Atatürk bunu başardı.Nasıl başardılar? Vatan kavramıyla. Vatanın asıl sahipleri bilinciyle.Vicdan ve bilinç çok mühimdir. Bakın bilinciniz olmazsa ABD’yi hala dost görmeye, vicdanınız yoksa onun işbirlikçilerine oy vermeye devam edersiniz. Bu, bugün Esad yerine ABD ile anlaşmaya çalışan AKP olur, yarın Neoconcu Babacan veya Davutoğlu partileri olur. Avrasya düşmanı İyi Parti veya dış politikası NATO memuru Ünal Çeviköz’lere emanet diğerleri olur. Yahut da bunlardan her hangi birinden medet ummaya çalışan başkaları olur. ABD’NİN DÜŞMANLARIPeki ABD Türkiye’yi nasıl görüyor bir de ona bakmak lazım. ABD, BOP projesiyle Türkiye’nin düşmanı PKK terör örgütünü destekliyor. Ülkemizi bölmek istiyor. ABD, Türkiye’nin düşmanı FETÖ’nün hamisi ve ona bir de darbe denemesi yaptırdı. Tarikat ve mezhepçileri destekliyor, maksat ülkeyi bölmek,iç savaş çıkartmak. ABD, yağmacı neo liberal politikalarla Türkiye’yi soyup soğana çevirdi, bugün ülkede ot bitmiyor. ABD, AKP’nin kuruluşunda bir mentor olarak çalıştı. FETÖ, Yetmez ama Evetçi Liberaller, Eski Erbakancılar ve Kürtçüleri bir araya getirdi. Bugün ise sadece eski Erbakancılar var. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dili ondan sürçtü de AKP yerine “Refah Partisi” dedi geçen gün. O eski Erbakancılar da rahmetli (millici adamdı kim ne derse desin) Erbakan’a göre,arka kapıdan sıvışanlar. İşte şimdi onlar da ABD’nin düşmanları oldu. Yer yer millici çıkışlar yapıyorlar ama yetmiyor. ABD, Türkiye’deki sahte insan hakları, sahte dini özgürlükçü, sahte çevreci vb. STK’ların da destekçisi. Bu güdümlü STK’lar, askerlerimiz şehit olurken kıllarını kıpırdatmaz ama netameli bir konu oldu mu, Balyoz-Ergenekon gibi bir tezgah kuruldu mu, hemen sahnede yerlerini alırlar. ABD, Almanya, Fransa ve İtalya’daki Atlantikçi gladyoların destekçisidir. Alman vakıfları bunun için çalışır, Fransız hükümeti komple Türkiye düşmanıdır. ABD, Türkiye’nin düşmanı İngiltere, Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi’nin destekçisidir. ABD, Irak ve Suriye’de Kukla Kürt devletinin ve IŞİD’in hamisi İsrail’in koşulsuz destekçisidir.Peki ABD’nin resmi düşmanları kimlerdir? Amerikalı muhalif siyaset bilimcisi Prof.James Petras kademeli bir liste çıkartmış. Oradan bakalım isterseniz: ABD’nin üst seviye düşmanları: 1-Rusya Federasyonu. Nükleer ve dev bir askeri güç. Asya, Avrupa ve Ortadoğu’da at oynatıyor. Devasa petrol ve gaz rezevleri de ABD’nin kapsama alanı dışında bulunuyor. Diğer ülkelerle stratejik işbirlikleri, ABD’nin yayılmacı heveslerine ket vuruyor. 2-Çin Halk Cumhuriyeti. Küresel ekonomik güç. Üretim, ticaret ve teknolojide ABD’yi geçiyor. Savunma sanayini de geliştiriyor, nükleer güç. ABD’nin küresel hegemonyasını üzerine inşa ettiği donanma/dolar sistemini alt üst ediyor. ABD’nin Güney ve Doğu Asya’daki yayılımına set çekiyor. 3-Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti. Balistik ve nükleer füze kapasitesiyle ABD’yi vurma kabiliyetine sahip. Jeo stratejik konumuyla, Japonya, Güney Kore’nin neo liberal sistemine ve bölgedeki Amerikancı hegemonyaya kafa tutuyor. Genç lideri, hala oğlunu yedi, amca kızını ısırdı gibisinden saçmpa sapan batılı medya yalanlarının hedefi oluyor. 4-Bolivarcı Venezuela Cumhuriyeti. Güney Amerika’da sağlam bir sosyalist seçenekle Amerika’nın vahşi neo liberal sistemine kafa tutuyor. Petrol ve mineral zengini. ABD’nin darbe ve yaptırımlarla onbinlerce çocuğun ölümüne yol açmaktan ve savaşa kadar tehdit etmekten çekinmediği onurlu bir ülke. 5-İran İslam Cumhuriyeti. Dolar sisteminden bağımsız petrol ve doğal gaz kaynakları. ABD ve İsrail’in bölgedeki işgalci politikalarına karşı eylemli ve dik duran karşı koyuşu. ABD’nin uydusu Suudi Arabistan’a net tavrı. Çin ve Rusya ile doğrudan güçlü ilişkileri Sam Amca’yı kudurtmaya yetiyor. 6-Suriye Arap Cumhuriyeti. Topraklarında ABD ve İsrail’in faşist gerici bölücü siyasetine karşı savaş vermesi. İran, Irak, Filistin, Rusya ile ittifak halinde olması. Atatürk’ten esinlenen Baasçı rejimiyle, dinci etnik emperyalist balkanlaştırıcı sistemlere karşı koyması. ABD’nin orta seviyedeki düşmanları: 1-Küba Cumhuriyeti. Sosyalist rejimiyle,bağımsız politikalarıyla ABD’nin burnunun dibinde biten ısırgan otu. Teslim olmayan eşitlikçi iradesiyle tüm Latin Amerika ve Karayip ülkelerine ilham kaynağı. Kansere aşı geliştiren, küresel yamyam ilaç tekellerini paniğe veren minik ama güçlü ülke. Çocuk aşılarında da dünya lideri aynı zamanda.2-Lübnan Cumhuriyeti. ABD ve İsrail’in bir numaralı düşmanı Hizbullah’ın ülkenin ordusuyla eş değer, hatta daha güçlü pozisyonda olması. Hizbullah’ın dinci bir oluşum gibi gözükse de Hristiyanlardan sünni ve alevilere kadar bütün kesimleri anti emperyalist bir şemsiye altında toplayabilmesi. 2006’da İsrail’in burnunu acı bir şekilde sürtmesi, Suriye’de de IŞİD ve El Kaide gibi ABD-İsrail yapımı işgalci yamyamlara karşı büyük mücadelesi. 3-Yemen Cumhuriyeti. Küresel ticaretin önemli rotası Babel Mendep boğazını tutan ülkede, bağımsızlıkçı ve Suudi düşmanı Husilerin iktidara gelmesi yeterli sebep. Suudi kontrolündeki kukla hükümeti tanımayıp, Aramco rafineri baskını ve son olarak paralı Suudi askerlerini keklik gibi avlaması da cabası. ABD’nin alt seviyedeki düşmanları: 1-Bolivya Çokuluslu Devleti. Sosyalist Çavezci yönetimiyle, dünyanın en zengin bakır madenlerine sahip olması, yerli halkların toprak mücadelesine sahip çıkması, karma ekonomi seçeneğiyle ABD’yi rahatsız ediyor yeterince. 2-Nikaragua Cumhuriyeti. Venezuela ve Küba’ya destek veren sosyalist ve istiklalci tavrı. ABD’nin işgalci darbeci politikalarına açıktan karşı koyması hasebiyle. Prof. Petras listeyi bu ülkelerle sınırlı tutmuş. Biraz düşününce, aslında Türkiye, Pakistan, Afganistan, Irak ve Libya’yı neden bu listeye koymadığını anlayabiliyorsunuz.Çünkü bu saydığım ülkeler, ABD’nin kısmen etkili olabildiği, yönetimlere nüfuz edebildiği ve yönlendirebildiği ülkeler.Aslında hepsi de ABD’nin düşmanı. Ama açıktan sayılmıyorlar, çünkü hala hegemonya için bir umut bulunuyor. Listede açıkça yer alan ülkeler, gerekli bütünlüğe ve dirence sahip. İşte benim de tüm bu yazımda anlatmak istediğim şey bu. Ben Türkiye, Irak, Afganistan ve Libya’nın da gerekli bütünlüğe sahip olarak ABD düşman listesine girmesinden yanayım. Derdim kimseyle düşmanlık değil.Ama sürekli kötülük edene de boyun eğmemek gerek. Atatürk gibi yapmak bunu gerektirir. Ortak devriye filan değil, Esad ile anlaşıp biz yukarıdan, Suriye ordusunun aşağıdan girmesini şart kılar.

Yazının Devamı

Soner Paşa

Zaman, mekan ve kuvvet…

Sonsuzluğa yolcu ettiğimiz, içi dışı güzel Amiralimiz Soner Polat’ın strateji analizinde temel üç kavram.

Yazının Devamı

Greta'nın arkasına saklananlar: Mesele karbon değil kapitalizm

Şu son New York’ta BM kürsüsüne çıkana kadar fazla ciddiye almıyordum. Avrupalı bilinçli çocukların girişken ve cesur bir temsilcisi olarak görüyordum. Kürsüye çıkıp o aşırı teatral, hamlet konuşmasını yapınca biraz huylandım. Hele o, “How Dare You” (Nasıl cüret edersiniz) derken yüzünün aldığı hal epeyce ayna karşısında çalışılmış bir replikti.

Zaten baktım ki, annesi, babası ve dedesi de aktör ve aktristmiş Greta kızın. Mantık şu bendeki; eğer sen gerçekten müesses nizama karşıysan, o müesses nizamın kürsüsüne seni çıkartıp konuşturmazlar. Kapısında biber gazı sıkıp coplarlar. Greta’nın bu imtiyazı ise eski ABD Başkan Yardımcısı Al Gore’dan geliyormuş. Daha doğrusu Al Gore’un arkasındaki dolar trilyonerlerinden. Şimdi şöyle bir durum var. Küresel ısınma ve iklim değişikliği bilimsel bir gerçek. Buna kimsenin itirazı olamaz. Ancak, küresel finans baronları, bu olguyu kendi çıkarları doğrultusunda topluma kabul ettirmek peşinde. Neyse ben yine Greta Thunberg’in (bana çekirdekten yetiştirme Nagehan Alçı’yı da hatırlatıyor biraz) hikayesine döneyim. Küresel sermaye, iklimsel değişimden yola çıkarak yeni bir yapılanmaya gitti. Buna çoğu kişi “Green New Deal” (Yeşil Yeni Sözleşme) adını verdi. 2013 yılında İsveç emlak şirketi Vasakronan ilk yeşil tahvili çıkarttı piyasaya. Apple, SNCF ve Fransız bankası Credit Agricole de aynı tür tahvillerden çıkarttı. 2013’te yine Elon Musk, Tesla güneş enerjisi tahvillerini piyasa sürdü. Bugün iklim tahvilleri piyasası 500 milyar dolarlık bir büyüklüğe ulaştı. Hedef, 45 trilyon dolarlık küresel tahvil piyasasından önemli bir pay almak. İlk inisiyatifin arkasında Prens Charles, Bank of England ve İngiliz finans merkezi City vardı.Dönemin Bank of England (İngiltere Merkez Bankası) Başkanı Mark Carney, (BIS - Bank of International Settlements- Financial Stability Board – Uluslararası Anlaşmalar Bankası – Finansal İstikrar Kurulu Yönetim Kurulu Başkanı olarak) Aralık 2015’te “İklim bağlantılı finansal ifşa” içerikli bir görev gücü (TCFD) oluşturdu. Bunun hedefi, yatırımcıları, borç verenleri ve sigortacıları iklim kökenli finansal riskler konusunda bilgilendirmekti. Bir merkez bankası başkanı için sıra dışı bir hamleydi bu kuşkusuz. 2016’da TCFD’ye ünlü yatırımcı Michael Bloomberg liderliğinde 31 yatırımcı daha katıldı. Bunların arasında JP Morgan Chase, Black Rock, Barclay’s, HSBC, Swiss Re, ICBC, Tata Steel, ENI Oil, Dow Chemical, BHP ve Al Gore’a ait Generation Investment vardı. Temmuz 2019’a geldiğimizde, İngiliz Maliye Bakanı Phillip Hammond, “Yeşil Finans Stratejisi; Finansı daha Yeşil bir Gelecek için Dönüştürmek” başlıklı bir belge yayımladı. Belgede, “Mark Carney’nin başlattığı, Michael Bloomberg’in yönettiği “Yeşil Finans” TCFD girişimine destek çağrısı yaptı. Goldman Sachs başta olmak üzere, küresel çapta 118 trilyon doları yöneten onlarca finans kuruluşu buna onay verdi. Gdeta Thunberg’in arkasında 118 trilyon dolar var yani.Kısaca buna kapitalizm diyoruz. GRETA’NIN HİKAYESİ 2013’te henüz 10 yaşındayken, geleceği temsil eden “İklim Aktivisti” olarak Al Gore tarafından seçildi. Al Gore’u bilirsiniz, Clinton döneminin başkan yardımcısı ve sonrasında başkan adayı. 2007 Nobel Barış Ödülü sahibi. Küresel ısınmanın dünyanın sonunu getireceğini anlatan, “Uygunsuz Gerçek 1 ve 2” (2006 ve 2017) filmlerinin hem yapımcısı, hem anlatıcısı. Al Gore’u sevmemek ne mümkün. BM ve AB onu çok seviyor. Ancak o sadece bir çevre gönüllüsü değil başta da belirttiğim gibi. Ortağı, eski Goldman Sachs yöneticisi David Blood, az önce bahsettiğim TCFD’nin yöneticilerinden. Generation Investment şirketinin sahibi Al Gore, küresel çapta Greta gibi iklim aktivistlerini destekliyor. İsveç’in “We Don’t Have Time” (Zamanımız Kalmadı) isimli STK’sını da. Greta’yı o STK vasıtasıyla işe aldı. Zaten o STK’nın kurucusu da TCFD Ceo’su Ingmar Rentzhog. Rentzhog, Al Gore’un “İklim Gerçekliği Organizasyonu Liderleri” arasında. Aynı zamanda da AB İklim Politikaları Görev Gücü üyesi. Greta, 2017 Mart’ında Denver Colorado ve 2018 Haziran’ında Berlin’de bizzat Al Gore tarafından eğitildi. İklim değişiminde asıl suçlunun kapitalizm ve onun iğrenç yavrusu emperyalizm olduğunu hayatta söyleyemeyecek durumdaki asık suratlı Gretacık, şöhret basamaklarını aslen bu ilişkiler zinciriyle çıktı.Şubat 2019’da AB Komisyonu’nda yaptığı konuşma sonrası minik eli, sarhoş gezmesiyle bilinen Komisyon başkanı Jean Claude Juncker tarafından öpüldü. Juncker, bu reveransın ardından AB ülkelerinin gelecek 10 yılda milyarlarca avro parayı iklim değişimine harcamaları gerektiğini söyledi. Aktivist Greta, BM’nin son iklim zirvesinde Türkiye, Almanya, Fransa, Arjantin ve Brezilya’yı Paris İklim anlaşmasına uymadıkları için şikayet etti. Oysa bırakın ABD’yi, sadece Pentagon bile, 2. Dünya savaşından bu yana attığı bomba ve kullandığı silahlarla 170 ülkeden daha çok karbon salımına yol açmıştı. Bu arada sadece Al Gore değil, Big Oil denen dünya dev petrol üreticisi batılı şirketler de bu işin içinde. Onların derdi ise ülkelerin ithal petrol veya doğalgaz yerine kendi kömür kaynaklarını kullanması.Kömür elbette doğayı kirleten bir enerji kaynağı. Ama ya petrol ve mazot?Greta ve benzeri batılı sistemce desteklenen aktivistler, dünyanın sonu edebiyatıyla küresel finans ve sermaye dönüşümünü, müesses batılı nizam lehine yönetilmesinde sadece birer figüran. Onlar ne kadar samimi olursa olsun, arkalarındaki büyük güç hep çıkarlarının peşinde. Küresel ısınma son BM raporunda da belirtildiği gibi, insanca önlenebilecek eşiği çoktan aşmış durumda. Bundan sonra yapılacak tek şey, insanlığın daha güvende yaşaması için gerekli önlemleri almak, zengin azınlığın çıkarlarını baskılayarak, dünyayı daha barışçı ve çevreci bir hale getirmek. Dünyanın sonu gelse de gelmese de, Batılı kapitalistler kar ve birikim bağımlısı. Dr. Otmar Edenhofer, 2010’da BM çatısı altında düzenlenen İklim Değişimi Paneli’nde olayın aslını faslını anlatmıştı: “Biz dünya zenginliğini iklim politikaları aracılığıyla yeniden düzenlemenin peşindeyiz. Bunun çevreci bir politika olduğunu söylemek büyük bir kandırmacadan ibarettir. Bunun çevreci politikalarla neredeyse hiçbir alakası yoktur. Ağaçsızlaşma veya ozon deliğinin kapanmasıyla hiçbir ilgisi yoktur” Bize Greta’yı gösterip gerçeği saklıyorlar. Asıl bakacağımız yer, 100’den fazla ülkede yapılan 4500 iklim eylemidir. Bu eylemler tam da yerinde, Exxon ve benzeri vahşi kapitalist kuruluşların önünde yapılmaktadır. Ve bu eylemlerde vurgulanan slogan: “Kapitalizm eşittir ölüm”dür. Yarın dünyayı bir anda yok edecek nükleer savaş tehlikesi onun yan cebinde yatmaktadır. Bizim asıl düşmanımız, kar ve birikimden başka hiçbir önceliği olmayan, savaşlardan menfaat sağlayan kapitalizmdir. Bizi gerçekte öldüren iklim değişimi değil odur.

Yazının Devamı

Trump yumuşadı, azil süreci başladı

BM New York Zirvesi hayli renkli geçiyor.

Al Gore’un proje çocuğu İsveçli Greta’yı bir kenara bırakırsak, zirveye Trump’ın şu sözleri damgasını vurdu.

Yazının Devamı

Avrasyacılık nedir ve ne değildir?

Dış politika uzmanı gazeteci Kadri Gürsel’in son yazısında bir bölüm dikkatimi çekti:

“Üç devlet başkanının Ankara’da imzaladıkları ortak açıklamanın alt metninde mülteci felaketinin daha da büyüyeceği yazıyordu.

Yazının Devamı