26 Nisan 2024 Cuma
İstanbul 15°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Faullü güreşenler

Tunca Arslan

Tunca Arslan

Gazete Yazarı

A+ A-

Usta yazarımız Kemal Ateş’in “Neşter ve Madalya” adlı romanından, 26 Ocak’ta bu köşede “Sanat gibi güreşenler” başlıklı yazıda söz etmiştim. Yaşar Doğu, Gazanfer Bilge, Celal Atik gibi efsane güreşçilerimizin 1948 Londra ve 1960 Roma olimpiyatlarındaki serüvenlerini anlatıyordu bu ilginç roman.

“Neşter ve Madalya”nın ardından “Foxcatcher Takımı” adlı filmi seyretmek çok farklı bir deneyim oldu. Bennett Miller’ın yönettiği, halen sinemalarımızda gösterilmekte olan film, güreş sporu ve güreşçilere bu kez Amerikalılara odaklanarak bakıyor. Üstelik tümüyle gerçek olaylara dayanan hayli sarsıcı, trajik bir öykü var karşımızda. ABD’nin en zengin ailelerinden birinin oğlu, kimya endüstrisi kralı John du Pont ile olimpiyat şampiyonu güreşçilerden Mark Schultz’un ilişkileri üzerinden akıyor senaryo ama çok farklı kanallara da açılıyor. 

Amerikan İç Savaşı’ndan başlayarak barut-cephane üreterek zenginleşmiş dolar milyarderi bir ailenin üyesi John du Pont. Güreşe, kolay kolay anlaşılamayacak tuhaf bir tutkuyla bağlı...  Aile, geleneksel tilki avı nedeniyle atlara düşkün ve güreşi alt sınıflara ait bir spor olarak gören yaşlı annesi oğlunun bu tutkusunu hep küçümsemekte. John ise atların aptal hayvanlar olduğu kanısında. ABD’nin değerlerini giderek kaybetmekte olduğunu, örnek kahramanlara ihtiyaç duyduğunu düşünüyor ve güreş minderlerini sembol kahramanlar çıkarmak için elverişli bir zemin olarak görüyor. 1987’de federasyona yüklüce bağış yapıp sponsor oluyor, kendi takımını kurup minderde zafer peşinde koşuyor. Daha iki yaşındayken boşanan anne-babası tarafından terk edilmiş, kendisi gibi güreşçi abisi David’le birlikte çok zor zamanlar geçirmiş içine kapanık Mark Schultz da parlak bir güreş yıldızı. John du Pont, saraydan farksız çiftliğinin bir bölümünü güreş kampına çeviriyor, antremanlar başlıyor. Fakat... Finali açık etmeden şu kadarını söyleyeyim; Steve Carell’in olağanüstü oyunculuk başarısıyla canlandırdığı John du Pont, gerçek bir sosyopat.

Amerikan milliyetçiliğine, savaş zenginlerine, aristokrasinin tutuculuğuna ve hükmetme alışkanlıklarına, anne-oğul ilişkisi kadar Du Pont-Schultz alışverişi üzerinden de son derece yumuşak bir anlatımla oldukça sert eleştiriler getiren “Foxcatcher Takımı”nın bizi doğrudan ilgilendiren yönü de var.

KARABACAK VE GENÇALP

Mark Schultz, 1984 Los Angeles Olimpiyatları’nda güreşçimiz Reşit Karabacak’la karşılaşmış, faullü bir oyunla Karabacak’ın kolunu kırmış ve sonunda altın madalyayı boynuna takmıştı. Ülkece televizyonda seyretmiştik o karşılaşmayı. Karabacak’ın acı içinde kıvranışını çok net anımsıyorum. Bennett Miller o maça yer vermemiş filmde. Ama Schultz’un bir sonraki 1988 Seul Olimpiyatları’nda Necmi Gençalp’e 14-0 yenildiği ve güreşçiliği bırakmasına neden olan karşılaşma çok kısa da olsa perdeye yansıtılmış.

Güreş, özellikle görsel kısıtlayıcılığı düşünüldüğünde Hollywood açısından çok elverişli bir spor sayılmaz. Beyazperdede rugby, beysbol, boks, basketbol öyküleri seyretmeye alışık Amerikalılar için yeterince heyecan barındırmadığı çok açık. Bennett Miller da buna uygun biçimde son derece ağır tempolu bir anlatım tutturmuş ve en iyi yönetmen, en iyi erkek oyuncu (Steve Carell), en iyi yardımcı erkek oyuncu (Mark Ruffalo) dallarında Oscar’a aday, “faullü yaşamlar”a göz atan, etkileyici bir film çıkarmış.

Mark Schultz’un öyküsü, yakın dönem ABD tarihinin gördüğü en tuhaf karakterlerden biri olan John du Pont sayesinde önem kazanmış durumda. İnsan sormadan edemiyor; örneğin Reşit Karabacak’ı unutup gitmemizin nedeni, ruh hastası bir sponsorunun olmaması mıydı?