26 Nisan 2024 Cuma
İstanbul 19°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Film festivalinin ardından...

Tunca Arslan

Tunca Arslan

Gazete Yazarı

A+ A-

Geride kalan 35 yıl boyunca dünya sinemasının tüm renklerini ülkemiz sinemaseverlerine sunarak adeta bir akademi gibi çalışan İstanbul Film Festivali, 2016’da da oldukça doyurucu bir program hazırlamıştı. Kuşkusuz, katalogda yer alan tüm filmlere yetişmek mümkün değil, ancak hafta içinde akşam saatlerini ve hafta sonlarını değerlendirerek 11 gün boyunca seyrettiğim 19 filmle, sinemanın o hem büyülü hem de gerçekçi dünyasının tadını bu yıl da yeterince aldığımı söyleyebilirim.
Uluslararası Yarışma’da Altın Lale ödülünü kazanan Meksika yapımı “Bin Başlı Canavar”, sağlık sistemine, sahtekar sigorta şirketlerine ve ilaç tekellerine isyan bayrağını yükselten bir kadının öyküsünü son derece duyarlı bir dille anlatan çok iyi bir filmdi. 2007’de, çevresi kalın duvarlarla çevrili zengin bir sitede yaşayanların çevrelerindeki gecekondu mahallelerinde yaşayanlarla savaşını anlatan “Yasak Bölge” filmiyle tanıdığımız yönetmen Rodrigo Pla, başroldeki Jana Raluy’un da olağanüstü oyunculuğuyla Altın Lale’yi hak eden çarpıcı bir sosyal taşlamaya imza atmıştı.
Ulusal Yarışma’da Altın Lale’ye değer görülen “Toz Bezi” ise özellikle başrol oyuncuları Asiye Dinçsoy ve Nazan Kesal’ın güçlü performanslarıyla öne çıkıyor, İstanbul’da yaşayan iki gündelik temizlikçi kadının yaşamla mücadelelerini anlatıyordu. İlk uzun metraj filmini çeken Ahu Öztürk, ele aldığı sınıfsal ilişkilere daha çok etnik kimlikler üzerinden bakmayı tercih ediyorsa da “Toz Bezi”nin de ödülü hak ettiği kanısındayım. Kaldı ki Müjde Ar başkanlığındaki jürinin “Toz Bezi”ni seçeceği ilk günden beri tahmin ediliyordu.
Geçen hafta da yazdım, festivalde en beğendiğim film, Eva Peron’un yaşamını ve ölümünü anlatan Arjantin yapımı “Eva’ya Huzur Yok” oldu. Rus sinemasının uluslararası yıldız yönetmenlerinden Aleksandr Sokurov’un Paris’teki ünlü Louvre Müzesi’nin önemine, geçmişine ve özellikle de Paris Nazi işgali altındayken yaşananlara bakan fantastik belgeseli “Francofonia” da unutulmayacak bir filmdi. Bir başka belgesel, sinema tarihindeki en ünlü söyleşi, Fransız yönetmen François Truffaut’nun Alfred Hitchcock’la 1965’te gerçekleştirdiği uzun röportajı anlatan “Hitchcock / Truffaut” ise kitap olarak ülkemizde de yayımlanmış bu büyük buluşmayı gözler önüne sererek sinema kültürümüze çok şey katmış oldu.
Gelelim “Güneşin Altında”ya... Kuzey Kore’ye giden ve izinli olarak ülkeyi tanıtacak bir belgesel çekmekte olan Rus sinemacı ekibinin, ülkelerinin olduğundan iyi iyi göstermek için bazı mizansenlere başvuran Kuzey Korelileri kandırmasıyla ortaya çıkan tipik bir anti-propaganda örneğiydi. Aleyhte propagandadan çekinen KDHC bürokrasininin “önlem”leri abarttığı bir gerçekse de Rus belgeselci Vitaly Manski’nin de ev sahiplerinin iyi niyetini fazlasıyla sömürdüğü söylenebilir.

FOSTER NASIL ÖLDÜ?
İlk filmi “Köprüdekiler”le yönetmenlik yaşamına çok iyi bir başlangıç yapan Aslı Özge’nin Almanya’da Almanca olarak çektiği “Ansızın”, yakın geçmişte Türkiye’de yaşanan bir ölüm olayı üzerine kuruluydu. Defne Joy Foster’ın Ahmet Altan’ın oğlu Kerem Altan’ın evinde “ansızın” ölmesiyle gelişen süreci, çok dinamik bir anlatımla Almanya fonuna uyarlamıştı Aslı Özge ve gerçekten çok iyi iş çıkarmıştı.
Son olarak iki filmden daha söz edeyim... Çin’in başkenti Pekin’deki konut sorununa iki farklı cepheden yaklaşan “Yer altı Kokusu”, bir yandan bodrum katlarındaki iç içe yaşamlara odaklanırken bir yanda da arazi spekülasyonu yapmak isteyen orta sınıfların özlemlerine eleştiriler getiren, yalın anlatımlı, hoş bir filmdi.
Geçen yıl katıldığı bir film festivali sırasında otel odasında intihar eden Polonyalı yönetmen Marcin Wrona’nın son filmi “İblis”i haliyle çok merak ediyordum. “Son yılların en özgün ve çarpıcı korku filmi” olduğu iddia edilen “İblis”in gerçekten çok kötü ve yavan bir öykü içerdiğini belirteyim.