26 Nisan 2024 Cuma
İstanbul 14°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Gönül dili ve sinema dili

Tunca Arslan

Tunca Arslan

Gazete Yazarı

A+ A-

Geçen yıl mayıs ayında İstanbul’da Marmara Üniversitesi, Nebraska Üniversitesi ve Ensar Vakfı’nın işbirliğiyle “Uluslararası Sinema ve Din Sempozyumu” düzenlenmiş, ağırlık İslamiyet ve Türk sinemasında olmak üzere, sinemanın dine ve dinin sinemaya yaklaşımı toplam 64 sunumla masaya yatırılmıştı.
Dem Yayınları’nın sempozyumdaki konuşmaları konu başlıklarına göre 10 ayrı bölümden oluşan 1236 sayfalık bir kitap haline getirmesine, doğrusu çok sevindim. “Sinema ve Din” başlıklı kitap, hayli zengin bir başvuru kaynağı niteliğinde. İnternette yayın yapan haftalık sinema dergisi Arka Pencere’de yaklaşık yedi yıldan bu yana “İslami Sinemanın Çıkmazı” temalı çok sayıda yazı kaleme almış ve İslami sinema çevrelerindeki tartışmaları takip etmeye çalışan birisi olarak bu alandaki kaynak eksikliğini gayet iyi biliyorum; bu nedenle kitabın ciddi bir boşluğu doldurduğunu söyleyebilirim.
Kendi adıma, özellikle İslamiyet’in koyduğu sınırlar ve “kutsallık” kavramı etrafında dokunulmazlık kazanan pek çok kavram nedeniyle, evrensel ölçütlere göre “İyi ve gerçekçi bir İslami film” yapılamayacağını düşünüyorum. Mustafa Akkad, “Çağrı-İslamiyetin Doğuşu” filmini 1976’da çekmişti ve aradan geçen 40 yılda ortaya benzer bir örnek konamaması da bunun kanıtı.
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Doç. Dr. Erdoğan Baş, sempozyumdaki “Kur’an Kıssaları ve Sinema” başlıklı sunumunda “Âlem-kosmos koskoca bir sinema salonu, bizler de onun rol-modelleri veya oyuncuları gibiyiz” dedikten sonra, “Esasında bu, örneği bulunmayan muhteşem bir sinemadır. Bu filmin senaristi, yaratmanın her çeşidini bilen ve yaratma sıfatlarını kendinde cem etmiş olan Allah Teala’dır. Yaratıcı öyle bir senaryo yazmış ki, bir daha bu şekilde bir senaryo yazmaya kimsenin gücü-kudreti yetmez” diye ekliyor.
“İslami prensiplerde mahzurlu alanın” sınırlı ve belirli olduğunu, “mahzurlu olmayan alanın” ise sınırsız bulunduğunu vurgulayan Baş’a göre, “Kıssaların sinemaya uyarlanmasında müstehcenliğe kapı aralanmaması, erkek-kadın karışık içki ve dans sahneleri gibi harama sürükleyici sahnelere yer verilmemesi, yani temel İslami prensiplere riayet edilmesi gerekir.”
Meselenin yalnızca müstehcenlik, erkek-kadın karışık içki ve dans sahneleri olmadığı çok açık, bunlar olmadan da film çekilebilir elbette ama İslami sinema denilince İslamcılarımızın aklına pastörize süt gibi bir şeyler geliyor ve altı çizilen “mahzurlu alan”ın sınırları gerçekte çok daha geniş.

PASTORİZE SÜT GİBİ...
Yönetmenliğini Kürşat Kızbaz’ın yaptığı, geçen çarşamba akşamı düzenlenen galasında seyrettiğim “Somuncu Baba: Aşkın Sırrı” filmi, tam anlamıyla pastörize süt gibi, baştan sona “tertemiz... iyilik... güzellik... ilahi aşk” vs. dolu, fırından yeni çıkmış somun ekmek gibi “sıcacık” bir filmdi örneğin. Kızbaz, bir sahnede şöyle bir görünüp kaybolan üç beş eşkıya dışında hiçbir “kötülüğe” izin vermemişti.
14. yüzyılda Anadolu’da yaşayan ve “aşkın sırrı”nın peşine düşüp, dergâh dergâh, şehir şehir gezen Somuncu Baba lakaplı Şeyh Hamid-i Veli, ömrü hayatında hiç mi “mahzurlu alana” girmemişti ya da giren birileriyle karşılaşmamıştı acaba? Bu kadar “dümdüz”, çatışma ve çelişkiden uzak, hiçbir iniş çıkış barındırmayan bir “sinema dili” olabilir mi? Yaşam, ellerini önlerinde kavuşturmuş, boyunları hafif eğik vaziyette birbirlerine sürekli kitabi laflarla ve “gönül diliyle” hitap eden insanlardan mı ibaret? Bir film, insanın içini kilolarca şerbet içmiş gibi bayabilir mi?
Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi’nden Doç. Dr. Serdar Demirel, “Hadislerin İnşa Ettiği Kültür / Medeniyet ve Sinema” konulu sunumunda, “İçinde bulunduğumuz dünyada Müslümanlara ait bir sinemanın kendilerine ait değerler sistemini sosyo-politik, sosyo-kültürel, dini ve diğer boyutlarıyla yerele ve küresele anlatması jeo-kültürel bir gerekliliktir (...) Seküler sinemanın işgal ettiği yeri dengeleyebilecek bir Müslüman sinema elzemdir” diyor.
40 yıldır söyleniyor bu, kolay gelsin ama “mahzurlu alanlar” yıkılmadıkça, çok zor. “Gönül dili” başka bir şeydir, “sinema dili” başka.