Bekleyişin ontolojisi: Aşkımın güneyinde
Aşkımın Güneyinde, klasik aşk romanlarından farklı olarak aşkı bir nesne ya da hedef olarak değil, bir varoluş biçimi ve algı tarzı olarak ele alır. Bu yönüyle eser, Edmund Husserl’in fenomenoloji anlayışı çerçevesinde değerlendirilebilir.
Aysu Sevtekin’in Aşkımın Güneyinde adlı eseri, ilk bakışta duygu yüklü, şiirsel anlatımıyla bir aşk hikâyesi izlenimi uyandırsa da; daha yakından incelendiğinde, insan varoluşunun merkezinde yer alan kaygı, belirsizlik, anlam arayışı, iletişimsizlik ve içsel özgürlük temalarını derinlemesine işleyen katmanlı bir metin olarak öne çıkar. Metin, yalnızca bireysel duygulara değil, aynı zamanda aşkın fenomenolojik doğasına, bilinç katmanları arasındaki geçişkenliğe ve ruhsal bütünleşmeye dair felsefi sorulara da yanıt arar.
AŞKIN FENOMENOLOJİK DOĞASI
Aşkımın Güneyinde, klasik aşk romanlarından farklı olarak aşkı bir nesne ya da hedef olarak değil, bir varoluş biçimi ve algı tarzı olarak ele alır. Bu yönüyle eser, Edmund Husserl’in fenomenoloji anlayışı çerçevesinde değerlendirilebilir. Irmak’ın yaşadığı duygular, olaylardan bağımsız bir biçimde, onun dünyayı nasıl tecrübe ettiğine bağlı olarak şekillenir. Aşk, burada bir dış gerçeklik değil, bir "görünüş" biçimidir; olayları, insanları ve zamanı anlamlandırmanın yolu hâline gelir.
Irmak’ın iç sesiyle yaptığı diyaloglar ve doğayla kurduğu sembolik bağlar, yalnızca içsel bir tefekkür değil, aynı zamanda bilinç akışının ontolojik bir ifadesidir. Sevgiyle sarmalanan doğa unsurları (deniz, martı, güneş, gökyüzü), Irmak’ın duygu durumuna göre biçim ve anlam değiştirir. Bu durum, Merleau-Ponty’nin beden-fenomen bilinci kuramıyla örtüşür; çünkü doğayı algılayan beden, aynı zamanda aşkı ve ayrılığı da beden-zihin birlikteliğinde deneyimler.
VAROLUŞSAL KAYGI VE KENDİLİK
Irmak’ın sürekli içe dönük konuşmaları, Sartre’ın “kendilik bilinci” ve Kierkegaard’ın “ya-ya da” ontolojisini hatırlatır. Irmak, bekleyiş ile eylem arasında gidip gelirken, kendi öznel evreni ile toplumsal gerçeklik arasında sıkışır. Sevdiği adamın yokluğunda kurduğu cümleler, onun yalnızca bir aşık olmadığını, aynı zamanda bir "varlık olarak kendiyle yüzleşmeye çalışan" bir özne olduğunu gösterir. Güney, Irmak için sadece bir “öteki” değil, aynı zamanda kendini anlamlandırmasının aynasıdır. Irmak, Güney'in ona döneceği inancı üzerinden kendi varlığını yeniden kurmaya çalışır; bu süreçte aşk, bir inanç sistemi hâline gelir.
Bu bağlamda Aşkımın Güneyinde, Simone de Beauvoir’ın İkinci Cins’te tartıştığı “kadının bekleyişe yazgılı edilmesi” temasıyla da örtüşür. Irmak’ın özneselliği zaman zaman pasifleştirilir gibi görünse de, o iç sesiyle ve doğaya yönelttiği anlamlandırmalarla eyleyici bir bilinç hâline gelir. Güney’in gelmesini “beklemek” pasif bir eylem değil, bir bilinçlenme ve arınma süreci olarak kurgulanır.
PSİKANALİTİK KATMAN
Eserdeki içsel diyaloglar ve doğaya yönelen bilinç, yalnızca felsefi değil, aynı zamanda psikanalitik bir derinliğe sahiptir. Özellikle Irmak’ın zihin içi konuşmaları, bastırılmış duygular, özlem, kaygı, yoksunluk ve arzu çerçevesinde Freud’un bilinçaltı kuramıyla okunabilir. Bekleyiş süreci boyunca Irmak’ın dış dünyaya olan yönelimi azaldıkça iç dünyasında daha çok yankılanan bir ses belirir: bastırılmış arzunun sesi.
Denizle yapılan diyaloglar, martıya yöneltilen sorular ya da bir balığın akvaryumdaki sıkışmışlığı, yalnızca romantik ya da edebi değil, aynı zamanda Jung’un “gölge arketipi” ve “kolektif bilinçdışı” kavramlarını da çağrıştırır. Irmak, “balık gibi” kıstırılmış hissettiğinde, aslında ruhunun dar bir bilinç alanında çırpındığını dile getirir. Kitapta aşk, ruhsal bütünlüğün yeniden kurulması için bir “şifa süreci”ne dönüşür.
DİLDEKİ RİTÜEL VE TEKRAR
Kitabın dilsel yapısı da bu içsel yolculuk ve varoluşsal sorgulamayla örtüşür biçimde tasarlanmıştır. Sürekli tekrar eden söz grupları (“Deniz gibi ol.”, “Güney duy beni.”, “Seni çok seviyorum.”), bir tür içsel meditasyon ritüeline dönüşür. Burada dil, sadece anlatım aracı değil, aynı zamanda bir iyileşme aracıdır. Sözcükler, Irmak’ın içsel boşluklarını doldurur, suskunlukların üzerine köprüler kurar.
Bu tekrar, hem psikanalitik olarak bastırılanın tekrar edilişini hem de spiritüel anlamda bir mantra gibi işlev görmesini sağlar. Bekleyiş, bu anlamda yalnızca zamansal değil, dilsel bir eylemdir. Her tekrar, karakterin ruhunda yeni bir katman açar.
AŞKIN POLİTİK VE TOPLUMSAL KODLARI
Metin ilk bakışta bireysel bir aşk hikâyesi gibi görünse de, karakterlerin aşkı nasıl deneyimlediği, günümüzün toplumsal ve kültürel kodlarıyla da ilişkilenir. Güney’in suskunluğu, erkeğin duygusal ifade zayıflığını; Irmak’ın derin iç konuşmaları ise kadının sürekli anlama, sabretme ve duygularını estetikleştirme yükünü yansıtır. Bu noktada kitap, farkında olmadan bugünün duygusal emek kavramına da dokunur. Irmak’ın gösterdiği çaba, sabır, bekleyiş ve özveri, “duygusal emeğin kadınlara kodlanışı” tartışmalarını yeniden gündeme getirir.
Aşkımın Güneyinde, aşkı yüzeyde iki ruhun buluşması gibi anlatsa da, alt metinlerde insanın kendiyle, geçmişiyle, evrenle ve dille kurduğu ilişkiyi inceleyen çok katmanlı bir anlatıdır. Felsefi, psikolojik ve edebi katmanların iç içe geçtiği bu metin, okuyucuya yalnızca bir hikâye sunmaz; onu kendi duyguları ve varoluşsal kırılganlıklarıyla yüzleşmeye davet eder.
Bu yönüyle kitap, çağdaş Türk edebiyatı içinde varoluşçu temaları kadın bakış açısından işleyen ve aşkı bir eylem değil, bir bilinç hâli olarak sunan nadir örneklerden biri olarak değerlendirilebilir.