Günümüzde çocuk hakları yeniden sorgulanmayı gerektiriyor
Açıkçası günümüzde çökme tehlikesiyle karşı karşıya olan aile kurumunda çocuklar korumasız, bakımsız, çoğunlukla eğitimsiz ve yapayalnız. Evde de sokakta da… En önemlisi de anneyle çocuk ilişkisi, hiçbir çağda görülmemiş ölçüde zedelenmiş durumda
GÜNÜMÜZDE çocuklar bu dünyaya geldikleri için bin pişman. Çünkü yaşam onların sırtına en ağır yük olarak daha doğar doğmaz yükleniyor. Çoğu zaman bu yükü taşıyamayıp altında ezilmeleri de cabası. Açıkçası çocuklar dünyamızın bugünkü yaşamsal koşulları içinde en korunmasız ve savunmasız çağlarını yaşamaktalar. Çağdaş dediğimiz toplum ve aile düzenleri çocukları koruyup kollamada öylesine yetersiz ki, dolayısıyla çocuklar da güvensizlik içindeler ve huzursuzlar. Geleceğe umutla bakamıyorlar.
Çocuğun -hangi toplumda olursa olsun- çevresine de kendisine de güvensizliği ilkin aile düzeni içinde başlıyor. Öncelikle kendisini koruduğuna, koruyacağına -doğuştan gelen bir güdüyle- inandığı ve güvendiği annesi onu koruyup kollamakta başarısız.
Bu konuda bugünün toplumlarında yaşanmış ve yaşanan sayısız örnek var. Öyle ki bu örnekler Ortaçağ’ı bile aratmayacak kadar ürkünç, azap verici. Sanki evlilik yemininin tümüyle çiğnendiği ve evliliğin mührü olan çocuğun yok sayıldığı bir çağdayız: Erkekler ve kadınlar jet hızıyla evlenip yine jet hızıyla boşanmakta ve çocukları yok saymakta. Dahası eşlerin birbirlerini aldatmakta neredeyse yarıştıkları bir dünyada, üvey anne ve üvey babaların arasında pinpon topuna dönüşmüş çocuklar yaşamaktan bezmiş durumda. Babalarının arkalarında bırakıp bir daha görmek bile istemedikleri çocukları, anneleri de kolayca kapı dışarı edebiliyor. Dağılan çekirdek ailenin büyük anne ve büyük babaları da çocukları istemeyebiliyor.
Daha da beteri çocukların canları tehlikede: Kimi ‘talihli’ olanlar koruma evlerine bırakılsalar da- ki bu yerler de çok yetersiz-, sokaklarda uyuşturucu çetelerinin, organ mafyalarının, çocuk satıcılarının vb. ellerinde tıpkı sahipsiz sokak hayvanları gibi ‘telef’ oluyorlar. Bitmedi, dahası da var: Çocuklar kimi zaman ev ve aile içinde, yani tek sığınağı yuvasında istismara uğruyor kimi yerde ebeveynleri eliyle başkalarına satılıyor ya da öldürülüyor. Açıkçası günümüzde çökme tehlikesiyle karşı karşıya olan aile kurumunda çocuklar korumasız, bakımsız, çoğunlukla eğitimsiz ve yapayalnız. Evde de sokakta da… En önemlisi de anneyle çocuk ilişkisi, hiçbir çağda görülmemiş ölçüde zedelenmiş durumda! Çocuğun en önemli sığınağı ana kucağı, sanki görünmez eller tarafından ondan alınıyor; çocuk anasız bırakılıyor… Çünkü anne çocuğa sahip çıkamıyor! Çıkarılmıyor! En acısı da çıkmıyor!! Evet: Çocuk anasız bırakılıyor, anne çocuksuz.
BİR HABER
Bu konuda birkaç yıl önce gazetelerde okuduğum ve beni derinden etkileyen bir haber kanımca en çarpıcı örneklerden biridir, dahası ilerleyen yıllarda daha da ürkünç benzerleriyle toplumumuzda zirve yapmaya devam etmektedir. Örnek haber şu: “Adı Umut’muş: Öz babasının, kafasına dayadığı tabancasından çıkan kurşunlarla can vermiş. Bu on altı aylık oğlan çocuğunun ölümü aylardır aklımdan çıkmıyor. Yılbaşı gecesi sıradan bir aileyi darmadağın edişiyle, onu bir anda kamuoyunun önüne koyuveren bu öldürü olayını gazetelerde okuduğum zaman yüreğim öylesine burkulmuştu ki bir daha unutamadım. Unutmama da olanak yok. Olay yalnızca minik Umut’un ölümüyle noktalanmış olsa, ‘eh, hadi neyse’ diyeceğim belki -elbette diyemem ya-, ama işin gerisi daha da korkunç: Çünkü Umut’un annesi de babanın elinden kaptığı tabancayla onu öldürüyor. Annenin solgun ama kaskatı yüzünü yansıtan resmine bakıyorum ve olayı özetleyen açıklamasını okuyorum: ‘Kadın, evde kuması (bir de değil iki tane) bulunduğunu, bunlardan birinin eşine, Umut’un babasının başkası olduğunu söyleyerek anneyi boşayıp kendisini nikâhlamasını istediğini, adamın da önce Umut’u vurup ardından da kumayı öldürdüğünü anlatıyor. Daha sonra da anne babayı öldürmüş.’ Kadının çaresizliği ve analıktan, insanlıktan dışlanmışlığı yüzüne öylesine yansımış ki. Kadının anlattıklarını okurken irkiliyorum. Okuduklarımı kavrayamıyorum. ‘Bu nasıl bir dünya ve nasıl bir ülke?’ diye soruyorum kendi kendime. Bir evde aynı erkeğe hizmet eden üç kadın ve çocuklar… Aman Tanrım! Olay bana öylesine karmaşık, içinden çıkılmaz ve anlaşılmaz geliyor ki. Olayı açıklıkla çözebilmek için düşünmeye çabalıyorum.” (Tansu Bele, Kadının Çağrısı, Umut Öyküsü)
ANNE ÇOCUK BAĞINI KOPARAN SİSTEM
Acaba bu saçmasapan aile düzeni içinde bu kadınlar ne olarak görüyorlar kendilerini, dahası o erkeği? Ne yönden bakılırsa bakılsın insanlıkdışı bir durum! Dahası kadının, ne kendine ne de çocuğuna sahip çıkabilmesi mümkün olmayan bir durum. Kadın nasıl bir durum içine hapsolmuş ki ne kendini savunabiliyor ne de çocuğunu…
Erkek egemenliğinin tepe noktası mı desem bu aile düzenine, yoksa kadını hepten hiçe sayan, onu ‘erkeğin bakıcısı’ bir köle, bir cariye durumuna kilitleyen ve insandan saymayan bir düzen mi? Erkeğin kadına layık gördüğü bu insanlıkdışı durum, ta geçmişten başlayıp günümüze uzanan uzun tarihsel süreç içinde giderek aile düzenini yıkan en önemli neden, sanırım. Dahası erkeğin özellikle aile statüsü içinde kadına uyguladığı yok sayma durumunun kalkması için birçok mücadele yapılmış olmasına karşın değişen, yalnızca baskıcı yaptırımların biçim değiştirmesi, ama yok olmaması…
Erkek akıldan yönetmeye, düzenden topluma, aileden kadın ve çocuğa, gelenekten paraya… Her şeyin tek hakimi! İster satar ister asar! Durum böyle olunca kadına, çocuğuna sahip çıkma hakkı kalır mı? Gerçi erkek çocuğun korunma, eğitim, bakım vb. gibi haklarını kadına -anneye- bırakmış gibi görünüyor günümüzde, ama bu yalnızca sözde kalıyor.
Yani kadın çocuğunu sahiplenmekte ‘özgür’ gibi gözükse de bu gerçek bir olgu değil. Çünkü parasal açıdan erkeğin eline bakan, ayrıca eğitimsiz, aklı ve bilgisi gelişmemiş, eve kapalı, yatak-mutfak-din sarmalına dolanmış, çocuğunu iyi kötü beslemekten başka bir işe yaramayan bir kadın, bir anne, ona günümüz dünyasında tek başına nasıl sahip çıkabilir, tehlikelerle dolu toplumsal yaşamda nasıl yol gösterebilir? Kaldı ki anne, evinde de onu korumaktan aciz. Evli anne geçim için eşinin eline bakıyor, erkeğine boynu eğik. Yalnız anne çalışmak durumunda. Evli anne çalışsa çocuk evde yalnız. Bakıcı ve akraba elinde olsa da yalnız. Her iki yolda da türlü yaşamsal tehditlerle baş başa. Anne çocuk bağı bir kez koptu mu çocuğu babası bile koruyamaz. Sokağa düşen çocuğa ise devlet(ler) de sahip çıkmakta yetersiz kalmakta. Günümüzde göçmen çocukların ya da savaşlar içinde kıyıma uğrayan, kimsesiz kalan çocukların durumu da ortada! Çocukların yaşam hakları bile yok artık, nerde kaldı sağlık, eğitim, barınma, psikolojik ve cinsel sömürüye karşı çocuk haklarının korunması? Uluslararası 1989 Çocuk Hakları Bildirgesi ne işe yarıyor bugün? Çocuğu ailesi korumadıktan ya da koruyamadıktan sonra! Devlet eli -istediği kadar para versin- bu durumları değiştiremedikten sonra!
ÇOCUK KORUMA KURUMLARI ŞİRKETE DÖNÜŞTÜRÜLDÜ
Geçmişte, özellikle savaş dönemlerinde devlet eliyle kurulan çocuk koruma kurumları vardı. Osmanlı Devleti’nin Balkan ve I. Dünya Savaşları süresinde kurduğu; Darüleytam (yetim ve öksüz çocuklar için anlamında) ana kucağı yuvalar, ilkin İstanbul’da açılmış sonrasında tüm ülkeye yayılmıştır. Savaşlar sonrası Anadolu’ya göç edenlerin arasındaki kimsesiz ve yalnız kalmış şehit çocukları buralara ve açılan ıs-lahhanelere yerleştirilmiştir.
Çok sık yaşanan salgın hastalıklardan ölenlerin çocukları, 1914’te İstanbul Moda’da açılan ilk Darüleytam’a alınmış, sonradan taşra Darüleytamları’na yayılmışlardır. 1863 yılında Sultan Abdülaziz’in paşaları eliyle ilk temeli atılan Darüşşafaka ise 1873’te kurumsallaştı, parasız yatılı bir okul niteliğine dönüştürüldü. Cumhuriyet Dönemi’nin Çocuk Esirgeme Kurumu, bu gelenekselleşen devlet kurumlarının devamı niteliğindeydi. Darüleytam’larda eğitim, sağlık, barınma ve bakım devlet kontrolünde ve çok etkiliydi. Buralardan yetişen kişiler her yönden çok iyi eğitim alırlardı.
Çocukluğumda yakından tanık olduğum bir gerçekliktir bu: Çünkü döneminde tanınmış bir gazeteci ve eğitimci yazar olan, Kurtuluş Savaşı’nda maarif müfettişi ve kuvvacı olarak çalışan, Darüşşafaka’da ve İstanbul liselerinde öğretmenlik yapan dedem Sami Karayel’in; bu şefkat yuvalarından yetişen değerli sanatçı tanıdıklarıyla (ressam Mahmut Cuda tanıştığım bir örnektir) görüşmek ve dedemin kendisinin de yetiştirdiği çok sayıda öğrencisini tanımak olanağım oldu.
Bugün gelinen noktada ise yürürlükteki kimsesiz çocuk yurtlarının yetersizlikleri anlatmakla bitecek gibi değil. Bu açıdan tek değinmek istediğim nokta; buraların yaşadığımız çağın modalarına uyarak salt kendilerini(!) beslemek amaçlı birer ‘özel okul’ ya da şirket biçimine dönüşmüş olmalarıdır. Esiri olduğumuz küreselleşmenin aparatları durumuna indirgenmiş olmalarıdır. Özelleştirmenin kurbanı olmalarıdır. Yani küreselleşme denilen belanın ürünü bireyselleşme ve özelleştirme; toplumları her yönden yıkıma ve ahlak çöküntüsüne sürüklemekte, en büyük yıkımı da ailede ve kadınla çocukta yapmaktadır.
Emperyalizmin dünyayı paylaşma ve sömürme hırsı toplumların başına karabasan gibi çökmekte, faturası da kadın ve onun ayrılamaz parçası çocuğa çıkarılmaktadır. İnsan soyunun geleceği çocuğun yaşamı söndürülüyor, çarpıtılıp karartılıyor, dünyayla bağları kopartılıyor ama dünya bunun farkında bile değil. Çocuklar da böylesi bir dünya düzeninde yaşamak bile is-temiyorlar artık.