Lirik ve Gotik Bir Anlatının İzindeki Yazar: Zeynep Eşin ve Böyle Uğuldar Ağaç adlı Hikâye İncelemesi
Zeynep Eşin’in anlatım tarzı şiirle düz yazı arasında bir eşiktedir. Betimlemeleri açıklayıcı olmaktan uzak; çağrışımsal ve içe dönüktür. Karakterlerin nereye gittiklerinden çok, yürürken hissettikleri rüzgâr ve gölgelerin değişimi önemlidir
Zeynep Eşin’in Alakarga Yayınları tarafından yayımlanan yeni öykü kitabı Böyle Uğuldar Ağaç’a adını veren kısa öyküsü, modern Türk öykücülüğünde giderek daha fazla hissedilen atmosferik ve şiirsel anlatının özgün bir örneğidir. Lirik bir bilinçle, doğa ile insan arasındaki geçirgenliği sıklıkla inceleyen yazar, bu öyküsünde de çocukluk, kardeşlik, kayıp ve korku gibi temaları pastoral bir dekorun içinde işlerken, görünmeyenin uğultusunu kelimelere taşır.
Öykünün merkezinde, Paul’ün bakışıyla algılanan bir kardeşlik ilişkisi vardır. Ancak bu ilişki ne tam olarak sevgiyle tanımlanabilir ne de alışkanlıkla. Yazar, kardeşliğin doğasında bulunan hem oyunbaz hem de kırılgan boyutları ustalıkla işler. Karakterler geçmişte takılı kalmış gibidir; seslerini duyarız ama suretleri hep biraz flu kalır. Çocuk anlatıcının yaşadığı olaylar, onun gözünden değil de neredeyse ağaçların, rüzgârın, taşların gözünden aktarılıyormuş gibi sezgisel bir anlatımla sunulur.
Zeynep Eşin’in dilinde doğa yalnızca bir fon değildir; anlatının aktif bir öğesidir. “Böyle uğuldar ağaç” ifadesi, doğayı hem bir anlatıcı hem de bir hafıza deposu hâline getirir. Ağaçlar yalnızca rüzgârla değil, aynı zamanda geçmişin yüküyle de uğuldamaktadır. Bu anlamda metin, 18. yüzyılın sonlarından itibaren gelişen Gotik edebiyat geleneğinin bir uzantısı gibi okunabilir. Doğa genellikle bilinçdışı korkuların taşıyıcısı ve atmosferin şekillendiricisi olarak işlev görür. Yazar, bu geleneği pastoral bir bağlamda ve lirik bir duyarlılıkla yeniden üretir.
Göl kenarı, karanlıkta kaybolan bir çocuk, seslerin yönünü şaşırması ve ‘hiç durmayan uğultu’, klasik korku anlatılarındaki mekân-insan ilişkisini çağrıştırır. Fakat burada korku, ani bir dehşet duygusundan ziyade; süzülen, yayılan, sessiz bir sızı gibi hissedilir. Korku, dış dünyadan gelen bir tehditten çok, rahatsızlıkla mayalanır. Bu yönüyle metin, Sigmund Freud’un “tekinsizlik” kavramıyla da ilişkilendirilebilir: tanıdık olanın birdenbire yabancılaşması ve bu yabancılaşmanın içsel bir rahatsızlık doğurması.
Öte yandan, çocukluk teması, öykünün lirizmini ve belirsiz zaman yapısını besler. Yitirilen yalnızca bir kardeş değildir. Belirli bir çocukluk biçiminin, hatta onun mekânlarının ve algılarının da kaybıdır. Öykü, çocukluğu sabit ve masum bir evre olarak görmez; zamanla bozulabilen, anı ve suçlulukla katmanlaşan bir alan olarak resmeder.
Zeynep Eşin’in anlatım tarzı şiirle düz yazı arasında bir eşiktedir. Betimlemeleri açıklayıcı olmaktan uzak; çağrışımsal ve içe dönüktür. Karakterlerin nereye gittiklerinden çok, yürürken hissettikleri rüzgâr ve gölgelerin değişimi önemlidir. Bu anlatım, okuyucuyu olayın merkezine değil, doğanın kıyısına koyar; hatta anlatının kendisine dışarıdan bakan bir sessiz tanığa dönüştürür.
Zaman çizgisinden kopukluk, anlatıcı kimliğindeki belirsizlik, klasik olay örgüsünün yerini alan bir hatırlama ritüeli; bunların hepsi, kısa öyküyü, geleneksel öykü kurgusunun dışına yerleştirir. Okuyucu, olanı değil, olmuş olabilecek olanı anlamaya çalışır.
Yazarın kaleminde en çok yankılanan şeylerden biri de sessizliktir. Böyle Uğuldar Ağaç, bu sessizliğin en gür anlatımlarından biridir. Kayıp bir kardeşin ardından kalan boşluk; bir tür içsel yüzleşmenin dışavurumu olarak metne sinmiştir. Hem atmosferi hem de kurduğu duygusal katmanlarla çağdaş gotik anlatının örneklerinden biridir. Sessizlikle örülmüş bu öykü; hatırlamanın, susarak konuşmanın ve gerçekle yüzleşmenin yazıya dökülmüş hâlidir.