Türk savunma sanayiî gölgesinde Hindistan-Pakistan çatışması
Savunma diplomasisi askeri ilişkiler, silah satışları ve eğitim programları etrafında şekillenirken; Türkiye’nin geliştirdiği model, bunun ötesine geçerek ortak kapasite inşasına, yerel endüstrilerin desteklenmesine ve askeri stratejilerin birlikte geliştirilmesine dayalı bir anlayışı temsil etmekte
Hindistan ile Pakistan arasındaki rekabet, yalnızca iki komşu devletin tarihsel sınır anlaşmazlıklarına değil, aynı zamanda bölgesel güç dengesi üzerindeki uzun soluklu bir mücadeleye dayanmaktadır. 1947 yılında Hindistan’ın bağımsızlığıyla birlikte başlayan bu çatışmalı süreç, aynı yıl yaşanan ilk Keşmir Savaşı ile askeri boyuta taşınmıştır. O tarihten bu yana üç sıcak savaş, sayısız sınır çatışması ve istihbarat temelli operasyon yaşanmıştır. Bu gerilimli ilişki, sadece Güney Asya’nın değil, aynı zamanda küresel güvenlik mimarisinin de istikrarını etkileyen bir kriz alanı olarak uluslararası literatürde yerini almıştır.
Her iki ülke de nükleer silah kapasitesine sahiptir ve bu durum, çatışmaların belli bir eşiğin üzerine çıkmasını engelleyen ancak aynı zamanda her sıcak teması küresel bir tehdit potansiyeline dönüştüren “nükleer caydırıcılık paradoksu”nu ortaya çıkarmaktadır. Özellikle 1998 yılındaki karşılıklı nükleer denemeler, bu caydırıcılığın resmiyet kazanmasını sağlamış, ancak askeri ve paramiliter çatışmaların önünü kesememiştir. Bu bağlamda Hindistan-Pakistan ilişkileri, klasik güvenlik ikileminin ötesine geçerek, düşük yoğunluklu çatışmalarla yüksek teknolojili caydırıcılığın iç içe geçtiği hibrit bir güvenlik yapısına dönüşmüştür.
KISA SÜRELİ VE SINIRLI ZAYİATLA SONA ERDİ
Yaşanan son çatışma, bu karmaşık denklemin güncel bir tezahürü olarak dikkat çekmiştir. Keşmir Kontrol Hattı (LoC) çevresinde başlayan sınırlı çatışmalar, kısa sürede iki ülkenin konvansiyonel unsurlarını devreye soktuğu bir askeri krize evrilmiştir. Ancak geçmiş örneklerin aksine, bu çatışma beklenenden çok daha kısa sürede ve sınırlı zayiatla sona ermiştir. Uluslararası toplumun diplomatik baskılarının yanı sıra, Pakistan’ın hızlı, etkili ve hedef odaklı askeri karşılık verebilme kapasitesi, çatışmanın büyümesini önlemiştir. İşte bu noktada, Türkiye’nin son yıllarda Pakistan’a sağladığı savunma sanayi ürünleri ve askeri teknoloji desteği, doğrudan olmasa da dolaylı şekilde bu dengeyi etkilemiştir.
Bu gelişme, yalnızca iki ülke arasındaki ikili ilişkiler bağlamında değil, aynı zamanda Güney Asya’daki güç dengelerinin dönüşüm sürecinde Türkiye’nin nasıl yeni bir jeopolitik aktör haline geldiğini anlamak açısından da önem arz etmektedir. Hindistan-Pakistan rekabeti artık sadece yerel sınırlar çerçevesinde değil, bölgesel ve küresel askeri-teknolojik ağlar üzerinden şekillenmektedir. Bu çerçevede, Türkiye’nin Pakistan’a sağladığı askeri yeteneklerin ne ölçüde bu güç dengesini etkilediğini değerlendirmek, makalenin ilerleyen bölümleri için analitik bir zemin oluşturmaktadır.
TÜRKİYE-PAKİSTAN SAVUNMA İLİŞKİLERİNİN GELİŞİMİ
Türkiye ile Pakistan arasındaki savunma işbirliği, yalnızca stratejik zorunluluklardan değil, aynı zamanda iki ülke arasındaki tarihsel, kültürel ve ideolojik yakınlıktan beslenen bir derinliğe sahiptir. 1950’lerden itibaren NATO ve CENTO gibi Batı eksenli güvenlik mimarileri içinde yer alan bu iki ülke, Soğuk Savaş döneminden günümüze kadar birbirini “doğal müttefik” olarak tanımlamıştır. Ancak bu ilişkiler, 2000’li yılların ortalarından itibaren niteliksel bir dönüşüme uğramış, geleneksel askeri eğitim ve danışmanlık faaliyetlerinin ötesine geçerek savunma sanayi işbirliğine evrilmiştir.
Bu dönüm noktasında, Türkiye’nin kendi savunma sanayisini millileştirme vizyonu, Pakistan’ın modernleşme ihtiyacı ile örtüşmüştür. Türkiye, ASELSAN, ROKETSAN, TUSAŞ ve BAYKAR gibi öncü firmalar aracılığıyla, yalnızca nihai ürün ihracatçısı değil; aynı zamanda teknoloji geliştirici ve bilgi transferi sağlayan bir ortak olarak öne çıkmıştır. Bu işbirliği, klasik “alıcı-satıcı” ilişkilerinin ötesinde, Pakistan’ın savunma sanayi altyapısının geliştirilmesini hedefleyen stratejik bir ortaklık haline gelmiştir.
Örneğin ASELSAN tarafından geliştirilen elektro-optik hedefleme sistemleri (ASELPOD), Pakistan Hava Kuvvetleri envanterindeki JF-17 savaş uçaklarına entegre edilmiştir. Bu sistem, Pakistan’ın yerli savaş uçağı programına hem operasyonel hem de teknolojik bir derinlik kazandırmış, özellikle hassas güdümlü mühimmat kullanımında etkinliği artırmıştır. Benzer biçimde TUSAŞ tarafından geliştirilen ANKA tipi İHA’lar ve Baykar tarafından geliştirilen Bayraktar TB2 gibi platformlar, Pakistan’ın istihbarat, keşif ve gözetleme kapasitesinde niteliksel bir sıçrama yaratmıştır.
Bu ilişkiler sadece hava kuvvetleriyle sınırlı değildir. Türkiye'nin milli gemi projesi olan MILGEM kapsamında ASFAT ile imzalanan anlaşmalar doğrultusunda Pakistan Donanması için dört korvetin inşası öngörülmüştür. Bu projede hem Türkiye’de hem de Pakistan’daki tersanelerde üretim yapılmakta, böylece yerel iş gücü ve üretim kapasitesi de güçlendirilmektedir. Yine MKE (Makine ve Kimya Endüstrisi) tarafından sağlanan topçu mühimmat üretim hattı, Pakistan’ın kritik alanlarda dışa bağımlılığını azaltma yönündeki çabasını destekleyen önemli bir örnektir.
Tüm bu gelişmelerin arka planında, siyasi düzlemde kurulan güçlü iletişim hattı da belirleyici olmuştur. Türkiye ve Pakistan, savunma işbirliğini sadece teknik bir mesele değil, aynı zamanda stratejik bir tercih olarak görmektedir. Özellikle diplomatik kriz anlarında karşılıklı destek açıklamaları, bu işbirliğinin psikolojik ve moral boyutunu da pekiştirmiştir.
Netice itibarıyla Türkiye-Pakistan savunma ilişkileri, klasik askeri yardımın ötesine geçerek, ortak üretim, kapasite geliştirme ve teknoloji paylaşımı üzerine kurulu çok katmanlı bir işbirliğine dönüşmüştür. Bu dönüşüm, Pakistan’ın askeri kapasitesinin niceliksel değil, niteliksel olarak dönüşmesinde belirleyici olmuş; yaşanan son çatışmalarda da bunun doğrudan sonuçları gözlemlenmiştir.
TÜRK SAVUNMA SANAYİ ÜRÜNLERİNİN PAKİSTAN’IN ASKERÎ PERFORMANSINA KATKISI
2025 yılında yaşanan Hindistan-Pakistan çatışmasında dikkat çeken en önemli unsurlardan biri, Pakistan Silahlı Kuvvetleri’nin operasyonel etkinliğindeki belirgin artış olmuştur. Özellikle hedef tespiti, keşif-gözetleme, deniz kontrolü ve hassas saldırı yeteneklerinde gözlemlenen bu artış, doğrudan doğruya son yıllarda Türkiye ile geliştirilen savunma sanayi işbirliğinin sonuçlarıyla ilişkilendirilmektedir. Bu işbirliği, sahadaki askeri performansı sadece silah sistemleri üzerinden değil, aynı zamanda komuta-kontrol, istihbarat entegrasyonu ve caydırıcılık düzleminde de dönüştürmüştür.
Bu çerçevede öne çıkan ilk unsur, ASELPOD’ların, yüksek çözünürlüklü elektro-optik görüntüleme, lazer işaretleme ve hedef takibi konularında sağladığı üstünlük ile hava-hava ve hava-yer görevlerinde hassasiyeti ve ölümcüllüğü önemli ölçüde artırmıştır.
Hava üstünlüğü kadar kritik olan bir diğer alan ise insansız sistemlerdir. Türkiye’nin Bayraktar TB2 ve ANKA tipi insansız hava araçları, Pakistan tarafından istihbarat toplama, sınır gözetimi ve gerektiğinde hedef imhası için etkin biçimde kullanılmıştır. Özellikle yüksek irtifa ve uzun süreli görev kapasitesine sahip bu sistemler, hem sınır ötesi tehditlerin tespitinde hem de Hindistan’ın sınırlı askeri hareketliliğine karşı önleyici kapasite sağlamada etkili olmuştur. Bu bağlamda, İHA teknolojisinin yalnızca taktik değil, stratejik düzeyde de caydırıcılık sağladığı görülmüştür.
Bütün bu katkılar, salt teknik sistemlerin sahaya yansımasıyla sınırlı değildir. Türkiye'nin savunma ürünleriyle birlikte sunduğu askeri eğitim, bakım-destek çözümleri ve operasyonel entegrasyon modelleri, Pakistan’ın askeri kurumları içerisinde sistematik bir yetkinleşmeye neden olmuştur. Bu da tekil başarıların ötesinde, yapısal bir dönüşümün işaretidir.
Yaşanan son Hindistan-Pakistan çatışması, tarihsel örnekleriyle kıyaslandığında daha kısa sürede sona ermiş, askeri alanda yaşanan gerilim, geniş çaplı bir savaşa evrilmeden kontrol altına alınabilmiştir. Bu gelişmede diplomatik baskılar, uluslararası kamuoyunun tepkisi ve bölgesel barış girişimleri rol oynamış olsa da, askeri kapasite dengesinin değişimi, sürecin gidişatında en belirleyici unsurlardan biri olmuştur. Bu bağlamda, Türkiye’nin Pakistan’a son yıllarda sağladığı savunma sanayi desteği, yalnızca teknik değil, stratejik düzeyde de önemli sonuçlar doğurmuştur.
Öncelikle, Pakistan’ın çatışmanın ilk evrelerinde sergilediği hızlı ve hedef odaklı askeri refleks, Hindistan’ın geniş çaplı karşılık verme kapasitesini sınırlamış, bu da çatışmanın daha kontrollü bir hatta seyretmesini sağlamıştır. Türkiye menşeli keşif ve hedefleme sistemlerinin desteğiyle gerçekleştirilen sınırlı ama etkili operasyonlar, Pakistan’ın üstün manevra kabiliyeti kazanmasına neden olmuştur. Hedeflerin hassasiyetle belirlenmesi, sivil zayiatın minimize edilmesi ve Hindistan’ın propaganda üstünlüğü sağlamasının engellenmesi gibi sonuçlar, doğrudan Türk savunma teknolojisinin sahadaki etkisine işaret etmektedir.
Çatışma sürecinde elde edilen veriler, Pakistan’ın operasyonel karar alma süreçlerinde daha hızlı ve etkin hareket ettiğini göstermektedir. Bunun temelinde, Türkiye’nin sağladığı sistemlerin sadece araç değil aynı zamanda komuta-kontrol mimarisi ile entegre biçimde kullanılması yatmaktadır. Bu entegrasyon, Pakistan'ın askeri modernleşmesinde niteliksel bir sıçrama anlamına gelmiş ve Hindistan'ın geleneksel üstünlük alanlarını sınırlamıştır.
STRATEJİK, DİPLOMATİK VE GELECEK PERSPEKTİFİNDEN DEĞERLENDİRME
Hindistan-Pakistan çatışması yalnızca iki ülke arasında yaşanan konvansiyonel bir gerilim değil; aynı zamanda bölgesel güç dengelerinde, teknoloji eksenli stratejik ortaklıklarda ve savunma diplomasisinin doğasında köklü değişimlerin habercisi olmuştur. Bu değişimin merkezinde ise, Türkiye’nin son yıllarda kurguladığı ve sahaya başarıyla yansıttığı savunma politikaları bulunmaktadır.
Her şeyden önce, Türkiye'nin savunma sanayii alanındaki yükselişi, onu klasik bir "silah tedarikçisi" kimliğinden çıkarıp "stratejik teknoloji ortağı" pozisyonuna taşımıştır. Pakistan için Türkiye artık sadece savunma sistemleri sağlayan bir ülke değil, aynı zamanda bilgi transferi, ortak üretim ve yetkinlik inşası sunan entegre bir işbirliği modeli anlamına gelmektedir. Bu yönüyle Türkiye, Pakistan’ın savunma modernizasyonunda kısa vadeli çözümler sunmakla kalmayıp, uzun vadeli kapasite geliştirme hedeflerine katkı sağlayan eşsiz bir ortak haline gelmiştir.
Bu işbirliği aynı zamanda Türkiye'nin Asya’daki etkisini derinleştirmesi açısından da kritik bir dönüm noktasıdır. Asya-Pasifik’te Çin’in kuşatıcı etkisine karşı alternatif arayan ülkeler, Türkiye’nin “güvenilir, paylaşımcı ve bağımsız” bir savunma ortağı olabileceğini bu örnek üzerinden somut biçimde görmüşlerdir. Türk savunma sanayiinin sahada sağladığı yüksek performans, sadece ürün kalitesinin değil, aynı zamanda siyasi tarafsızlık ve güvene dayalı ilişki mimarisinin de bir sonucu olarak değerlendirilmektedir. Bu durum, Türkiye’nin Güney Asya’dan Orta Asya’ya, hatta Güneydoğu Asya’ya uzanan hat boyunca yeni savunma ortaklıkları geliştirmesi için elini güçlendirmektedir.
Bu bağlamda ortaya çıkan asıl soru şudur: Türkiye ve benzeri aktörlerin önderliğinde savunma diplomasisi yeni bir paradigmaya mı evrilmektedir? Klasik anlamda savunma diplomasisi, askeri ilişkiler, silah satışları ve eğitim programları etrafında şekillenirken; Türkiye’nin geliştirdiği model, bunun ötesine geçerek ortak kapasite inşasına, yerel endüstrilerin desteklenmesine ve askeri stratejilerin birlikte geliştirilmesine dayalı bir anlayışı temsil etmektedir. Bu model, hem siyasi hem etik hem de teknik boyutlarıyla mevcut uluslararası sistemde giderek daha fazla rağbet gören bir yaklaşıma dönüşmektedir.
Pakistan örneği, bu yeni paradigmanın sahada nasıl somut çıktılar üretebildiğini göstermesi bakımından çarpıcıdır. Bu ortaklık sayesinde Pakistan, sadece operasyonel düzeyde değil; aynı zamanda doktrin, eğitim ve komuta-kontrol seviyelerinde de derinlemesine bir dönüşüm yaşamıştır. Türkiye’nin bu dönüşümde oynadığı rol, onu sadece bir müttefik değil, aynı zamanda bir gelecek vizyonu sunan aktör konumuna taşımaktadır.
Türkiye ile Pakistan arasında inşa edilen savunma sanayi temelli işbirliği, hem iki ülkenin çıkarlarını maksimize eden pragmatik bir strateji hem de bölgesel istikrarı destekleyen yapıcı bir yaklaşımdır. Bu yaklaşım, savunma alanında işbirliğini bir rekabet aracı değil, barışı kalıcı kılacak stratejik bir zemin olarak gören yeni nesil dış politika ve güvenlik anlayışının örnek bir yansımasıdır. Önümüzdeki yıllarda bu modelin benzer biçimde başka coğrafyalara da yayılması kaçınılmazdır. Türkiye, bu yeni dönemde sadece savunma ürünleriyle değil, kendi geliştirdiği normatif yaklaşım ve stratejik akılla da küresel güvenlik mimarisinin inşasında aktif bir rol oynamaya adaydır.
