Yandex
05 Aralık 2025 Cuma
İstanbul 11°
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Mersin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Yapay Zekâ ve yazarlığın ontolojisi

Yazmak, çoğu zaman insanın varoluşa karşı verdiği sessiz bir yanıttır. Bu yanıt, ne yalnızca bir duygunun ifadesi ne de salt bilgi aktaran bir dil düzenidir. Yazmak, insanın dünyaya attığı içsel bir düğümdür. Peki, bu düğüm yapay bir zihin tarafından da atılabilir mi?

Yapay Zekâ ve yazarlığın ontolojisi

Şaranur Yaşar

Daha açık sormak gerekirse: Yapay zekânın yazdığı bir roman, yalnızca bir metin olarak mı kalır yoksa yazarı olmayan ama yazar gibi kabul edilen bir eser hâline gelebilir mi?

Günümüzde yapay zekâ sistemleriyle yazılan romanlar, biçimsel olarak insan eliyle yazılmış metinleri aratmayacak bir başarıya ulaşmış durumda. 2020’de Japonya’da, GPT tabanlı bir yapay zekânın yazdığı kısa roman, “Nikkei Hoshi Shinichi Literary Award”da ön elemeyi geçerek insan jüri tarafından değerlendirildi. Öte yandan, Çin’de, yapay zekâ tarafından yazılan ve dijital platformlarda yayımlanan bazı romanlar yüz binlerce okura ulaştı. Fakat bu örneklerin her biri, sorunun etrafında dolansa da ona doğrudan cevap veremez. Çünkü asıl mesele, yapıtın “ne” olduğu değil, onun kimden doğduğu sorusudur.

Yapay zekâ, büyük veri havuzlarını tarar, dil kalıplarını analiz eder, bağlamları hesaplar ve anlamlı cümleler üretir. Fakat onun üretimi, insanın içsel çalkantılarından, tarihsel yükünden, dilin taşıdığı kırılmalardan bağımsızdır. Dostoyevski'nin “Yeraltından Notlar”ı, yalnızca bir kurgu metin değildir; bireyin modern dünyaya karşı duyduğu öfkenin, yalnızlığının, varlık sancısının dil aracılığıyla vücut bulmuş hâlidir. Kafka’nın “Dava”sı, bir bireyin dünyadaki köksüzlüğünü ve otoriteyle olan kör çatışmasını anlatırken, aynı zamanda yazarının ruhunu da damıtır. Bu metinlerin arkasında bir özne vardır; acı çeken, düşünen, çelişkileriyle kavrulan bir özne.

Yapay zekâ böyle bir özne değildir. O, ne acı çeker, ne özlem duyar, ne de yazdığı satırların sorumluluğunu taşır. Burada Søren Kierkegaard’ı anmak gerekir. Kierkegaard, insanın “özneleşme süreci”ni acı, kaygı ve bireysel seçimler üzerinden tanımlar. Ona göre insan ancak varoluşsal çelişkileriyle yüzleştiğinde gerçekten bir “ben” hâline gelir. Yapay zekâ ise bu yüzleşmeden yoksundur çünkü onun için seçimler sadece algoritmik olasılıklardır, ontolojik bir kriz değildir.

Yapay zekânın yazdığı bir roman, dışarıdan bakıldığında kusursuz görünebilir ama okuyucu ile metin arasında oluşan o derin yankı, yalnızca insanî bir öznenin izlerini taşıyan metinlerde belirir. Virginia Woolf’un "Mrs. Dalloway"i, bir günü anlatır; ama o günün içinde bir ömür saklıdır. İnsan zihninin zamanla, ölümle, hatıralarla kurduğu ilişki, bilinç akışı yöntemiyle anlatılır. Oysa yapay zekâ için zaman yalnızca bir sıralama sistemidir; geçmiş ise yalnızca veridir, hatıra değildir.

Felsefi olarak bir diğer karşılaştırma da Immanuel Kant ile yapılabilir. Kant'a göre insan zihni, deneyimi yalnızca pasif olarak almaz, aktif biçimde onu yapılandırır. Biz dünyayı olduğu gibi değil, zihnimizin biçimlediği gibi algılarız. Bu çerçevede yazmak da salt gördüğünü kaydetmek değil, deneyimi estetik ve bilişsel bir süzgeçten geçirerek yeniden üretmektir. Yapay zekâ ise bu süzgeçten yoksundur. O, kendine ait bir fenomenal dünyaya sahip değildir; o nedenle onun yazdıkları, deneyimin değil, sadece deneyim simülasyonlarının ürünüdür.

Sanat tarihine baktığımızda da bu fark belirginleşir. Picasso, bir tabloda gördüğümüz dağınık figürlerle bizi biçimin ötesine geçmeye davet ederken, yapay zekâ ile üretilmiş bir sanat eseri çoğunlukla biçimsel mükemmellik peşindedir. Tıpkı yazılı metinlerde olduğu gibi biçimsel yetkinlik vardır ama deneyimsel bir yük yoktur. Bunun nedeni de çok temeldir: Yapay zekâ, yazarken bir şey söylemeye çalışmaz sadece söylemeye uygun şeyleri üretir.

Bir diğer önemli düşünür Michel Foucault, “Yazar nedir?” sorusunu sorarken, yazarın yalnızca metni üreten kişi olmadığını, aynı zamanda bir anlam düzeni kurduğunu öne sürer. Ona göre “yazar” bir işlevdir. Fakat bu işlev, toplumsal, tarihsel ve söylemsel bir bağlama bağlıdır. Yapay zekâ ise böyle bir bağlama içkin değildir. Onun yazarlığı, bir tür yüzeyde gezinmedir; bağlam kurmaz, yalnızca bağlamdan türev alır.

Son olarak Heidegger’e başvurmadan bu meseleye nokta koymak mümkün değildir. Heidegger, insanın varoluşunu “dünyada varlık” (In-der-Welt-sein) olarak tanımlar. Ona göre insan, yalnızca dünyada bulunmaz aynı zamanda o dünyayı anlamlandırarak orada yer alır. Yazmak, bu anlamlandırmanın dilsel karşılığıdır. Yapay zekâ ise bu anlamlandırmayı yapamaz çünkü dünyayla ontolojik bir bağı yoktur. O, dünyayı bilmez sadece onun hakkında bilgi işler.

Tüm bu düşünceler ışığında yapay zekânın yazdığı romanlar, evet, okunabilir, hatta zevk alınabilir metinler olabilir. Ancak onların yazarı yapay zekâ değildir çünkü yazarlık, yalnızca üretim değil, aynı zamanda varlıkla ilişki kurma biçimidir. Bir metnin ardında duran bilinç, niyet, hissiyat ve sorumluluk, onun edebî değerini belirleyen asıl unsurlardır. Yapay zekâ bu unsurlardan yoksun olduğu sürece, onun yazdıkları “eser” olabilir ama o, bir “yazar” değildir.

Şiir Yapay zeka