27 Nisan 2024 Cumartesi
İstanbul 17°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Buyrukçu’yu hatırlamak

Onur Caymaz

Onur Caymaz

Eski Yazar

A+ A-

Buyrukçu’yu hatırlamak - Resim: 1

Bayram ama nöbet dümeniyle yarım gün çalıştırmışlar, iş bitince tez ayak çıkmış daireden Buyrukçu... Karaköy’den kalkan Fatih dolmuşu, dökülen bir Ford, şoför de pehlivan, iki kişilik yer kaplıyor, ön sıra tedirgin. Düşmüş yola. Unkapanı’nda iniyor.

Az yürü, Cibali. Yol bozuk o zaman, dar; kaldırımlar kırık dökük. Taşlar mısır koçanındaki seyrek mısırlar gibi. Yanda yörede tahtası kararmış, çürük, iki üç katlı ahşap evler. Eski İstanbul demiş günlüğünde yazar, din, büyü, küfür, kavga ve yokluk kokuyor. Kokulara bak bre, nasıl tanımlamış. Bugünün hikâyesinde var mı böyle kokular?

O ince bıyıklı yüzü düşünüyor Buyrukçu: Orhan Kemal’i. Evi şurası işte, Nalıncı Mehmet Dede Türbesi’ni geçer geçmez. Osmanlı devrinde geçimini at nallamakla geçiren Nalıncı Dede, gençken evine her gece ya şarap şişeleriyle ya da “mimli” kadınlarla dönermiş. Evliya Çelebi, hakkında yazacağını yazmış. Burada anlatmayayım. Nasıl olsa Türkiye’de edebiyat dergileri Evliya Çelebi’den geçilmez, kültür ortamı hep bu dahi adamı konuşur, bulup okursun! Ama Orhan Kemal ile Buyrukçu’nun, Dede ile ilgili müstehcen konuşmalarını hiç öğrenemeyeceğiz. Üçü de yaşamıyor bu güzel adamların. Yok yedi güzel adam değil bunlar; üç taneler şimdilik.

Cibali Kutu Fabrikası sonra! Eve yaklaştı. Nâzım orada, Orhan Kemal’in büyük oğlu. Hoş geldin Muzaffer Abi, diyor; selam sabah... Şef nerede, diye soruyor Buyrukçu. Buyruk gelirse beklesin, demiş şef; beklenecek. Nuriye Yenge ile iki satır sohbet. Kurufasulye yapmış mı öğreniyor, bayram günüdür. Sonra beklemek için Galatalı Osman’ın kahveye düşüyor. Türk edebiyatında, günlerden bir gün işte.

Buyrukçu, namı diğer Arnavut Prensi anlatmış, ben hatırladım. Oysa hiç prens gibi yaşamadı. Unutuşa terk ediliyordu neredeyse, Kırmızı Kedi yeniden bastı külliyatını. Öykümüzün ikinci yenisi, mareşali, Muzo Baba... Cemal Süreya, onun için “özentisizliği edebiyat çevrelerince handiyse kusur sayılmıştı” der. Yerlidir çünkü Buyrukçu. Gelgelelim en büyük bir öykücümüz Selahattin Demirtaş’ın iç döken talihsiz metinleri kadar yer bulmadı kültür gündemimizde. Gerçi Buyrukçu da beklemezdi zaten böyle bir yer edinmeyi.

1930, Niğde. Orta ikiden terklerdendir yazar. Aşçı yamaklığı, kunduracılık, inşaat işçiliği, odacılık, malzeme ofisi memurluğu. Babasının yerine kapıcılık yaptığı yıllar. Sonra bir gazetenin hikâye yarışmasını kazanır. Küçük Langa’da geceler. Paltoların iç cebinde Yeditepe Yayınları’nın kitapları.

Bir de tabutunu hatırlıyorum. Cami avlusunda, köşede. Yazdı, sıcak. Tomris Uyar’ı da buradan uğurlamıştık. Bir çelenk; üzerindeki siyah karton kuşakta sarı yaldızlı harflerle Cemal Süreya yazıyor, ikindi güneşinin ölgün ışığında parlamakta. Sanki halen yaşıyor da bu çelengi göndermişti şair. Kimin aklına geldiyse! Hiçbiri yok artık. Fabrika yok, kızlar tütüne gitmiyor. O zamanki kadar tütün üretiyor mu bugün Türkiye? Bilmem. Talat da yok sonra, Adana Kebap Evi yok, İkbal Kıraathanesi yok! En azından Cibali’deki ev duruyor ama.

Buyrukçu, Orhan Kemal’in Devlet Kuşu’nda da görünür, ne romandır, bilir misin! Avare Mustafa ve çevresi, yazarın yaşamından da parçalardır. Beş parasız bile olsalar takım elbiseli bu adamların ortak dostları kim: Edip Cansever. Kapalıçarşı’da şiire, hayata çalışan o yalnız... Kuyumcular ve çiğ ışıkları, lokumların üzerinde hindistancevizi; nişan, sünnet, düğün alışverişi, kumaş için gelenler. Pasaj içleri, rutubetli lokantalar, sigara dumanı...

İlk kitabı Katran, 1956; ikincisi Acı, 1957 (kapak Metin Eloğlu). Karanlık kelimeler seçmiş kitap adlarına. Sonra günlükler! Bana kalırsa Türk edebiyatı tarihinin en özel eserleri: Sıcak İlişkiler, Dillerinde Dünya. Bir İstanbul yazarı. Bir kitabı var ki kimse yayınlamadı: Dumanı Tüten Çay Gibi. Kapağındaki buruşuk etekli kadın kimdi acaba? Pencereden neyi izliyordu? Ders kitaplarına girdi mi hikâyeleri? Sanmam. Niye girsin değil mi!

Lümpeni en iyi anlatan yazarlardan Buyrukçu. O yazar, sen onun yazdığı yerde bulursun kendini. Oysa elli sene öncesinde yazılmış metinler. Renkli ampullerle donanmış gazino, kareli örtüleriyle masalar ve bir şeyler olup biter. İnadına takındığı şair tavrıyla olup bitenlerin yazarıdır.

Öldüğünde gazeteler sadece özel yaşamıyla ilgilendi, edebiyatçı kimliği umursanmadı; araya yaşamından parça atarak haber yaptılar, aşk üçgeni dediler: Mualla, Misli, Muzaffer. Otuzdan fazla kitap yazmış adamın ardından, eserlerini anmadan, sonradan görme kabalıkla özel yaşam. Bense hep kitaplardan medet umdum: Şarkılar Seni Söyler, Adam Yayınları, Haziran 1982. Dünyaya küstüğüm bir gün, dalmışım sayfalarına. Bir kadının belli belirsiz gözleri, ıslak dudakları, alevli geceleri var harflerin arasında. İsteğin sıcak çağrısı. Sis içinde karpuz lambalar, dolunay ve dans.

Ölmeden önce devletten tekerlekli sandalye ister Buyrukçu. Talep reddedilir. Orhan Kemal’e pasaport vermedik, Buyrukçu’ya tekerlekli sandalye mi vereceğiz! Vefa yoktur. Bir ilkokul bahçesidir vefa. Hikâyelerinden kaçan bir kızla bir erkek Aksaray’da buluşup boza içer. Vefa, o kadar. Sonra unut.

Bir avuç insandık, kimse yoktu cenazede. Terk ettik onu. Yağmur sonra. Şehirden akıp gitti hikâyeleri. O gece gömleğimden usulca söküp bir kitabının arasına koydum, cenazede ceketime iğnelediğim fotoğrafını. Unuttum gitti. Zaman geçti. Bir gün kitaplarını karıştırırken Sevincin Damarları adlı hikâyesinin ilk sayfasında buldum: Doğum ve ölüm tarihleri, bir çizgi arasında yaşam. Ama okumadım o hikâyeyi, hiç okuyamayacağım, kalsın. Hep erteleyeyim, unutmayayım mareşali!

Yazarın Önceki Yazıları Tüm Yazıları