20 Mayıs 2024 Pazartesi
İstanbul 20°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Devrimin mirasını savunmak

Ferhan Bayır

Ferhan Bayır

Eski Yazar

A+ A-

“Fransız Devrimi insanlara, tarihin kendi eylemleriyle değiştirilebileceği duygusunu kazandırmıştır... İyi ki Fransız Devrimi hâlâ yaşıyor. Çünkü özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ile Aydınlanma değerlerine duyulan ihtiyaç, -akıldışılığın, fundamalist dinin, bilgi düşmanlığının barbarlığın bizi bir kere daha boğazımızdan yakaladığı bugün- her zamankinden daha fazla.”

Eric Hobsbawn

Büyük Fransız Devrimi’nin 200. yıl dönümünde, Fransız Devrimi’nin bittiğini ilan eden Françoise Furet ve Denis Richet ‘revizyonist’ tarih yaklaşımıyla devrimin tüm toplumsal kazanımları inkar etmişti.
Eski komünist iki tarihçi devrimi lanetleyip günah çıkartması, solun geleneksel değerinden kopuşunu başlattığı gibi, kapitalizmi savunan liberal-muhafazakar geleneğinin de entelektüel sahneden çekilişini başlatmıştı.
İngiltere’de Edmund Burke, Fransa’da Alexis de Tocqueville, İspanya’da José Ortega y Gasset gibi seçkin muhafazakarlar, 1789’dan itibaren yükselen demokratik kitle hareketlerine karşı güçlü tezlerle karşı çıkmışlardı.
1989 tarihine gelindiğinde kapitalist sistem, postmodernizmle birlikte hakikati yadsıyıp geçmişin tüm geleneklerini yıkarak, neoliberalizme uygun kültürel iklimi yaratmak istemişti.
Geleneklerin kökten reddedildiği bu dönemde muhafazakar düşünürlere bile gerek yoktu çünkü sistemin muhafaza etmek istediği hiçbir değere ihtiyacı kalmamıştı.
1989’lara gelindiğinde Berlin Duvarı’nın yıkılması, Gorbaçov’un Perestroyka açılımıyla Sovyetlerin dağılmasının başlamasıyla, Batı kapitalizmi sosyalizmle birlikte insanlığın tüm ilerici birikimini yok etme isteğini ancak bu ellerini kirletmekten korkmayan ‘dönek’ düşünürler yapabilirdi.
Bugün, 30 yıl sonra neoliberalizm çökerken, arkasında telafisi zor yıkımlar bırakmaya başlamıştır. Hong Kong’dan Bolivya’ya gerici kitlesel terör ve askeri darbelerle kendi çöküşünün karanlığını dünyanın dört bir yanına düşürmektedir.
Kitlelerin sisteminin yıkıcı güçleri olarak kullanmasına karşı, çöküşün yarattığı nihilizmi bertaraf edecek devrimci fikirlerin yeniden filizlenebilmesi için bu revizyonist tarihçilerin tezleriyle döne döne hesaplaşılmalıdır.

1798'DAN 1917'E
Revizyonizmin tarih yazımına karşı en sağlam ve eksiksiz cevabı Hobsbawn vermiştir. Hobsbawn Fransız Devrimi’ne Bakış eserinde bu tezlerin ortaya çıktığı 1989 tarihinde hesaplaşmaya başlamıştır:
“Revizyonist yaklaşımın Fransız Devrimi’ne saldırısı, bir toplumsal alt üst oluş ihtimalinin korkuyla beklenmesinin değil, Paris’in entelektüel çevreleriyle hesaplaşmasının yansımasıydı. Esas olarak yazarların kendi geçmişleriyle; Raymond Aron’un altını çizdiği gibi, 1945’teki Kurtuluş’tan sonra otuz yıl boyunca Paris entelektüel sahnesine egemen olmuş değişken ideolojik modaların genel temelini oluşturan Marksizm ile hesaplaşmasının bir yansımasıydı.”
Uluslararası siyasi dengelerdeki kırılmaya paralel olarak sesini daha da yükseltmeye başlayan revizyonist tarihçilere göre; Devrim, Fransa’ya çökmüş ve geç kalkınmak zorunda kalan bir ekonomi, istikrarsız bir siyasal sistem miras bırakmıştı.
Kuşkusuz revizyonist tarihçilerin kendi tarihleriyle hesaplaşırken yola çıktıkları başlangıç noktası ne 1789 ne de 1792 Jakoben Cumhuriyeti’ydi. “Fransız Devrimi’yle ilgili tarihin liberal anlayışla revizyonu 1789 üzerinden tamamen 1917’yi hedef almıştır.”
Michelet’den Jaurés’e, Aulard’dan Matihez’e, Lefebvre’den Soboul’a devrim tarihini üzerine yazılan büyük eserlerin hepsi, aralarında nüanslar olmakla birlikte, bir gelenek olarak Fransız Devrimi’nin blok olarak savusuydu. Özellikle Restorasyon döneminde yazılan burjuva tarih yazımında da devrimin mirası, Sans Culottes’lerin burjuvazinin mülkiyetini tehdit ettiği Jakoben Diktatörlük karalanmak şartıyla, açıkça savunulmuştur.
Revizyonist tarihçilerin sol kadar sağın geleneğini de yadsıdığını Hobsbawn da dile getirmiştir:
“Sadece Marksist yorumu hedef alan değil, Fransız radikal entelektüellerin 1840’lardan beri takip etmekte oldukları (ve yine, Fransız liberal entelektüellerin 1810’dan beri benimsedikleri) çizgiyi hedef alan bir saldırıdır. Kısacası bu, Fransız entelektüel geleneğin ana deposuna yöneltilen bir saldırırdır ve bu yönüyle, Marx kadar Guziot ve Comte da saldırının mecburi kurbanları durumuna düşmüşlerdir.”

DEVRİMCİ ŞİDDET
Batılı entelektüeller ve akademisyenler arasında en belirleyici konuların başında ‘Terör Dönemi’ gelir. Bir anlamda ‘hümanizm’ adına, Cromwell’den Robespierre’e devrimlerin ‘aşırılıklarını’ mahkum edilmektedir.
Devrimlerin radikal evresinde kitleler tarih sahnesine en etkin ve doğrudan talepleriyle çıkmıştı, bundan dolayı 9 Thermidor’dan (Robespierre’in ve Jakobenlerin iktidardan indirildikleri darbe)
bugüne bu devrimci donemler halkın belleğinden silinmeye çalışılan çalışılmıştı.
Marx 1848 tarihinde Polonya ayaklanması için “1793’un Jakoben’i, bugünün komünisti oldu” derken, karşı devrimci tarih anlayışına karşı hem Jakoben Cumhuriyeti hem de Terör uygulamalarını savundu.
Albert Soboul’un “Robespierre’nin terörü halkın terörüydü, Robespierre’in öfkesi ve talepleri halkın öfkesi ve talepleriydi” saptaması bir anlamda Robespierre’den Babeuf’e, 1848 Devrimin’den 1917 Bolşevik Devrimi’ne kadarki devrimci çizgiyi belirgin hale getirmişti.
Jaurés ‘in “Robespierre yaşasaydı sandalyemi onun yanına koyardım” sözü kadar, muhaliflerin Lenin’e saldırırken onu Jakobenlikle suçlamak için “Maximillem Lenin” adıyla seslendiklerinde Lenin’in bundan kıvanç duyması, bir anlamda Marksizm’e yapılan her saldırının kaçınılmaz olarak Jakobenizm’e ve Fransız Devrimi’ne yönelmesi kaçınılmazdı.
Bununla birlikte Hobsbawn her zamanki engin bakış açısı ve kışkırtıcı yaklaşımıyla bizi gölgede kalan yerlere çeker:
“İşin doğrusu ve daha önce gördüğümüz üzere, ana akım Marksist gelenek haline gelmiş bulunan anlayış, ona soldan karşı duran ultra-radikallere karşı Robespierre’le aynı safta yer almayı tercih etmişti ve bu, ancak Marksistlerin Jakoben geleneği dolaylı yoldan değil doğrudan devralmış oldukları varsayımına dayanarak kavranabilecek olan bir seçimdi.
Oysa kendi başına bir olgu olarak bakıldığında, tıpkı Britanya sosyalistleri ve komünistlerinin 17. yüzyılda kralın katledilmesine ve cumhuriyete duydukları hayranlığa rağmen Düzleyicilere (Levellers) ve Kazıcılara (Diggers) karşı Cromwell’in savunuculuğuna üstlenmeleri gibi, modern komünistlerin de Hébert be Jacques Roux’ya karşı Robespierre’in savunuculuğuna soyunmaları oldukça şaşırtıcı görünse gerekir.”
Hobsbawn’a göre, “Marksistler bu bakımından da Jakoben yorumun sınırları dahilinde kalmışlardır.” Cromwell, Düzleyicileri Burfold’da kurşuna dizmesi monarşi ve lordların geri gelmesini nihai olarak kaçınılmaz hale getirdiyse, 4 ve 5 Eylül 1793 tarihinde Hébert öncülüğündeki Sans Culottes’ların “Zenginlere karşı fakirlerin savaşı” sloganıyla Paris Komünü’nün ayaklanması sonrasında, Hébert’i giyotine yollayan ve Paris Komünü’nü bir anlamda dağıtan Robespierre ve Jakoben iktidar, bir anlamda kendi düşüşünü hazırlamıştı.

MİRASIN GÜNCELLİĞİ
Şüphesiz Revizyonizmin tarih yazımıyla mücadele etmek aynı zamanda devrimci mirası yeniden güncellemeyi de beraberinde getirir. Devrimlerin mirası, içinde bulunan zaman diliminde var olan güç ilişkilerini çerçevesinde anlam kazanır.
Bir taraftan hakikati reddeden postmodernizmin nihilizmine karşı devrimlerin ortak değerlerini Jakobenizmden Kemalizm’e, Nasır’dan Morales’e savunurken; diğer taraftan neoliberalizmin yarattığı derin eşitsizliğe karşı Hébert’den Lenin’e, Mao’a kadar mülkiyeti ilişkilerini hedef alan radikal damar tazelenmelidir.
Birinci hattın izini kaybeden sol bugün etnik ve cinsel kimlik siyasetleri içinde hapsolurken, ikinci hattın kaybından dolayıysa yaşadığı tüm krizlere rağmen kapitalizmin kendisini yeniden üreterek ayakta kalmaya devam ediyor.
Birinci hattı unutan Batı kapitalizmi karşıtı hareketler, devletçilik karşıtı neoliberalizmin kıyısına demir atar; otonomcu, anarşist, yerel hareketlere dönüşerek postmodernizmin parçalanmışlığını meşrulaştırır.
İkinci hattın mirasını unutanlar ise, emperyalizmin gerici kuvvetlerine karşı, halkı devrimci biçimde seferber edemez. Böylece anti emperyalist mücadelece derinleşemez ve halk hareketi geri çekilir.
Yeni devrimci teori bu iki hat üzerinde güncellenmedikçe, sol otuz yıllık ölü toprağını üzerinden atamaz.