20 Mayıs 2024 Pazartesi
İstanbul 20°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Eleştiri Hakikatin Kapısını Aralar

Ferhan Bayır

Ferhan Bayır

Eski Yazar

A+ A-

“Katı olan her şey buharlaşıyor!” Doğası gereği sürekli ekonomik krizler ve siyasal kaoslar üreten kapitalizmin üzerine kurulan burjuva toplumunun çelişkilerini ortaya koyan daha iyi bir söz söylenmemiştir. Marx bu sözüyle, burjuva toplumunun ideolojik hegemonyasını sağlamak için dün kutsadığı her şeyi bugün kendi elleriyle yıkmak zorunda olmasını dile getirmişti. Tanrılar katına çıkardığı değerlerini sonrasında kendi elleriyle yıkmak, burjuvazinin kaçınılmaz trajedisiydi.

Marx’ın sözleri şüphesiz bugün çok daha anlamlı. Her şeyin hızla hareket edip iç içe geçtiği, toplumun merkezinin sürekli alt üst olduğu bugünkü ‘akışkan’ toplumda, herhangi bir şeyin ‘katılaşmasına’ imkan tanınmamaktadır. Burjuvazi yarattığı postmodern toplumun hızına kendisi dahi yetişememekte, topluma sunduğu değerler ancak bir yıldızın gökyüzünde kayma anı kadar yaşamaktadır.

Tutum ve değerlerin hızla ortaya çıkıp kaybolması en başta, toplumdaki bütün sosyal yapılardan yalıtılmış savunmasız bireyi hedef almaktadır. Hayatını neyle ve nasıl anlamlandıracağı sorusuna cevap bulamayan bireyin varlığı en ciddi sorunumuzdur. Varlığına kişilik katacak sağlam değerlerden yoksunlaştırılan birey, her türlü yönlendirmeye açık hale gelmekte, dinlediği her müziği sevmekte, izlediği her filme hayran kalmakta, okuduğu her kitabı beğenmekte, her siyasi partiye sempati besleyebilmektedir.

Siyasal merkezin menteşeleri çözüldükçe, yerleşik kültür de kum tanesi gibi dağılmaktadır. Varlığını anlamlandıracak beğeni ölçütünden, estetik bakışından yoksun olan birey, böylece siyasal tercihlerinde her an manipülasyona açık hale getirilmektedir. Popülizm toplumu dört bir yandan kuşatırken, bireyin kişiliğini dişlilerinde sıkıştırarak, onu en küçük yapısına kadar parçalamaktadır. Kafka’nın yıkıcı kehaneti, şehrin bütün sokaklarında dolaşmakta!

Yeni fikirlerin tohumları eleştiriyle serpilir
Kendilerine insanlığın toplanacağı yeni bir merkez yaratmak, yeni bir toplum kurmak, yeni bir birey inşa etmek gibi ahlaki ve siyasi misyon biçenler, “körlere delilerin yol gösterdiği” böylesi çivisi çıkmış çağda ne yapabilirler? Yapılması gereken şeylerin başında, Olympos Dağı’ndaki Tanrılara meydan okuyacak kadar güçlü benliğe, sağlam ahlaki değere sahip bireyin yeniden ortaya çıkmasını sağlayacak kültürel iklimi yaratmak gelmektedir. Yeni kültürel iklimse, her türlü değer ve beğeniye bir ölçüt koymakla, ideolojik hat çizmekle, eşik noktasını belirlemekle mümkündür.
Marx’ın ilk yazılarının merkezine yaşadığı dönemin kültürüyle hesaplaşmayı koyması rastlantı değildir. Engels ile birlikte kaleme aldıkları “Kutsal Aile” kitabının alt başlığının “Eleştirel Eleştirinin Eleştirisi” olması da tesadüf değildir. George Sand’ın romanlarından, Feurbach’ın din anlayışına, Hegel’in felsefesinden Alman romantik ressamların tablolarına kadar Marx, her şeyi keskin bir eleştiriye tutarak yeni fikirlerini berraklaştıracağı alanı yaratmıştı. İnsanlığın yeşereceği yeni tohumları atmadan önce tarlanın temizlenmesi gerekmektedir. Bu ise ancak eleştiriyle, var olan değerlerle kökten biçimde hesaplaşmakla başlar.

Aydınlanma’nın en parlak ve radikal düşünürü Diderot’un aklı yücelten yeni bir toplumu dile getirirken, Paris’in salon sergileri üzerine eleştiri yazıları kaleme alması yine bu gerçeği gösterir. Yine Marx’ın çağdaşı radikal demokrat Heinrich Heine’nın Alman romantizmi okuluyla hesaplaşması, edebiyat ve resim üzerine yazdığı sayısız eleştiri yazıları unutulmamalıdır. Rusya’da savunduğu devrimci fikirleriyle Lenin’in kuşağını bir anlamda olgunlaştıran Çernişevski’nin estetik üzerine yazıları da aynı şeyi amaçlamıştır: Ahlaki bir ilkeden yola çıkarak dönemin kültürünü radikal bir eleştiriye tabi tutarak yeni dünya görüşünü estetikle politikanın kesiştiği noktada inşa etmek.

Politikayla estetiğin ayrılmaz birlikteliği
Bugünse eleştirinin merkezinde, her şeyi göreceleştiren estetik bakışın yarattığı “siyasal anarşizmle” mücadele yer almalıdır. İyi romanla kötü romanı ayırmak, doğru siyasal hareketlerle yozlaşmış siyasetleri ayırmak aynı derecede yakıcı ve bir aradadır. Bir insan hem Tolstoy’a hayran kalıp hem de postmodern eserleri beğenemez hem Cumhuriyet ilkelerini savunup hem de etnik siyasetlere sempati besleyemez. Maalesef çağımız, bireyi Rabelais’in grotesk karakterine dönüştürmüştür. Onu yeniden Homeros’un yarı tanrı kahramanlarına dönüştürmeliyiz.
Eleştirel bakışın yapacağı ilk şey, unutturulmaya çalışılan, ahlaki tavrı yadsınan büyük anlatıları yeniden insanların duyacağı şekilde dile getirmektir. İnsanlığın birikimini dinamitleyen postmodernizme karşı kanonları yeniden hatırlatmalı, klasiklerin ihtişamı yeniden gösterilmelidir.

Homeros’tan Dante’ye, Milton’da Gœthe’ye Tanrıların kutsal kitaplarına meydan okuyan şairlerin sarsılmaz özgüveni; kendi sesini duyarak sürekli kendisiyle yüzleşen Shakespeare’in derinlikli karakterleri; Balzac’ın tüm toplumsal sınıfların anatomisini yaptığı keskin bakışı; bireyi toplumla yeniden diyaloğa sokacak Dostoyevski’nin çok sesli romanları; değerlerin buharlaşmasına karşı sarsılmaz ahlaki duruşu dile getiren Tolstoy’un eserleriyle; Gregor Samsa’yı Jean Valjean’a dönüştürmek; insana, topluma dair kurguyu politikayla buluşturarak sanatın dönüştürücü gücünü açığa çıkarmak eleştirinin ilk görevidir.

Popülizmin dalgalarına karşı bireyin sığınacağı güçlü bir siyasal liman inşa etmek bir zorunluluksa, bireyin uçsuz bucaksız okyanusta hayatta kalmasını sağlayacak, limana ulaştıracak bu klasikler, insanlığın kültürel birikimi olacaktır.
Toplumdan ve tarihten koparılarak soyutlanmış bireyi kutsayan neoliberalizmin, edebiyatta “yazarın ölümünü” ilan ederek, eseri yazarın ahlaki ve siyasal fikirlerinden kopararak ele alması, sanatsal yaratımı gerçekleştiren bireyi yok sayması da karşıdevrimin estetik ve politik kavşağıdır. 1970’lerin başında yapısalcı, yapıbozumcu akımların metinde ideolojilerin sonunu “müjdelemeleri” manidardır.

Kamucu, üreten bir toplumu ancak bireyin yaratıcılığını yeniden alevlendirerek, hayal gücüne ket vuran sınırları yıkarak kurabiliriz. Bireyin çoksesli duyması ve düşünmesi, çok yönlü görmesi klasiklerle mümkündür.
Devrimci politikalar, estetiğe en çok ihtiyaç duyduğu dönemdedir. Devrimci teori olmadan devrimci eylem olamayacağı gibi, devrimci estetik olmadan da teori ete kemiğe bürünemez. Ancak estetik biçimde ifade edilen teori kitleleri sarıp sarmalayarak safları sıklaştırabilir.

Büyük sanat eserleri sahip oldukları değiştirme gücüyle içimizden fırtına gibi geçer, algı kapılarımıza çarpıp onları sonuna kadar açar ve inanç binalarımızın mimarisini sarsar. Bu fırtınayı deneyimleyip ayakta kalan insan, her türlü rüzgâra karşı durarak devrimci çizgisinden bir santim sapmaz. Shakespeare ve Gœthe okuyarak hayal gücünü sınırsızca geliştiren Marx; Tolstoy ve Çernişevski ile taviz vermez bir siyasal ahlak geliştiren Lenin; Rousseau okuyarak sarsılmaz cumhuriyet idealini yaşatan Atatürk, aynı gerçeği dile getirirler: Sağlam ve güçlü kişiler, karakterlerini büyük sanat eserlerindeki soylu fikirlerle inşa eder.

Eleştiri yeni dünyanın önündeki köhne duvarlarda çatlaklar açarak bizleri hakikatin eşiğine taşıyacaktır.