20 Mayıs 2024 Pazartesi
İstanbul 21°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Eski güzel günler yeni kötü günler

Ferhan Bayır

Ferhan Bayır

Eski Yazar

A+ A-

İngiltere önümüzdeki ay, 12 Aralık’ta yeniden seçime gidecek. İngiltere tarihinde ilk kez beş yıllık bir zaman diliminde üçüncü kez seçime gidiyor.
İngiltere’nin her dönem, yüzyıllara dayanan gelenekleri, sağlam kurum ve sağduyulu teamülleriyle övünmesi, yaşanan siyasi istikrarsızlığı daha çarpıcı hale getirmektedir.
Radikal demokrat Corbyn’in İngiliz İşçi Partisi’nin liderliğine geçmesiyle başlayan sürecin ardından, ikinci Trump travması olarak görülen Boris Johnson’ın Muhafazakar Parti’nin liderliğine geçmesiyle, siyasi kutuplaşmalar arttı.
Kapitalizmin merkez ülkelerinde, ABD’de Trump ve sosyalist Sanders kutuplaşmasına, yaşlı kıtada sağ popülist hareketlerle yükselen sol popülist hareketler eşlik etmektedir.
Çevre ülkelerde ise neoliberalizme karşı başlayan kitle hareketleri dört bir yana yayılmaktadır.
Batı kapitalizminin içine girdiği kriz yüzyıl sonra, yeniden ‘Aşırılıklar Çağını’ başlatmış gözükmektedir.
Şüphesiz siyasi istikrarsızlığın temelinde yatan, tartışmanın gelir dağılımındaki adaletsizliği aşarak, mülkiyet eşitsizliği noktasına gelmesidir. Son 5 yılda Batı’daki Sosyal Demokrat partilerin hızla dibe vurması, bunun en somut kanıtıdır.

MÜLKİYET KRİZİ

Toplumdaki sıradan bireyin, mülkiyet hakkına ulaşabilme imkânının hukuki olarak güvence altına alınması Fransız Devrimi ile gerçekleşmişti. Kutsanan bireysel özgürlük, hiçbir sosyal ve kültürel engelle karşılaşmadan mülkiyet hakkına ulaşabilmekle özdeştirilmişti.
Ne var ki Restorasyon dönemine kadar, toplumun en zengin % 1’lik kesiminin özel mülkiyetteki payı azalsa da, mülkiyetin tabana demokratik biçimde dağılmasında radikal bir değişiklik olmamıştır.
Fransız Devrimi nedeniyle Fransa’nın ekonomik ilerlemesinin durduğunu iddia eden muhafazakârların görüşü gibi; Devrim ile Kilise ve aristokrasinin mülkiyetinin halka geçtiği görüşü de aynı ölçüde gerçeklikten uzaktır.
Devrimin en radikal evresinde, Jakobenler döneminde dahi, özel mülkiyeti tartışmak yasaktı. Çıkarılan ‘Tarım Yasası’ ile özel mülkiyetin kolektif mülkiyet biçiminde yeniden düzenlenmesi talebine karşı idam cezası getirilmişti.
Bugün Fransız Devrimi’nin siyasi imgeleri kadar, biçim verdiği mülkiyet ilişkileriyle şekillenen dünyada yaşamaktayız.
2015 yılında Fransa’da yapılan araştırmalara göre, toplumun en zengin yüzde 10’luk kesimi özel mülkiyetin yüzde 55.3’üne sahipken; en fakir yüzde 50’lik kesim ancak yüzde 6.3’üne sahiptir.
Daha çarpıcı olansa, 1913 yılından 2018 yılına kadarki yüzyıllık süreçte, en fakir yüzde 50’lik kesimin toplam mülkiyetteki oranı, sadece yüzde 1’den yüzde 5’e kadar çıkmasıdır.
Aynı periyot içinde toplumun yüzde 40’lık orta gelirli kesiminin toplam mülkiyetteki payı, yüzde 10’dan yüzde 39’a yükselmiştir.

Buradan hareketle tartışılması gereken, 2. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan Sosyal Devlet’in mülkiyet ilişkilerinin demokratikleşmesinde ne ölçüde etkili olduğudur.
Neoliberalizm döneminde, kapitalizmin her krizinde geriye dönüp kaybedilmiş Altın Yıllara bakmak, yaşanılan krizin özünde kapitalizmin ‘Aşil Topuğu’ özel mülkiyet krizi olduğunun gözden kaçırılmasına neden olmaktadır.

GEÇMİŞİN MİTLERİ

Neoliberalizmle, eşitsizliğin geçmişte olmadığı kadar derinleşerek, mülkiyetin belli bir azınlığın elinde birikmesi yaşanmaktadır.
Elbette 60’lı yılların planlı ve kamu ekonomisi, mülkiyetin toplumdaki azınlığın elinde tekelleşmesini engeller. Kamuculukla yüksek asgari ücretler politikası, güçlü sendikaların ortaya çıkışı, eğitim ve sağlık başta olmak üzere sosyal devlet uygulamaları ve KİT’lerin varlığıyla en düşük gelirli kesimin mal ve hizmetlere ulaşabilmesi sağlanmıştır.
Bu politikalarla işçi sınıfının milli gelirden aldığı pay artarken, sermayenin payı azalmıştır.
Ancak Kamu ekonomisiyle, KİT’lerin varlığıyla mülkiyetin tabana ne ölçüde demokratik biçimde dağıldığını tartışmak, yaşadığımız kriz çerçevesinde çok önemlidir.
Güçlü kamusal ekonominin kaçınılmaz olarak mülkiyet ilişkilerinde toplumun çoğunluğu açısından radikal değişime neden olup olmadığı tartışılmalıdır.
‘Binyılcı’ inanışa sahip İtalyan köylüleri gibi, sosyalistlerin ‘kaybedilen cennet’ gibi Altın Yıllar’ın yeniden geleceğini beklemesi kabul edilemez.
Kapitalizmin her krizinde sosyal devlete yapılan her referans, tarihsel ve geçici olan kapitalizmin, mutlak olduğu mitini güçlendirmekten başka işlev görmemektedir.
Kaldı ki, neoliberalizm kendi üretim ilişkilerini küresel ölçekte dayatarak, başta işçi sınıfının geleneksel yapısı olmak üzere her şeyi tahribat etmişken, yeniden Keynes’e dönebilmek mümkün müdür? Ayrıca Keynesyen politikalara dönmemiz gerekli midir?
Modern işçi sınıfı ilk ortaya çıktığında, ürettiği ürün üzerinde fiziksel ve zihinsel denetime sahip ortaçağ zanaatkârlığıyla kıyaslanmıştı. İşçinin kapitalizmin tarafından vasıfsızlaştırılarak, kendi emeğine yabancılaşması karşısında Ütopik sosyalistler, Alman Romantik düşünürler geçmişte kalmış zanaatkârlığa nostaljik övgüler dizmişti.
Marx ise, bu yabancılaşmayı geçmişe dönerek değil, kapitalizmin üretim ilişkilerini aşacak şekilde, gelişecek yeni toplumsal ilişkilerin yatağında ele almıştı.
Batı kapitalizminin yaşadığı derin kriz gelir adaletsizliği ve adil vergilendirme politikalarının ötesine geçip, özel mülkiyetin sınırına dayanmıştır.
Brecht’in “eski güzel günlerle değil, yeni kötü günlerle başlayın” sözünden yola çıkarak, mülkiyetin yeniden nasıl tanımlanacağıyla yüzleşenler, sınırı aşıp neoliberalizme meydan okuyabilir.