20 Mayıs 2024 Pazartesi
İstanbul 21°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Hakikatin eşiğinde yıkıcılığın anlamı

Ferhan Bayır

Ferhan Bayır

Eski Yazar

A+ A-

‘İnsanlar kendi tarihlerini kendi yapar; ama onu özgür iradeleriyle değil, kendi seçtikleri koşullar altında değil, dolaysız olarak önlerinde buldukları, verili, geçmişten devrolan koşullar altında yaparlar.’ (Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i)

Arzulanan her şeyin gerçekleştirileceğine dair sarsılmaz inançla insanların dünyayı kökten dönüştürmeye çalıştıkları dönemler vardır. Savaşla devrim arasında yaşanan böyle dönemlerde yeniliğin her tonu ‘devrimci hale’ ile çevrelenir.
Siyaset sahnesindeki her yeni söz, tavır, jest kutsanırken; sanattaki her yeni çizgi, imge, biçim geçmişten radikal kopuş olarak görülür. Siyasal liderler ve sanatçılar manifestolardaki politik ve estetik ilkelerle dünyanın baştan aşağı yenileceğini müjdeler.
Ancak var olan her şeyin aşılarak gerçekliğin yeniden, özgürce şekillendirileceğine olan iyimserlik ‘sınırını aştığı’ ölçüde teolojik ruha bürünür. Günlük hayata dair her şey sıradanlığın yozlaşması olarak görülerek yadsınır.
Var olan gerçekliği iradesiyle aşacağını düşünen siyaset kitlelerden uzaklaşırken, salt yaratıcılığıyla gerçekliğini şekillendirebileceğine inanan sanat da soyut olana doğru savrulur.


Hakikatin eşiğinde yıkıcılığın anlamı - Resim : 1

SİYASETTEN SANATA İKİ ÇİZGİ
Sürrealizm 27 Ocak 1925’teki deklarasyonunda “Bizim edebiyatla işimiz yoktur... Sürrealizm yeni bir ifade aracı değil, zihnin topyekun kurtuluşunun bir aracıdır. Biz devrim yapmaya kararlıyız” diyerek sanatsal ve siyasi duruşunu dile getirmişti.
Böylece 1920’lerin sonlarında modern sanat akımlarıyla toplumcu hareketler arasında bir kez daha çarpıcı bir yakınlaşma yaşanır.
Dada akımının çok merkezli ve heterojen siyasi yapısına kıyasla Sürrealizmin siyasi çizgisi görece daha belirgindi.
Bununla birlikte Sürrealizmin lideri André Breton’un kendisini Marksist olarak tanımlamasına rağmen, estetik anlayışının Sovyetler Birliği’ndeki sosyalist gerçeklikle çatışan birçok noktası bulunmaktaydı.
Halk Cephesi sürecinde sol sanat çevrelerinde sosyalist gerçekçilik ağırlığını giderek daha fazla hissettirdikçe ve Stalin de muhalifleri tasfiye edince Sürrealist sanatçılar Sovyetler ve sosyalist gerçekçi akımıyla aralarına mesafe koymaya başlamışlardı.
Stalin’in kültür politikalarına karşı, Bréton’un 1930 tarihli manifestosu “Sürrealizm kaçınılmaz olarak Marksist düşünce haraketine ve sadece bu harekete bağlı olduğu kanaatindedir” açıklamasında bulunur. Fakat kısa zamanda Sürrealizmin politik ve sanatsal duruşunda çelişkiler kendisini gösterecektir.
Modern avangard akımların manifestoları incelendiğinde hepsinde ortak olan anarşizan tını Sürrealizmde de gözlemlenir. Bakunin’in “yıkmak şiirseldir” sözünden hareketle nihilist bir yıkıcılık estetikleştirilir. Modern sanatın yıkıcılığının anarşist gelenekle olan bağları bizzat hareketin sözcüleri tarafından açıkça dile getirilir.
Breton, “Sürrealizmin kendisini ilk kez anarşizmin kara aynasında tanıdığını” ifade ederken; Benjamin de “Bakunin’den bu yana Avrupa’nın radikal bir özgürlük kavramı yoktu. Şimdi sürrealistlerin böyle bir kavramı var” sözleriyle bu gerçeği dile getirmişti.
Modern sanat akımlarının sosyalist hareketlerle dönem dönem yakınlaşmalarına rağmen, bu birlikteliğin devam edememesinin nedeni açıktır.
Avangard sanatçılarla Sovyetler arasındaki köprülerin atılmasına yol açan temel çelişki, modern sanatın anarşizme eğimli tutumu ve toplum karşıtı karakteri olmuştur.
Liberal sanat tarihçilerinin anlattığı gibi Stalin’in Avrupalı sanatçılar üzerinde kurduğu baskı, her liberal hikaye gibi, işin yalnızca yüzeyindeki magazinden ibarettir.
Hakikatin eşiğinde yıkıcılığın anlamı - Resim : 2

RADİKALLİĞİN SOYUTLUĞU
Yaklaşan 2. Dünya Savaşı öncesi, sanatçılar Halk Cephesi ile yaşadıkları bu anlaşmazlıktan sonra Amerika’ya gitmeye başlamışlardı. Amerika’da sanatçılar 1930’ların sonlarında oldukça örgütlü ve siyasiydiler. Ancak entelektüel çevrede giderek yükselen Stalin karşıtlığı sonucunda Trokçi’nin yanında yer almaya karar vermişlerdi. Trokçi’nin sürrealizmin sözcüsü Breton ile birlikte ortaya koyduğu sanat anlayışı bu sanatçıları etkisi altında bıraktı.
Amerika’daki en etkili sanat eleştirmeni Clement Greenberg’in dergisine yazan Trokçi, makalesinde Amerikan sanatındaki burjuva vasatlığını eleştirmişti. Greenberg de aynı sayıda “Avangard ve Kitsch” makalesinde, bu vasatlığı kitsch kitle kültürüne bağlar. Ona göre avangard, bu kitle kültürüne karşı sanatın özerkliğini referans alan ilkelerine geri dönmelidir.
Trokçi ve Breton’un sanatçıların yeniden sanatın özerkliğini gözeterek yeni bir kültürel iklim yaratmalarını salık vermesiyle, kitle kültürüne karşı tavırla salt estetizmi referans alan sanat anlayışının taşları döşenmiş olur.
Soyut Ekspresyonizm, Amerika’da bu kültürel iklimde gündeme gelir. Saf ve soyut form anlayışının hakim olduğu bu akımda sanat artık özerkliğinin en soyut formuyla bütün tarihsel politik bağlarından koparılmıştır.
2. Dünya Savaşı’nın ertesinde Amerika, Soğuk Savaş boyunca, başta New York Modern Sanat Müzesi ( MoMA) olmak üzere, bu sanatçılara kapısını açarak Sovyetlere karşı kültür savaşı yürüttü.
Neredeyse tamamen istihbaratçılar tarafından yönetilen bu müzelerle birlikte Amerikan modernizmini temsil eden soyut ekspresyonizm, özgürlüğün ve serbest piyasanın sanatı olarak dünyaya dayatıldı. Marshall Planı ile bu durum aynı zamanda soyut ekspresyonizmin Avrupa galerilerini ve müzelerini fethettiği bir sanat misyonerliğine dönüştü.
Müzeleri yakıp yıkmak için başlayan modern sanat hızla müzelerde yerini alırken ‘resmi sanat’ anlayışı haline geldi. Yıllar sonra Greenberg, “Bir gün, Troçkizm olarak başlayan anti-Stalinizmin nasıl ‘sanat için sanat’ havasına dönüştüğünün ve nasıl kahramanca geleceğin yolunu açtığının anlatılması gerekir” derken bir anlamda, avangarda ve sanatın özerkliğine destek veren Troçkizmin trajik sonunu özetlemiştir.
Her şeyi yadsıyan avangard sanat, bugün New York’taki MoMA müzesinde, bir zamanlar topyekun yıkmak istediği kapitalizm tarafından kutsanarak, yüceltilmektedir. Uygarlığın temeli olarak gördükleri müzeleri yakmayı manifestolarına yazan sanatçıların eserleri, modern müzenin temelini oluştururken bu müzelere kapatılmış, hapsolmuştur.
Toplumsal gerçekliğin “hakikati söylemeyi dayatan katı kurallarından” kendisini “özgürleştiren” bu sanat, kapitalizmin çarkları içinde ne kadar özgürdür? Modern sanat gerçeklikten kopup soyutlaştığı ölçüde metalaşmıştır. Hayatın gündelik gerçekliğini küçümseyen soyut sanat, kendisi meta fetişizminin en bayağı örneği haline gelmiştir.

HAKİKAT VE ÜTOPYA
Troçkizm ile Sürrealizm, her şeyin mümkün göründüğü zamanda yan yana gelerek, hayalleri ve amaçlarından çok farklı noktada, parçalamak istedikleri çarkların dişlileri arasında yıkımı yaşadı.
Hakikatin keskinliğini yadsıyan siyaset ve sanat, hayatı yeniden inşa edecek kurucu ilkelerden yoksun hale gelir. Kurucu misyonundan uzaklaşıldığı noktada yıkıcılığın en idealist hali ortaya çıkar.
En gerici ideolojilerin de sadece yıkıcılıkla kendi varlıklarını tanımladıkları gerçeğini unutmamak gerekir.
Bugün de her şeyin mümkün olabileceği dönemlere doğru yol almaktayız. Batı kapitalizmi bir kez daha çarklarını döndürebilmek için siyasetten sanata salt yıkıcılığı kutsayan ve şiddeti yücelten popüler kültürü kitlelere empoze etmektedir.
Batı kapitalizminin çöküşünün yaşandığı bu dönemde, insanlığın tazelenmesi ancak, var olan koşullardaki devrimci seçeneklerin devrimci siyasetle ortaya çıkarılıp bu seçeneklerin sanatın ütopyalarıyla estetik hale getirilmesiyle gerçekleşebilir.