19 Mayıs 2024 Pazar
İstanbul 15°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Kürtlerin devleti yok mu!

Bayram Yurtçiçek

Bayram Yurtçiçek

Eski Yazar

A+ A-

Türkiye Cumhuriyeti, Türklerle Kürtlerin birlikte savaşarak kurdukları bir devlettir. Ve süreç içinde bir millet olma yönünde de önemli adımlar atmışlardır. Gerisi emperyalizme hizmettir

Kürtlerin en kalabalık, devletsiz halklardan biri olduğu ileri sürülür. Birkaç milyon nüfusa sahip milletlerin, hatta birkaç yüz bin nüfusa sahip toplulukların bile devletleri olduğuna göre, Ortadoğu’da 30 milyon civarında bir nüfusa sahip Kürtlerin bir devlet kurmasına neden karşı çıkılıyor. Batının birçok kuruluşunda devletsiz halklar kategorisinde Kürtler birinci sırada.

Peki, bu görüşler doğru mudur? Gerçekten Kürtlerin bir devleti yok mudur? Bana göre Kürtler devletsiz halklar statüsünde değildir ve Kürtlerin bir devleti vardır ve bu devlet Türkiye Cumhuriyetidir. Türkiye Cumhuriyeti, ilk kuruluş günlerinden ve ilk kuruluş belgelerinde, yeni kurulacak devletin Türklerin ve Kürtlerin devleti olduğunu göstermektedir.

MÜDAFA-İ HUKUK CEMİYETİ

Türkiye Cumhuriyetinin temellerini atan ilk kuruluş Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’dir. Aslında söz konusu olan bir siyasi partidir. Çünkü o günlerde, siyasi partilerin adı cemiyet olarak anılıyordu. İttihat ve Terakki Cemiyeti gibi. “Ortak kararın örgütlenme girişimi, 2 Aralık 1918 günü İstanbul’da Vilayatı Şarkiye Müdafaa-i Hukuku Milliye Cemiyeti’nin kurulmasıyla başlar. Cemiyetin organı olan Hadisat gazetesinin 4 Aralık 1918 günü yayımladığı kuruluş haberi, Türk ve Kürtlerin ‘milli haklarını’ birlikte ‘savunma azimlerini’ dile getirmektedirler. Türkler ve Kürtler, Doğu illerinde çoğunluğu oluşturmaktadır ve bu ahali, “Osmanlı ailesinden ayrılmayı istemediği gibi, tasavvur dahi etmemektedir.” Yeni oluşan Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, bütün dünyaya bunu kanıtlamak için çalışacaktır. (Doğu Perinçek, Kemalist Devrim 4, Kurtuluş Savaşında Kürt Politikası, Kaynak Yayınları, İstanbul, s.250.) Cemiyet, İstanbul’da kurulduktan sonra, milli hukukunu savunma kararını aldığı Türk ve Kürtlerin yaşadığı Doğu vilayetlerinde örgütlenmeye başlamıştır. İstanbul dışındaki ilk kuruluş, 10 Mart 1919 günü Erzurum’da gerçekleşmiş, arkasından diğer şubeler kurulmaya başlanmıştır. 12 Mart’ta Elazığ’da, Nisan ayı içinde Sivas merkez ve ilçelerinde, Temmuz’da Diyarbakır’da Cemiyet’in şubeleri açılmıştır. Bunların yanı sıra Bayburt, Beyazid (Ağrı), Hasankale, İspir, Narman, Bitlis, Erzincan, Şebinkarahisar, Van, Hınıs, Tercan, Tortum, Yusufeli gibi Kürtlerle Türklerin birlikte yaşadıkları yerleşim yerlerinde de Cemiyetin şubeleri açılmıştır. Cemiyetin kurucuları ve yöneticileri, yerli halkın ileri gelenleridir. Bunların büyük çoğunluğu yörenin Kürt beylerinden oluşmaktadır. Görüldüğü gibi emperyalist işgale karşı iki halkın ortak direnişini örgütlemek için kurulmuştur bu örgüt. Yeni devleti kuran ortak örgütlenmedir Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti. Bu Cemiyet, daha sonra Cumhuriyet Halk Fırkası ve Cumhuriyet Halk Partisi isimlerini alarak iki halkın ortak devletini kurmuş ve bu günlere getirmiştir.

MİSAK-I MİLLİ

Misak-ı Milli, yeni kurulacak devletin sınırlarının belirlendiği bir belgedir. Bu belge, aynı zamanda bu sınırlar içinde yaşayan halkı da belirlemektedir. Milli misak, büyük ölçüde Erzurum ve Sivas Kongrelerinde şekillendi. Mustafa Kemal, Ankara’ya gelişinin ertesi günü Ankara’nın ileri gelenlerine verdiği konferansta, Erzurum ve Sivas Kongrelerinin kararlarına atıfta bulunarak, Milli Misak’ı şöyle tanımlamıştır:

“Devlet için milli yeni bir sınır kabul ettik. Bu sınır Beyannamemizin (Erzurum ve Sivas Kongreleri beyannameleri) birinci maddesinde açıklanmıştır. (...) Mütareke imzalandığı gün ordularımız fiilen bu hatta hâkim bulunuyordu. Bu sınır, İskenderun körfezi güneyinden Antakya’dan Halep ile Katma istasyonu arasında Cerablus köprüsü güneyinde Fırat nehrine kavuşur. Oradan Dirzor’a iner; daha sonra doğuya uzatılarak Musul, Kerkük, Süleymaniye’yi ihtiva eder. Bu sınır ordumuz tarafından silahla müdafaa olunduğu gibi, aynı zamanda Türk ve Kürt unsurlarıyla meskun vatan kısımlarımızı sınırlar.” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, cilt 6, s.30.)

Burada da dikkat edilirse, sadece sınırların coğrafi değil, aynı zamanda demografik sınırlarını da ifade etmektedir. İki nokta öne çıkmaktadır. Birinci olarak, Mütareke imzalandığında Türk ordusunun hâkim olduğu alan ile, ikinci olarak da bu alanda yaşayan halkların tespitidir. Görüldüğü gibi burada da Kürtlerin bu devletin bir parçası olduğu hem coğrafya olarak hem de nüfus olarak belirtilmektedir.

HALİÇ KONFERANSI

Savaşın kazanılmasından sonra sıra, yeni kurulmuş devletin uluslararası düzlemde tanınması ve bir hukuka bağlanmasıydı. Haliç Konferansı da Türkiye Cumhuriyeti’nin resmen tanınmasının köşe taşlarından biridir. Lozan’dan önce yapılan bu konferansta da yine Türkiye Cumhuriyetinin Türklerin ve Kürtlerin ortak iradesiyle kurulmuş bir devlet olduğu, ilgililere en yetkili ağızlar tarafından söylenmiştir.

Haliç Konferansı’nda daha yeni kurulmuş Cumhuriyeti temsil eden TBMM Başkanı Fethi Bey’in 19 Mayıs 1924 günü, birinci oturumdaki konuşmasında:

“Türkler ve Kürtler ise talihlerini sonsuza kadar siyasi geleceklerini birleştirmiş iki kardeş unsurdur. Bunlar bir cumhuriyet teşkil etmişler ve tam bir eşitlik dairesinde hayatı geçirmeye ve aynı siyasi dini imtiyazlardan ve aynı hakimiyet hukukun dan yararlanmaktadırlar.” (Cumhuriyetin İlk On Yılı ve Balkan Paktı (1923-1934), TC. Dışişleri Bakanlığı Araştırma ve Siyaset Planlama Genel Müdürlüğü, s.82.)

Yine bu Konferansın son toplantısında Fethi Bey, aynı fikirleri şöyle ifade etmiştir:

“Türkiye, Türk ve Kürtlerin eşit hukuk altında oluşturdukları cumhuri bir devlettir. (Ayın Tarihi, cilt lll, Matbuat ve İstihbarat Müdüriyeti Umumiyesi, Ankara, 1924, BMM Matbaası, s.178.)

LOZAN KONFERANSI

Türkiye’nin tapu senedi olarak tanımlayabileceğimiz Lozan Antlaşması’nda da Türk Heyeti, Türklerle Kürtlerin ortak bir devlet kurduklarını, ısrarla belirtmişlerdir. Lozan’daki Delege Heyetinin Başkanı İsmet Paşa “Türk ve Kürtlerin ortak vatanı” diye özetlenen Misakı Milliyi vurgulu ve açık ifadelerle savunmuştur. Musul’un Türkiye’nin ayrılmaz parçası olduğu tezi, Kürt ve Türk çoğunluğa dayandırılmıştır. İsmet Paşa, Lozan Anlaşmasının imzalanmasından 46 yıl sonra Türkiye’nin bu tutumunu şöyle özetlemiştir.

“Hatta biz, Lozan’daki konuşmalarımızda, milli davamızı ‘biz Türkler ve Kürtler’ diye bir millet olarak müdafaa ettik ve kabul ettirdik.” (İsmet İnönü, Cumhuriyet’in İlk Yılları, C.l, Cumhuriyet eki, s.72.)

MUSUL MESELESİ

Osmanlı Devleti döneminde Irak, üç büyük vilayetten oluşmaktaydı. Bu üç vilayetten Bağdat ve Basra vilayetleri Arap nüfustan oluşuyordu. Musul ise esas olarak Kürt, Türk ve çok az miktarda Arap nüfustan oluşuyordu. Bu günkü Kuzey Irak’ı oluşturan Musul vilayeti, özellikle de Musul vilayetine bağlı Kerkük’te petrolün bulunması üzerine İngilizlerin özel ilgi alanına girdi. İngilizler, Musul ve Kerkük’ün Kurtuluş Savaşı vererek bağımsız bir devlet haline gelmiş Türkiye Cumhuriyeti’ne katılmasına şiddetle karşı çıkıyordu. Musul vilayetinin İngiltere’nin mandası altında olan Irak devleti sınırları içinde kalması İngiliz çıkarlarına daha uygundu.

Türkiye, Lozan’da Musul’u Türkiye devletinin milli hudutlarına dahil olduğunu ileri sürmüştü. Mondros Ateşkes Antlaşması’nın yapıldığı 30 Ekim 1918 günü, İngilizler Musul’un dışındaydılar. Musul Türk ordusunun elindeydi. Musul, ateşkesin yapılmasından sonra ve ateşkes hükümleri çiğnenerek işgal edildi. Türkiye bu işgali hiçbir zaman kabul etmedi ve Musul’u hep milli hudutlar içinde kabul etti.

Lozan’da en çok tartışılan, müzakerelerin kesilmesine neden olan en önemli konu Musul meselesiydi. İngiltere ile neredeyse savaşın eşiğine geldiğimiz Musul meselesi, daha sonra görüşülmek üzere Lozan görüşmelerinin dışına çıkarılarak anlaşma ancak imzalanabildi.

Musul meselesinde Türkiye’nin temel tezi, Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin Türklerle Kürtlerin kurduğu bir devlet olduğuydu. Musul Vilayetinde de nüfusun ezici çoğunluğunu Kürtler ve Türkler oluşturduğuna göre, Musul Türkiye Cumhuriyetine katılmalıydı.

Atatürk’e göre, Musul, Türkiye için “petrol değil, memleket meselesi” idi. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, C.16, s.268.) İsmet Paşa’da, Lozan’da Musul’un Türkiye için her şeyin üstünde bir ülke sorunu olduğunu belirtiyordu. Çünkü orada Türk ve Kürtlerin oluşturduğu çoğunluk yaşıyordu. Yeni kurulan devletin en üst düzey yöneticileri gerek TBMM’de gerekse Lozan’da bu görüşleri sürekli savundular. İcra Vekilleri Heyeti Reisi (Başbakan) Rauf Bey (Orbay):

“Musul’un ezici çoğunluğu, yek emel, yek din, yek his mutluluk ve felakette ortak, biricik kurtuluş çaresi bizimle beraber yaşamakta olan Türkiye halkının en kahraman evlatları Türklerin ve Kürtlerin oturduğu bir vilayetimizdir” diyerek bu gerçeği bir kere daha dile getirmiştir. (Türk Parlamento Tarihi 1919-1923, ll, s.468.)

Lozan’da Delege Heyetinin Başkanı İsmet Paşa da Misakı Milliyi “Türk ve Kürtlerin ortak vatanı” olarak savunmuştur. Musul’u Türkiye’nin ayrılmaz parçası olduğu tezini Lozan görüşmelerinde Türkiye’nin temel tezi olarak sürekli savundu.

Buradan bütün Kürtlere bir çağrı yapıyorum. Türkiye Cumhuriyeti bizim öz be öz devletimizdir. Devletimize sahip çıkalım ve emperyalistlerin kara gücü haline gelenlerin oyunlarına gelmeyelim.

Bütün bunlardan çıkan tek sonuç Türkiye Cumhuriyeti, Kürtlerin de devleti olarak kurulmuştur. Şimdiye kadar yapılan bazı yanlış uygulama ve politikaları bu gerçeğin üstünü örtmek için kullanmak çok büyük bir yanlıştır.

Bu gerçeğin döne döne vurgulanması, bölücülüğe karşı en büyük silahtır. Bu gerçek Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet’in kuruluş döneminde temel bir politika olarak savunulurken, daha sonraları bazı ihmaller sonucu bu konu önemini yitirdi. Bölücülük bu dönemde yapılan hataları esas alarak bölücü politikalarına destek bulmaya çalışmaktadır. Diğer yandan Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürtleri dışlayan bir yapıda olduğunu sadece Türk unsuruna dayandığını söyleyenlerde bölücülerin ekmeğine yağ sürüyor ve bölücülerin değirmenine su taşımış oluyorlar.