20 Mayıs 2024 Pazartesi
İstanbul 16°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Marx’tan Bloch’a umudu inşa etmek

Ferhan Bayır

Ferhan Bayır

Eski Yazar

A+ A-

Fransız tarihçi Braudel’in “Akdeniz ve Akdeniz Dünyası” kitabı, dönemin Akdeniz coğrafyasını yüzlerce sayfa betimleyerek başlar. Dağların yamaçlarındaki bitki örtüsünden kıyıların denize doğru nasıl uzandığını, limanların özelliklerini, toprağın yapısını uzun ve ayrıntılı şekilde anlatılır. Edebi bir üslupla tasvir edilen bu doğa manzarası ilk başta hoş bir tat bıraksa da ilerleyen sayfalarda ayrıntılı şekilde betimlenen doğal çevre insanı kuşatmaya başlar. Heybetli coğrafyanın içinde insan gittikçe küçülmeye, gözden kaybolmaya başlar. Akdeniz ikliminin bütün sıcaklığına rağmen üzerinize yavaş yavaş fırtına çıkacakmış gibi kasvetli bir hava çöker.

Tarihi olayları bireylerin kahramanlıkları ve trajedileriyle açıklayan tarih yazımına karşı, Fransız Annales ekolü toplumdaki ekonomik, sosyal ve siyasi değişimleri “logue durée” (uzun dönemli) şekilde inceleyerek ele alır. Tarihsel değişimleri bireyin eylemleriyle açıklayan tarih yazımına karşı Annales ekolü ise çalışmalarında toplumsal yapıları merkeze alır. Şüphesiz tarihsel değişimleri nesnel ve evrensel ölçütlerle ele alarak tarih yazımının bilimsel zeminde gelişmesinde bu ekolün katkısı büyüktür.

Ne var ki, özellikle ikinci kuşak tarihçilerin eserlerinde, toplumsal yapılardaki değişimleri incelerken “bireyin tarihteki rolü” gittikçe görünmez olmaya başlamıştır. Le Roy’un Fransa’daki iklimsel değişimleri uzun dönemli metot ile incelediği “Histoire du Climat” eserinde neredeyse tarih sahnesinde insana rastlanmaz. İnsan, doğanın ve toplumsal yapıların boyunduruğu altına girmiş gibidir.

Annales ekolü tarihçilerinin utangaç şekilde yan yana anılmaktan çekindiği Marx ve Engels, tarih yazımında birey-toplumsal değişimler arasındaki diyalektik ilişkiyi anlamaya yönelik ilk bilimsel çalışmaları ortaya koymuşlardı. Engels “Tarihte Zorun Rolü” eserinde coğrafyanın ve toplumsal yapıların nesnel koşullarında bireyin tarihe müdahale etme ihtimalini, potansiyelini ortaya koymuştu. Engels’e göre; birey, tarihsel koşullarca belirlenmiş çevreye müdahale edip onu değiştirme, ilerletme savaşı verir. Tarihin büyük taşlarını yerinden oynattığı ölçüde insan kahramanlaşır, bu taşların ağırlığı altında ezildiği ölçüde trajedisi tarih sayfalarına acıklı şekilde not düşülür.

Birçok önemli ve saygın tarihçi bu ekolün içinde çıkmıştır. Bu tarihçiler, tarihin farklı alan ve dönemlerini inceleyen başyapıtlar kaleme almışlardır. Ancak bu büyük Fransız tarihçilerinden hiçbiri Fransız Devrimi üzerine kitap yazmamıştır. Annales ekolünün Devrim tarihini görmezden gelmesinde, insanın tarihi değiştirme potansiyelinin, bu ekolün “uzun dönemli” tarih yaklaşımınca dışarıda bırakılmasından kaynaklanmaktadır.

Annales ekolünün tarih yazımındaki metot, var olan toplumsal yapıların yüzyıllar içinde yavaş yavaş adeta kendiliğinden evrilip değişiyormuş gibi görünmesine neden olur. Marksist tarih yazımının yaklaşımına göre ise, belli bir zaman ve mekanda ortaya çıkan toplumsal yapılar, insan eylemlerinin yarattığı imkanlar doğrultusunda eğilip bükülerek şekillenmektedir. Diğer bir ifadeyle; tarihsel değişimler, insanın eylemleriyle yarattığı seçeneklerin sonucu olarak “zorunluluklar” haline gelir. İki yaklaşım arasında, tarih sahnesinde insana biçilen rolün farklı olmasından çok daha derin ideolojik ayrım bulunur. Geçmişi, insanın toplumsal yapılara müdahale etme, hayatı dönüştürme, değiştirme şeklinde okumak; bir anlamda yarının, insan eylemlerinin yarattığı imkânlarla şekillenebileceğine dair umudu ve iyimserliği dile getirmektir. Geçmişte olmuş olan, insan eyleminin potansiyeli ile gerçekleştiği gibi gelecekte olacak olan da insanın eylemleriyle şekillenecektir.

Marksist yaklaşımı benimseyen birçok çağdaş tarihçi, insana tarih sahnesindeki aktif rolünü geri veren eserler kaleme alsa da; insanın iradesiyle, eylemleriyle geçmişi yapan ve geleceği kuran rolünü, Ernst Bloch kadar çarpıcı şekilde dile getiren olmamıştır. Tarihe bakıştaki değişimi “Umut İlkesi” ile müjdeleyen bir tarihçi değil, bir düşünür, felsefeci olmuştur.

Devrimci mirası aydınlatmak

Bazı düşünürler, zirvesi gökyüzüne kadar ulaşan dağlar gibidir, içinde birçok yüksek tepecikler bulundurur, dikkatsiz bir gözlemci ilk bakışta bu tepeleri ayrı birer dağ zannedebilir. Ernst Bloch da birikimiyle, eserleriyle gökyüzüne ulaşan düşünürlerin başında gelir. Bloch’un eserinde yola alırken, her tepesinde ayrı bir havaya ve bitki örtüsüne sahip dağa tırmanır gibi hissedersiniz. Fazla meraklı olmayan ya da nefesi zirveye çıkmaya yetmeyen bir okur, tırmanabildiği yerden bakınca Bloch’u anladığını sanabilir. Ne var ki Bloch gibi düşünürler, katman katman yükselip derinleşir. Bloch gibi düşünürleri anlayabilmek için dağın bütününü görebilecek bakış açısına ihtiyaç vardır.

Bloch, Weimar döneminin deneysel edebiyat çevreleriyle yakın ilişki içinde olarak gençlik dönemlerini geçirmiştir. Öte yandan, Georg Lukàcs’ın yönlendirmesiyle Hegel’i incelerken Hristiyan gizemciliğine ilgi duymuş, Kierkegeard ve Dostoyevski okumaları yapmış, Schopenhauer’ı ayrı bir ilgiyle araştırmıştır. 1920’lerde Berlin’de bulunduğu yıllarda Brecht ve Benjamin ile yakın ilişki içinde bulunmasıyla Marksist fikirlerle canlı etkileşim içinde olmuştu.

Bloch, 1918’de kaleme aldığı “Der Geist der Utopie” (Ütopyanın Ruhu) eserinde dini kıyametçi ve ilkel sosyalist fikirler arasında sentez kurmaya çalışmıştı. Daha sonra 1921’de yazdığı “Thomas Münzer als Theologe der Revolution” (Devrimin Teoloğu Thomas Münzer) eseriyle Marksist düşünceyi, dini hareketlerin içerisindeki ilerici ve devrimci eğilimlerle zenginleştirmeyi amaçlamıştı. Bir anlamda Engels’in Almanya’daki devrimci teolojiyi incelediği “Köylüler Savaşı” eseriyle açtığı yolu genişletmiştir. Çağdaşı Marksist düşünürlerden farklı alanlara yoğunlaşan çalışmaları, “Freiheit und Ordnung” (Özgürlük ve Düzen), “Spuren” (İzler) ve “Subjekt-Objekt” (Özne-Nesne), “Hristiyanlıktaki Ateizm” eseriyle devam etmiştir.

Hitler iktidara geldikten hemen sonra, 1934 yılında kaleme aldığı “Erbschaft dieser Zeit” (Bu Çağın Mirası) eserinde, 1920’ler Almanya’sının kültürel ortamını ve küçük burjuvazinin toplumsal konumunu tartışarak Almanya’da devrimin nasıl gerçekleşebileceğini irdelemiştir.

Bloch’un Marksizm’in içindeki özgün konumu

“Kuşkusuz, sınırları aşmak şimdiye dek kendi apaçık düşüncesini bulamadı. Veya bulduğunda da, etrafta, meseleyi göremeyen kem gözler çoktu... Marx, dönüm noktasını, sınırları somut olarak aşmanın bilincine varmakla tanımlar.”

Ernst Bloch

Bloch’un Marksist düşüncedeki özgün yeri, geçmişteki olmuş olayları yarına dair iyimser bir bakışla yaratıcı biçimde incelemesinden kaynaklanmaktadır. Tarihte insanın daha iyi bir dünya için mücadelesini “umuda felsefe getirme” çabasıyla ele almıştır. Bloch’a göre, tarihçilerin geçmişte gerçekleşmiş olaylarda insanı pasif, edilgen şekilde tasvir etmesine, bu tarihçilerin insanın iradesiyle açığa çıkabilecek yarına dair umudu gözden kaçırmaları neden olmaktadır. Bloch, tarih yazımının ötesinde Marx’tan önceki düşünce tarihiyle de hesaplaşır. Platon’dan Hegel’e düşünürler, geçmişi bitmiş geride kalmış bir kategori olarak yorumlayarak gelecekte ortaya çıkacak imkânları perdelemişlerdir: “Olmuş bulunan, Yükselip Gelmekte Olanı alt eder, Olmuş bulunanların birikimi, gelecek, ön cephe, Novum (yeni olan) kategorilerini tamamıyla engeller... Gözlemci/temaşacı-idealist olması; dolayısıyla salt pasif temaşacı açıdan, olmuş-bitmiş bir dünyayı, tamamlanmış bir dünyayı varsaymasıdır.” Bu düşünürler eylemci ve geleceğe dönük bakışı engellemektedir: “Geçmişe bağlılığın, geleceğe yabancılığın rasyonalizmdeki yöntemsel ifadesi Platoncu Anamnesis (bilgiyi hatırlama) veya tüm bilinenin yeniden hatırlamadan ibaret olduğu öğretisi... Kadim geçmişin veya tarihsiz ebedîliğin yeniden hatırlanması. Buna göre Oluş, Olmuş-lukla örtüşür... Hegel’in son kertede ‘çemberin içindeki çemberler’e dayanan diyalektiği de, Anamnesis hayaletiyle engellenmiştir ve antika olarak kalmaya mahkumdur.”

Bu noktadan hareketle Bloch, Marx’ın tarihteki yeni ve özgün yerinin altını çizer; Marx ile birlikte geçmiş ile gelecek arasına örülen duvarlar aşılır: “Marx, bunun yerine, temaşa ve tabir etmeye tevekkül göstermeyen bir teorinin başlangıcı olarak, değiştirmenin Pathos’unu geçirdi. Böylece gelecek ile geçmiş arasındaki donuk ayrımlar yıkıldı, henüz olmamış gelecek geçmişte, öcü alınan ve tevarüs edilen, dolayımlanan ve ihya edilen geçmiş de gelecekte görünür hale geldi.” Bloch’a göre Marksizm, insanı geçmişin donmuş anlatısından özgürleştirip onu geleceğini yaratacak imkânı sunan ilk felsefedir: “Oluşla ve yükselip gelmekte olanla mütenasip ilk felsefe olan Marksist felsefe [...] tüm geçmişi de yaratıcı genişlikle tanır. Marksist felsefe geleceğin felsefesi, dolayısıyla geçmişteki geleceğin de felsefesidir.”

Bloch’un çalışmalarının merkezinde “Henüz-Bilincinde-Olunmayan’ın keşfedilmesi” meselesi bulunmaktadır. Var olanın içinde açığa çıkmaya hazır ama henüz ortaya çıkmayanın, insanın iradesiyle bilince çıkarılması, böylece olacak olanı önceden bilinçte berraklaştırma çabasıyla eserlerini kaleme almıştır Bloch. Bundan dolayı geçmişin düşünürleriyle tartışırken Bloch; öte yandan, yaşadığı dönemde, Freud’un psikanaliz çalışmalarıyla düşünce hayatındaki etkisini eleştirerek bu çalışmaların da insanın geleceğe bakışını bulanıklaştırdığı dile getirmiştir: “Leibniz’in bilinçaltını keşfeden gece ve kadim geçmişe dair romantik psikolojiye ve Freud’un psikoanalinize dek, şimdiye kadar saptanan ve araştırılan, esasen sadece ‘geriye dönük gün ağarması’ olmuştu. Hâlihazırda her şeyin, Artık-Bilincinde Olunmayan’ın bodrumdaki geçmişin hafızasıyla yüklü olduğunun keşfedildiğine inanılıyordu.”

Marx’ın ortaya koyduğu yeni felsefeden sonra, gelecekte olacak olana yönelmeyen hiçbir düşünce insanlığın yürüdüğü yolu aydınlatamaz: “Felsefe ya Yarın’ın vicdanını taşıyacak, gelecekten yana taraf tutacak, umudun bilgisine sahip olacak, ya da artık hiçbir bilgiye sahip olamayacaktır.”

“Umut İlkesi”ni Doğu’da aramak

“Yalnız eski toplumun çöküş zamanlarında, bugünkü Batı’da olduğu gibi, sadece aşağı doğru giden belirli bir kısmi ve geçici eğilim vardır. O zaman çöküşten kurtulmanın yolunu bulamayanlarda korku umudun önüne ve karşısına geçer. O zaman korku, katlanılan ama tehiş edilemeyen, yanıp yakılan ama değiştirilemeyen kriz fenomenin öznelci, nihilizm de nesnelci maskesini takınır.”

Ernst Bloch

Olmuş olanın, bitmiş bir şey sayılmasına itiraz ederken Bloch, Batı’nın devrimci ve ilerici mirasını canlı bir biçimde geleceğe ışık tutacak şekilde ortaya koymuştur. Belki çok daha çarpıcı ve önemlisi Bloch, geçmişin mirasını geleceğe taşırken sadece Batı’nın değil Doğu’nun devrimci ve ilerici mirasını da kucaklamasıdır. 1935 tarihinde kaleme aldığı “İbni Sina ve Aristotelesçi Sol” eserinde Bloch’un Doğu’nun materyalist düşünce geleneğini Avrupalı düşünürlerin önüne koyması çok önemlidir. Bloch’a göre Batı toplumu çöküş halindedir, umut karanlık bulutların arasında görünmez olmuş, var olan durumu değişmez kader olarak kabul eden Avrupa düşünürleri derin bir nihilizm içinde yönlerini kaybetmiştir. Bir anlamda Batı felsefesi de tıkanmıştır, sınırları aşacak umuttan yoksundur: “Batı felsefesinin son sefaletlerinin bile, ötesine geçmenin, sınırları aşmanın kredisini kullanmadan sefalet felsefelerini ortaya atamayacak durumda olmaları, bundandır.”

Bloch, Batı toplumunun üzerine çöken kasvetli, karanlık havayı Doğu’nun ışığıyla dağıtmayı amaçlamıştır. İbni Sina, İbni Rüşd gibi İslam medeniyetinin altın çağını simgeleyen düşünürlerin mirasına; var olanı aşma, henüz bilincinde olunmayanı açığa çıkarmak için başvurulur. İbni Sina’nın maddeye uygulanan kuvvetle, maddede bulunan ve açığa çıkacak potansiyeli irdeleyen yaklaşımını Bloch, Batı toplumunda insan iradesiyle açığa çıkabilecek imkânları ortaya koymak amacıyla incelemiştir.

Bloch’un gözlerini Doğu’ya çevirmesine neden olan sadece Batı’nın içinde bulunduğu kriz değildir, Batı’nın içinde bulunduğu medeniyet açmazıdır: “Değiştirmek zaten burjuva zemininde, hele onun vadesi gelen uçurumda zaten imkânsızdır. Burjuvazinin çıkarı, bilhassa başka olan, kendisine zıt olan her şeyi, kendisiyle beraber aşağı çekmek ister; böylece kendi agonisini (can çekişmesini) görünüşte asli, görünüşte ontolojik hale getirerek, yeni yaşamı bitap düşürür. Burjuva varoluşunun çıkışsızlığı insanlık durumunun kendisi, başlı başına varoluşun kendisi haline gelecek kadar yayılır böylece.” Bloch, burjuva medeniyetinin hayatı ve onun bütün imkânlarını öldüren boğucu havasından Doğu’ya yönelerek kurtulmak istemiştir.

Marx, yaşamının son döneminde Rusya’daki gelişmeleri yakından takip etmişti, Rus devrimcilerle sık sık mektuplaşmıştı. Rus devrimciler, Rus köy komünlerine dayanarak kapitalizme uğramadan sosyalizme geçme yönündeki görüşlerini, Herzen ve Çernişevski’nin tezlerini, Marx’a yazmışlardı. Engels, bu fikirleri “sosyalizmin ABC’sini dahi bilmiyorlar” diye görmezden gelirken; Marx, kendi kurduğu yeni felsefesinin genel hatlarıyla belli ölçüde örtüşmese de bu fikirleri büyük merakla ele almış, böyle bir yoldan sosyalizme ulaşmanın imkânlarını düşünmüştü. İnsan iradesiyle, var olanda henüz açığa çıkmamış olanın imkânlarına karşı her zaman büyük heyecan beslemişti Marx. Onun bütün bilimsel çalışmalarına ruh katan yarına dair umudu, iyimserliğiydi. Marx, bilim insanı aynı zamanda şairdi. Bir şair duyarlılığıyla Rus devrimcilerin fikirlerini ilgiyle karşıladı.

Bu anlamda da Bloch, Marx’a yaklaşır; Hobsbawn’a göre Bloch da sanatçıdır: “İnsan kalbinin okyanusunda usta bir kaptan gibi yol alırken, insanın özlemlerine derin bir anlayışla eğiliyor... Büyük bir yazarın psikolojik görüşüne sahiptir... Ama yolunu şaşırıp felsefeye düşmüş bir şair değildir Bloch. Sanatçının tekniklerini de kullanan bir filozoftur o.”

Marx ve Bloch gibi şair duyarlılığına sahip iki düşünürün, umudun ilkesini inşa etmek için gözlerini Doğu’ya çevirmeleri bugün Doğu’da yeni bir uygarlık kurmak isteyen bizler için umut dolu büyük mirası temsil etmektedir.