20 Mayıs 2024 Pazartesi
İstanbul 16°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

‘Neyin düşünü görmeliyiz?’

Ferhan Bayır

Ferhan Bayır

Eski Yazar

A+ A-

‘Neyin düşünü görmeliyiz?’ - Resim: 1

‘Neyin düşünü görmeliyiz?’

Liberalizm, her ideoloji gibi belli kavramları mutlaklaştırarak, düşünce sistemini idealize eder.

Bu kavramların başında ‘denge’ gelir. Liberalizm denge kavramıyla, düşünsel sisteminin değer yargılarının doğa ve toplumsal ilişkilerle uyumlu olduğu iddiasını dile getirir.

Liberalizme göre, piyasa ekonomisinde kişisel çıkarlarının peşinden koşan her bireyin, doğal olarak toplumsal yarara hizmet etmesi sonucu sosyal denge kendiliğinden ortaya çıkar.

Bu mantığın devamı olarak, parlamentoda her bireyin fikrini dile getirmesiyle en doğru fikre ulaşılır, böylelikle hakikat kendiliğinden ortaya çıkar.

Piyasa ekonomisinde çatışan çıkarlar, parlamentoda çatışan fikirler, liberalizmin ideal denge kavramına ulaşarak aşılır.

Denge, burjuva gündelik hayatında bireylere ılımlılık ve sağduyu olarak sunulurken, felsefi olarak hoşgörü kavramıyla yüceltilir.

Pratikte, gündelik hayatta liberalizm yücelttiği denge kavramıyla, burjuva toplumu içindeki kaosu, sınıf çatışmalarının üzerini perdelemeyi amaçlamaktadır.

Daha çarpıcı olan felsefi alanda denge, insanlara var olanların içinde düşünmeyi dayatarak, insanlığın denge noktasının sınırlarını aşmasını, başka olasılıkları, ihtimalleri hayal etmesini engeller.

Bu bağlamda denge, her daim gerici ‘zamanın ruhunu’ salık vererek, dengeyle özdeşleştirilen normlar ve teamüller çerçevesinde, şimdinin çitleri içinde insanlığın radikal hareketlerini baskılar.

İnsan doğası gereği geleceği düşünerek yaşayan bir varlıktır ki, bu sebepten dolayı liberalizmin salık verdiği ‘şu an var olanın’, ‘şimdinin’ yüceltilmesiyle insanın doğasına aykırıdır.

Aynı şekilde liberalizm, toplumların yarına dair tasavvurlarına set çektiği ölçüde, devletlerin de uzun erimli öngörülü politikalar hazırlamasını da engeller ki, bu anlamda liberalizm toplumsallığın doğasına aykırıdır.

Liberalizmin en büyük paradoksu bu noktada düğümlenir: Liberalizm üzerinde yükseldiği kapitalizmin doğası gereği sürekli kaoslar ve krizler yaratan bir sistem olmasına rağmen, denge kavramıyla ahenge, uyuma ulaşılacağına dair inanç dile getirilir.

Kapitalizm yol açtığı toplumsal krizleri, liberalizmin denge düşüncesiyle durdurmaya, aşmaya çalışır ki, bu fikirle nesneyi, maddeyi etkilemeyi, yönlendirmeyi savunur.

Bu soyutlamanın sonucu olarak liberalizm, maddeden önce tine, düşünceye öncelik vermesiyle, felsefenin idealizm cephesinde yer alır ki, bu anlamda liberalizmin bilimin doğasına aykırı karakteri ortaya çıkar.

Daha önemlisi, liberalizmin denge fikri, skolastik düşüncenin düalist yani ikili düşünme geleneğinin devamıdır. Şeytan ile meleğin, günah ile sevabın, iki karşıtlığın çatışmasını optimal noktada hidayete erdirme niyetini içerir denge kavramı.

Bundan dolayı liberalizm özü gereği gericidir, tutucudur, diyalektiğin devinimine aykırı biçimde insanlığın sonsuz eylem ve arzularını iki kutup içinde sıkıştırarak, hareketsiz kılmayı amaçlar.

Liberalim teolojisi, pasif biçimde tefekküre dayanan, hayata müdahale edemeyen, eylemden koparılmış, yarına dair arzulara ket vurulmuş muhafazakar ahlaktır.

Liberalizmin denge noktasında, insanlığın en canlı ütopyaları solup gider.

LİBERAL GERİCİLİK VE DENGE POLİTİKASI

Burjuvazinin siyasi iktidarı ele aldığı, kendi dünya görüşüyle yarattığı politik-hukuki-kültürel kurumlarla topluma şekil verdiği, muzaffer zaferin ışıltısı içindeyken, denge kavramı Nirvana’nın en tepesinde temsil ediliyordu.

Ne var ki, burjuva toplumunun yaşadığı kriz ve liberalizmin düşüşüyle birlikte denge kavramının anlamı da bütünüyle dönüşmüştür.

Dünya savaşı öncesi ve sonrasında parlamentoların düşüşüyle, hakikati ortaya çıkaran düşünsel ahenk dağılmış; Büyük Buhran sonrası ekonomik krizle toplumsal ahenk parçalanmıştır.

Liberalizmin tüm metafizik iddialarının hayatın gerçekleri karşısında yanlışlanmasıyla, denge kavramında var olan gizli gerici, tutucu karakter berrak biçimde belirgin hale gelmiştir.

Özellikle Soğuk Savaş döneminde, liberalizmin ötesinde yeni ve başka bir dünyanın varlığı ve reel sosyalizmin baskısı karşısında, denge kavramıyla artık Batı kapitalist devletlerinin Sovyetlere karşı dış politikası anlaşılmaya başlanmıştır.

Fransız muhafazakar düşünür Tocqueville’in 1835 tarihinde Amerika’da Demokrasi eserinde dile getirdiği öngörüsü, Ekim Devrimi sonrası liberaller için gerçekleşmiş kötü bir kehanetti:

“Şu anda dünyada iki büyük millet var...Rusları ve Amerikalıları kastediyorum. Amerikalı, doğanın karşısına çıkardığı engellerle mücadele ediyor; Rus’un karşıtlarıysa insanlar. İlki doğa ve yaban hayatla mücadele ediyor, ikincisi bütün silahlarıyla uygarlıkla. İlkinin ana aracı özgürlük, ikincisinin kölelik. Başlangıç noktaları farklı, güzergâhları aynı değil; yine de ilahi bir irade her birinin yeryüzünün yarısına hükmetmesi için onları seçmişe benziyor.”

Diğer bir deyişle liberalizmin düşüşü ve sosyalizmin yükselişiyle, denge kavramı soyut-felsefi kategoriden somut-politik kategoriye dönüştü.

Bunun sonucunda, iyi ve güzel Amerika karşısında şeytan Sosyalist Rusya karşıtlığıyla şekillenen liberal ahlakın özündeki skolastik tonun koyulaşmasıyla, liberalizm insanlığın önündeki en karanlık engizisyona dönüşmüştür.

İnsanlığı şimdinin kapitalizmi için baskılayarak, yarının sosyalizmine ilerlemesinin önüne duvarlar örerek liberalizm, doğasındaki tutuculukla özdeş hale gelmiştir.

LİBERALİZMİN SINIRLARINI AŞMAK

İdlib’te yaşanan askeri çatışmalar sonrası yükselen siyasi gerilimle birlikte, siyasetin hemen hemen tüm kesimleri aynı sözcük durmaksızın yineledi: Denge politikası!

Türkiye, 15 Temmuz darbe girişimi sonrası adım adım ABD’den uzaklaşırken başta Rusya olmak üzere Çin, İran ve Asya ülkeleriyle yakınlaşmaya başlamıştı.

Bu tarihten itibaren, özellikle S-400 alım sürecinde yaşanan tartışmalarla birlikte, yarım yüz yıldır Türkiye’nin dış politikasında söz sahibi olan kesim, korku ve panik içinde ‘denge’ kavramına sarıldı.

Türkiye, Rusya’ya olması gerekenden fazla yaklaşarak ‘kadim’ devlet politikasını, denge politikasını bozmaktaydı.

En son Suriye’de yaşanan gelişmelerle birlikte bu kesim, büyük kehanetleri gerçekleşmişçesine yeniden sesini yükseltmeye başladı ve Türkiye’yi ‘sağduyulu’ hareket etmeye çağırdı.

Bugün dengeyi döne döne dile getirenler, Türkiye’nin liberalleridir.

Şüphesiz liberallerin dile getirdikleri öngörü değil, geçmişin derinliklerinden gelen kendi kadim korkularıdır.

Liberalizmin felsefi ve soyut denge kavramı, özellikle Soğuk Savaş koşullarında, Rusya karşıtlığıyla vücut bulmuştu.

Liberalizmin dengeden yola çıkarak devlete verdiği öğüt, iki kutup arasında gidip gelen, her zaman kendi döngüsel hareketini tekrarlayan, hiçbir ileri hamlede bulunamayan, sarkacın boğucu devinimdir.

Hiçbir zaman güçlü devlet istemeyen liberalizmin, devlet geleneği olarak atılımlardan yoksun sarkacın kadim döngüsünü telkin etmesi kaçınılmazdır.

Liberalizmin tüm metafizik kavramları parçalanıp, Batı’nın ideolojik hegemonyası dağılırken, hatta Batı emperyalizmi ABD ile birlikte gerilerken, bugün Türkiye’ye denge politikası salık verenler, en gerici kesimdir.

Gericiliğin retoriğindeki denge, kendisini korkunun en karanlık noktasında açığa vurur.

Alman düşünür Ernst Bloch’un dediği gibi:

“Eski toplumun çöküş zamanlarında, bugünkü Batı’da olduğu gibi, sadece aşağı doğru giden belirli bir kısmî ve geçici eğilim vardır. O zaman çöküşten kurtulmanın yolunu bulamayanlarda korku umudun önüne ve karşısına geçer. O zaman korku, katlanılan ama teşhis edilemeyen, yanıp yakılan ama değiştirilemeyen kriz fenomenin öznelci, nihilizm de nesnelci maskesini takınır.”

Devrimci çağ dönüşümlerinin eşiğinde, Yeni’nin var olanları aşıp, toplumların gençlik enerjisiyle dolduğu, Yarın’a dair daha adil, eşit, demokratik bir toplum ve bağımsızlık arzularının dalga dalga kabardığı dönemde, kimse denge politikasıyla Türkiye’ye geçmişin karanlık, kireçlenmiş, nefessiz zindanlarında esaret halinde yaşamayı dayatamaz.

Statükonun sarkacı zamanın sonsuz boşluğu içinde salınırken, devrimin mızrağı ufuk çizgisinin de ötesine ulaşmayı arzular, var olan zamanı fethederek.

Ufuk çizgisini aşacak eylem için, öncelikle Lenin’in sorduğu soru yeniden hatırlanmalıdır: “Neyin düşünü görmeliyiz?”