21 Mayıs 2024 Salı
İstanbul 15°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Öldük bittik muhalefeti

Emrah Maraşo

Emrah Maraşo

Eski Yazar

A+ A-

Stefan Zweig Türkçemize yeni kazandırılan kitabı Bir Çöküşün Öyküsü’nde XV. Louis döneminde Fransız sarayında oldukça etkili olan Madame de Prie’nin düşüşünü anlatır. Madame etrafındaki insanları küçümseyen, gözünü iktidar hırsı bürümüş ve sonunda sürgüne gönderilmiş biridir. Kısa sürede Paris’e geri döneceğini umar fakat bu dönüş bir türlü gerçekleşmez, sonunda umutsuzluğa kapılır. Fakat sahneyi görkemli bir şekilde terk etmeye kararlıdır. Taşradaki yeni evinde seçkin davetlilere partiler vermekte ve ölüm tarihini ilan etmektedir. Tabii kimse ciddiye almaz ve bunun, oyununun bir parçası olduğunu düşünür. Ancak umudu büyüktür. Hiç değilse öldükten sonra adı duyulacak ve yeniden hak ettiği konuma kavuşacaktır. Ölüm, Madame’ın çürümüş ruhunun yaşaması için tek çaredir. Tereddütsüz bir şekilde canına kıyar. Ancak ölüm haberi, saray ahalisinin birbirinin kulağına fısıldadığı birkaç sözcük ve çok kısa süren bir heyecan dışında etki yaratmaz. Zaten o sırada sarayda İtalyan sihirbaz hünerlerini sergilemektedir. Madame’ın ölümü şapkadan çıkan tavşanın gölgesinde kalmıştır.

YENİ ARİSTOKRATLARIMIZ
Çağımızın aristokratları Madame kadar cesur olmasalar da isimlerini başka yolla, toplumsal konumlarının ölüm ilanlarıyla duyurmak istiyorlar:

“Neden bu ülkede ve bu zamanda doğduk?”
“Türkiye’den s… olup gitmek istiyorum.”
“Tek isteğimiz sadece yaşamaktı.”
“Kötüsünüz ve kötülük yapmak için varsınız.”
“Boşuna uğraşmayın, hiçbir şey değişmeyecek.”


Bu insanlar aramızdan ayrılışlarını bildirdiklerine göre derdimiz onlarla değil. Çünkü ölülerle kavga edilmez. Derdimiz bu ölüm ilanlarının muhalefet saflarında bir hayalet gibi dolaşmasıyla. Madame’ın zamanında yapamadığı sükseyi yeni aristokratlar, ölümlerini ideolojik hegemonyanın askerleri haline getirip üzerimize sürerek yapıyorlar. Köhnemiş bilinçlerinin saraylarında oynanan gösterilerde, şapkanın içinden tavşan değil çürümüşlük çıkıyor ve bu çürümüşlük allanıp pullanıp önümüze konuyor. Hayretle karışık bir hayranlık duymamız isteniyor. Oysa burnumuza kadar gelen rezil koku saklanamayacak kadar ağır!
Diyebilirsiniz ki bırak onlar da daha büyük rezilliklerin içinde unutulup gitsinler ve biz işimize bakalım. Haklısınız, biz işimize bakalım bakmasına fakat bu hayaletlerle hesaplaşmak da işimizin önemli bir parçası. Çünkü fikirler, maddi sınıfsal dayanakları olduğu müddetçe yaşamaya devam ederler. Mesele bu nedenle ne dönemsel ne de bireysel; mesele sınıfsal ve ideolojik.

“YAŞAMIN ORGANİK SICAKLIĞI”
Geçtiğimiz yüzyılda yaşamış Rus bilimsel sosyalist Voloşinov, Freud’u ve 1900’lü yılların burjuva felsefesini eleştirdiği kitabında bugünün yeni aristokrat ideolojik ruhunu da hedef alan çok çarpıcı görüşler sunar:

“Bu tür dönemlerin insanları, âdeta aşırı soğuk ve rahatsız olan tarihin atmosferinden kaçıp, hayatın hayvani yönünün organik sıcaklığına sığınmayı arzuluyor gibidir.
Yunan şehir devletlerinin yıkılma döneminde, Roma İmparatorluğunun çöküş döneminde, Fransız Devrimi öncesinde feodal-aristokratik düzenin dağılma döneminde olan şey budur.
“(…) Tarihten korkma, kişisel özel hayatın değerlerine yönelme, insanda biyoloji ve cinselliğe öncelik verilmesi -bunlar da tüm bu ideolojik fenomenlerin ortak özelliğidir.
“(…) Felsefi sistemin merkezinde biyolojik anlamda yaşam vardır. Felsefenin en yüksek değeri ve kriteri, yalıtılmış organik bütünlüktür.
“(…) Tüm nesnel sosyoekonomik kategorilerin yerine öznel psikolojik veya biyolojik kategorileri geçirme çabası hâkimdir.
(***)
“Kendine has bir tarih korkusu, toplumsalın ve tarihselin ötesine bir dünya konumlandırma tutkusu, bu dünyayı tam da organiğin derinliklerinde arama eğilimi: Bunlar, bütün çağdaş felsefe sistemlerinde hâkim olan özelliklerdir ve burjuva dünyasının dağılma ve çöküş semptomunu oluştururlar.” (Freudculuk – Eleştirel Bir Taslak, V. N. Voloşinov, Doğu Batı Yayınları, s.16, 17, 18, 21)

YAŞAMI KUTSAMA GÖSTERİSİ
Büyük çelişkilerin içinde olduğumuz bir tarihsel anda yaşamı kutsama gösterilerinin altında yatan felsefi ve ideolojik ruh, büyük çözümden zavallıca kaçıp kendine sığınmaktır. Enerji dışa yönelik dönüştürücülükte değil, kendini yok etmekte kullanılmaktadır. Yaşamın kutsanması bir yana o, gerçek anlamıyla değersizleştirilmektedir. Çünkü insan topluma yöneldiği, müdahale ettiği ve yarattığı ölçüde insandır. Yaşam, kahırlanıp, ah ellerimden kayıp gittin, suçlu siz kötülersiniz diye serzenişte bulunarak değil toplumsal mücadeleye girerek değerlenir ve hakkı verilir. Bireysel mutluluğumuzun asıl kaynakları da buradadır. Oysa yeni aristokratlar insan, yaşam ve mutluluk üzerine verdikleri bütün söylevlere rağmen bu üç alanın dışına çıkmışlardır. Bunun sebebi tercih edilmiş ve inşa edilmiş, tasarımlanmış ve gerekçelendirilmiş korkunç bir bireycilik içinde olmalarıdır. Tarihten, toplumdan, ülkeden kaçış nihayetinde insansızlığın sınırlarına doğru koşmak anlamına gelmektedir. Peki böyle bir durumda elimizde yaşama dair ne kalmaktadır? Hiçbir şey!

“LAĞIM ÇUKURU”NA KATLANMAK
Tarihin gittiği yön, nesnel süreçler, bu süreçlerin eğilimi, halk sınıflarının temel ihtiyaçları, toplumsal ve siyasal olarak birbirine karşı konumlanan, mücadele eden kuvvetler ve dost olan kuvvetlerin niteliği, bu niteliğin olanakları ve sınırlılıkları sözde yaşam kutsayıcıları tarafından yok sayılmaktadır. Toplum sanki bir lağım çukurudur ve o çukur mümkünse çıkılmak ama her koşulda sövülmek için vardır. Çünkü çukur lanetlendiği ölçüde hayatın hayvani yönünün organik sıcaklığı canlı kalacaktır. O halde tarihimizle övünmenin, halka güvenmenin, eldeki olanaklardan devrimci sonuçlar türetmenin anlamı yoktur. Bunlara göre “çomarlar”, “bidon kafalılar”, “göbeğini kaşıyan adamlar” ne ABD emperyalizmine karşı çıkabilir ne de Hayır oyu verebilir. Geriye kalan tek şey çukurun içindeki diğer hayvanlarla birleşip huzur içinde yaşamaktır. Böyle bir tabloda “sol” romantizm yapmanın, tarihte belli bir ağırlığı olan devrimci değerlerin adını fütursuzca kullanmanın, poz vermenin hiçbir sakıncası yoktur. Hatta faydası vardır çünkü çıplak gerçek çoğu zaman ürkütücüdür. O halde gerçek maskelenmeli ve biraz daha katlanılmalıdır. Katlanmak… Öyle sanıyoruz ki lağım çukuru olarak gördükleri toplumda ve ülkede yaşayabilmek için böyle icâtlarla oyalanıp katlanmaktan başka çareleri yoktur. O nedenle biz bize benzeriz ilkelliği en çok bu kesimlerde yankı bulur. Dönüştürme değil benzeme arzusu her türlü çürüme ve geriliğin de zeminidir. Gerici bir ideolojiye sahip bir insanı devrimci ideolojiye kazanmak, sistemi içi siyasetleri savunan bir insanı dönüştürmek gibi sorumluluklar küçümsenir. O küçümsemenin altında ise kendi gerçeğiyle yüz yüze gelme korkunçluğu yatmaktadır. En azından az buçuk kafası çalışanlar için…

MADAME’IN İSTEDİĞİ ŞANDAN SİLİKLİK ARZUSUNA
“… insanlık tarihi davetsiz misafirleri sevmezdi; kahramanlarını kendi seçer, ne kadar usandırıcı bir çabaya girerlerse girsinler hakkı olmayanları acımasızca geri çevirirdi.” Zweig, Madame de Prie’nin hiçbir yankı uyandırmayan ölümünün ardından bu değerlendirmeyi yapar. Madame bütün çürümüşlüğüne ve beyhudeliğine rağmen yine de büyük oynamak istemişti.
Yaşamı kutsama gösterilerinde bulunan yeni aristokratlarımız ise küçüklükleri ve düşkünlüğe övgü düzmeleriyle öne çıkıyorlar. Elbette isyancı, eleştirel bir biçime bürünerek, yer yer devrimci maskesi takarak…
Tarih ise bu zavallıca çabaları elinin tersiyle itiyor. Ancak tarih de kendi başına yapıcı değildir, nesnel durum oluştuktan sonra insanlar sahneye çıkar ve yine tarihin verili koşullarda tanıdığı fırsatlar içinde rollerini oynar.
Sahne, hayaletlerin yarattığı sise bırakılmayacak kadar önemli ve değerlidir.