16 Mayıs 2024 Perşembe
İstanbul 12°
  • İçel
  • Şırnak
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Şanlıurfa
  • Çorum
  • İstanbul
  • İzmir
  • Ağrı
  • Adıyaman
  • Adana
  • Afyon
  • Aksaray
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Ardahan
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bartın
  • Batman
  • Bayburt
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Düzce
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gümüşhane
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Hakkari
  • Hatay
  • Iğdır
  • Isparta
  • Kırşehir
  • Kırıkkale
  • Kırklareli
  • Kütahya
  • Karabük
  • Karaman
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kilis
  • Kmaraş
  • Kocaeli
  • Konya
  • Malatya
  • Manisa
  • Mardin
  • Muş
  • Muğla
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Osmaniye
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Uşak
  • Van
  • Yalova
  • Yozgat
  • Zonguldak

Şairin sefaleti

Seyyit Nezir

Seyyit Nezir

Eski Yazar

A+ A-

Dil; ta en başından beri insanın kendi ve başkalarıyla varlık ve etkinlik olarak bedensel ve zihinsel insanî edimlerinin toplamını içeren karmaşık ilişkileri imleyip nesneleştirdiği olgudur. Böyle bir tanım, dili anlam ve biçim yönünden salt araç ya da etkinlik olarak görme yanılsamasından bizi korur. İnsan; geçmişiyle, bugün ve gelecek tasarımıyla birey - toplum diyalektiğinin tarihsel bütünlüğünü kuşatan en tam ilişki ağını imlediği bu düzenekle kendini varlık ve etkinlik olarak sürekli yeniden yaratıp dille gerçekleştirir. Dil; insanın emekle oluşturduğu türsel özgünlüğü araç ve tasarım bileşkesinde yarattığı doruk ortamıdır. Bu süreçlerde dil, özne - nesne diyalektiğinin ortamı olarak hem insanlarca yani toplumsal olarak yapılır hem de onun nesnesi olur ve onunla oluşur.

TÜRK YAZARI OLARAK ANILMANIN ANLAMI

Tarihe baktığımızda görüyoruz ki, aynı zamanda güzellik kurallarına göre üreten insan, anlamsal ve dilsel varoluşunu bütün ülkelerde sözlü ve yazılı, ortaklaşa ve bireysel edebiyatla en yetkin düzeyde somutlaştırıyor. Bireyin, boyların, halkların, ulusların yani her toplumun bütünlüklü ve somut biçimde gerçekleşme alanı olarak dil, bu nedenlerden ötürü onu kendi özgün kültürel edinimleriyle oluşturan toplumun adıyla anılıyor. İngiliz ya da Fransız dilini Türkçe olarak adlandırmayı kimse düşünemeyeceği gibi, dışsal ya da içsel zorunluklarla Türkçe yazmayı seçen bir yazar da Türkleşme sürecine girdiğini yoksayamaz; bu yoksayış başkalarınca ona dayatıldığı zaman vereceği yanıt bellidir: Türkçenin tarihsel birikim ve zenginliğini yapıtıma yüklerken, kendi anadilimin deneyim ve zenginliğini de Türkçeye taşıyorum; bu durumda benim Türk yazarı olarak anılmam ne kadar dil gerçekliğine uygunsa, Türk yazarı yerine, Türkçe yazarı olarak anılmak da işte o kadar aykırıdır; bu, bana ve Türk ulusuna karşı art niyetli bir girişimdir.

KOMÜNİST VE TÜRK

Aile köklerinde Leh ulusundan izlerin varlığı nedeniyle Nâzım Hikmet kimi şoven milliyetçilerce nerdeyse yüz yıldır Türk sayılmaz. Nâzım’sa tepeden tırnağa Türk oluşuyla övünür, ama bir yandan da kendi yurdunda kendi diliyle, Türkçeyle şiirlerinin yasak oluşuna yerinmek zorunda bırakılır. Ülkesinden kaçışı üzerinden 40 yıl geçmemişken siyasal ve ideolojik kıstaslar değişince bu kez onun yurtseverliğini üstelik parti kongresinde Alpaslan Türkeş de kabul edip övgüyle vurgulayarak ünlü Davet şiirini okur. Nâzım’sa cezaevi parmaklarının gerisinden, “Sevdalınız komünisttir” imgesiyle, hiçbir biçimde kişiliğinin eksiltilmesine razı olmayacağını anımsatmayı sürdürür. Hem böylesine yurtsever, Yunus’undan Kuvayi Milliye’sine, türkülerinden şarkılarına ulusal değerlerini böylesine içselleştirip gururla kendinin kılmış bir şair kendine Türk demeyecekse ne diyecek? Ya da o Türk şairi değilse kim Türk şairi?

POSTMODERN ZIPÇIKTILARIN SEYYAR TEMCİT PİLAVI

Türkçe yazar olarak Türk edebiyatının kendi çevresinde döndüğünü varsayıp emperyalizmin politik amaçlarına uygun bir konum edinmeye çalışmak, güneşin kendi etrafında döndüğü savını sürdürmek kadar zırvadır. Yaşamın hiçbir alanında zırva tevil götürmez. Orhan Kâhyaoğlu, kendisine sipariş verilen antolojide terminolojiyi yeniden bâtıl ölçülere geri taşımakla abesi muktebes kılmıştır. Yıllardır incir çekirdeği doldurmayan konularda Türk edebiyatına patinaj yaptırmayı ve yok hükmünde siyasal mevziler kazanmayı hüner sayan postmodern zıpçıktılar, Türk edebiyatını yeniden adlandırma konusunu seyyar temcit pilavı gibi önümüze koyup zoraki sonuç alma derdindeler... Bu ülkede kimse Kürt edebiyatı ya da Kürt şiiri denmesine ve antoloji düzenlenmesine karşı değil... Ne ki birileri şimdi de T24 üzerinden Türk şiiri denince nasırı basılmış gibi zıplayıp yaygara kopartıyor.

HAKİKAT ARAYICILARI KALDI MI

Tarihler gösteriyor ki, Hamamizade İhsan ve arkadaşlarından beri (1926) Ali Canip Yöntem, Baki Süha Ediboğlu, Cevdet Kudret, Abdülbaki Gölpınarlı, Yaşar Nabi, Kenan Akyüz, İlhan Başgöz, Hüsamettin Bozok, Şahinkaya Dil, Vasfı Mahir Kocatürk, Sunullah Arısoy, Asım Bezirci, Şemsettin Kutlu, Rauf Mutluay, İlhami Soysal, Tahir Kutsi, Ataol Behramoğlu, Memet Fuat, Eray Canberk, Ahmet Necdet, Selim İleri, Metin Celal, Cemal Kurnaz, Mehmet H. Doğan, Kayahan Özgül, Mehmet Hengirmen, Refik Durbaş, Abdullah Özkan, Özdemir İnce ve daha nicesi aralarındaki yazınsal ve siyasal görüş ayrılığına aldırmayıp antolojilerinde ve çalışmalarında evrensel ve doğru terimi kullanarak Türk şiiri / edebiyatı diyorken nice şairin zırvaya sükûtla karşılık vermesi, tevilden de öte, hakikat etiğine aykırıdır. Postmodern sefalet halleri geleneğin köküne kibrit suyu dökerek dili ve yapıtı karşısında şairi bu durumlara düşürürken susanların hangi yazdığında hakikat aranır?